Volume : 11 Suppl : 3 Year : 2024
Index
Membership
Application
Kocaeli Medical Journal - Kocaeli Med J: 11 (3)
Volume: 11  Issue: 3 - December 2022
1.Cover

Page I

2.Editorial Board

Pages III - V

3.Contents

Pages VI - XI

ORIGINAL ARTICLE
4.Comparison of 12-Core Prostate Biopsy Results with Corresponding Radical Prostatectomy Specimens
Ömür Memik, Kamil Çam, Yusuf Şenoğlu, Olcay Yıldırım, Bekir Voyvoda
doi: 10.5505/ktd.2022.09582  Pages 1 - 9
GİRİŞ ve AMAÇ: Prostat kanseri tanısında lateral prostat biyopsi odaklarının sayı ve lokalizasyon açısından standardize edilmesi gerekmektedir. Bu çalışmada 12 odak prostat biyopsi parametrelerinin radikal prostatektomi spesmen patoloji sonuçları ile tutarlılığı incelenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmaya, radikal prostatektomi operasyonu yapılan ardışık 52 hasta alındı. Tüm biyopsiler aynı hekim tarafından; her iki lobun bazal, orta ve apikal segmentlerinin lateral ve uzak laterallerinden her lob için 6 adet olmak üzere toplamda 12 kor olarak uygulandı. Hastaların Gleason skorları ve biyopsi odaklarının lokalizasyonları, radikal prostatektomi operasyonu sonrası elde edilen spesmenin patoloji bulguları ile karşılaştırıldı.
BULGULAR: Klasik sekstant biyopsi, hastaların %71 (37/52)'ine tanı koyarken, hastaların %29 (15/52)'una eklenen uzak lateral biyopsi odakları ile tanı konuldu.12 kor biyopsinin kanser tanı başarısı, klasik sekstant biyopsiden istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulundu. TRUS biyopside tek taraflı kanser pozitifliği saptanan 35 hastanın radikal prostatektomi patolojisi 25 (%71,4) hastada iki taraflı kanser pozitif olarak saptandı. Biyopsi ve radikal prostatektomideki tek ve iki taraflı kanser pozitif odaklar arasında istatistiksel açıdan anlamlı düzeyde tutarsızlık görüldü. 52 hastanın biyopsi Gleason skorları incelendiğinde 33 (%63,5) orta, 17 (%32,7) orta kötü ve 2 (%3,8) hasta kötü diferansiye olarak raporlanırken iyi diferansiye tümörü olan hasta yoktu. Biyopsi ve radikal prostatektomi spesmen patoloji Gleason skorları istatistiksel anlamlı düzeyde tutarlı bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada TRUS eşliğinde yapılan klasik sekstant biyopsiye eklenen 6 uzak lateral biyopsi odağının kanser tanı başarı oranını belirgin olarak yükselttiği, TRUS biyopside tek taraflı olarak raporlanan kanserlerin radikal prostatektomi spesmen patolojisinin sıklıkla iki taraflı olarak raporlanacağı, biyopsi Gleason sonuçlarının radikal prostatektomi spesmen patolojisi ile yüksek benzerlik oranlarına sahip olduğu gösterildi.
INTRODUCTION: The objective of this current study was to compare the histological findings of 12-core transrectal ultrasound (TRUS) guided prostate biopsy results with that of corresponding radical prostatectomy specimens.
METHODS: This retrospective trial consisted of 52 consecutive patients who underwent radical prostatectomy. All patients had 12-core prostate biopsy (lateral and far lateral biopsies from apical, mid and basal prostate tissue for each half of prostate as a total of 12 locations) that was performed by a single physician.
The diagnostic ability of biopsy cores, cancer locations and the histological findings particularly Gleason grades of 12-core biopsies were compared with that of radical prostatectomy specimens.

RESULTS: The classical sextant biopsy revealed prostate cancer in 71% (37/52) of cases. About 29% (15/52) of cancers were detected only by the far lateral sextant biopsies. The diagnostic ability of 12-core biopsies was statistically higher than the classical sextant approach. A total of 35 patients were found to have unilateral cancer according to TRUS biopsies. However about 71% of these cases was bilateral disease on radical prostatectomy specimens. Gleason scores of TRUS biopsies were intermediate, intermediate-poor and poorly differentiated in 63.5%, 32.7% and 3.8% of cases, respectively. These scores were well correlated with corresponding radical prostatectomy Gleason scores.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The addition of far lateral biopsies to the classical sextant biopsy revealed a significant improvement in cancer detection rate. Unilateral disease on biopsy was mostly associated with bilateral cancer on corresponding radical prostatectomy specimen. Gleason score on TRUS biopsy was usually correlated with a corresponding Gleason score on final pathology

5.Evaluation of the Clinicopathological Features of Patients with Phyllodes Tumor of the Breast: A Retrospective Study From a Single Center
Zülfü Bayhan, Havva Belma Koçer, Emre Gönüllü, Enes Baş, Ahmet Tarık Harmantepe, Recayi Çapoğlu, Murat Coşkun
doi: 10.5505/ktd.2022.89588  Pages 10 - 16
GİRİŞ ve AMAÇ: Filloides tümörler memede çok nadir görülen neoplazmlardır. Benign, borderline ve malign filloides tümörü şeklinde alt gruplara sınıflandırılmıştır. Çalışmamızın amacı kliniğimizde takip ve tedavi edilen tüm filloides tümörlü hastaların klinikopatolojik özelliklerini incelemek ve literatürdeki verilerle karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde Ocak 2009- Eylül 2021 tarihleri arasında filloides meme tümörü nedeniyle opere edilen 36 hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Hastalar yaş, cinsiyet, meme de taraf ve kadran lokalizasyonu, radyolojik öntanı, patolojik tanı, tümör çapı, hastaların takip süreleri, nüks ve metastaz durumu ve malign hastalarda hayatta kalma durumu ve süreleri açısından değerlendirildi. Veriler SPSS programı kullanılarak istatistiksel olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların tümü kadın cinsiyetteydi. 23 hastaya benign, 5 hastaya borderline ve 7 hastaya da malign filloides tümörü tanısı konuldu. Tüm hastaların ortalama yaşı 42.0 ∓14.6 olarak bulundu. 20 hastada sağ meme yerleşimli 16 hastada da sol meme yerleşimli kitle mevcuttu. Ortalama tümör çapı bütün hastalarda 65.0 ∓ 37.3 mm olarak bulundu. Malign Filloides tümörü olan 5 Hastada uzak metastaz saptandı ve bu hastaların tamamı takiplerinde eksitus oldu. Hasta yaşı, tümörün yerleştiği kadran, yapılan cerrahinin çeşidi, nodül çapı, radyolojik tanı ve takip süresi açısından benign, borderline ve malign Filloides tümörü grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmadı (p>0,05). Sağkalım incelendiğinde malign grupta eksitus durumunun anlamlı olarak yüksek olduğu görüldü (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Filloides tümörlü hastaların takip ve tedavisinde hastalığın alt grupları önemli rol oynamaktadır. Malign Filloides tümörlerde cerrahi tedavi sonrası nüks, metastaz ve eksitus durumu diğer filloides tümörlere göre çok daha fazla görülmektedir. Sağlam cerrahi sınırlarla komplet cerrahi rezeksiyon önerilen tedavidir.
INTRODUCTION: Phyllodes tumors are very rare neoplasms in the breast. It is classified into subgroups as benign, borderline and malignant phyllodes tumors. The aim of our study is to investigate the clinicopathological features of all patients with phyllodes tumor treated and followed in our clinic and to compare them with the data in the literature.
METHODS: The data of 36 patients who were operated for phyllodes breast tumor in our clinic between January 2009 and September 2021 were analyzed retrospectively. The patients were evaluated in terms of age, gender, side and quadrant localization of the mass in breast, radiological preliminary diagnosis, pathological diagnosis, tumor size, follow-up periods, recurrence and metastasis status.
RESULTS: 23 (63.9%) patients were diagnosed as benign, 5 (16.6%) patients with borderline and 7 (19.4%) patients with malignant phyllodes tumor. There was no statistically significant difference between the benign, borderline and malignant phyllodes tumor groups in terms of patient age, the quadrant in which the tumor was located, the type of surgery performed, the diameter of the tumor, the radiological diagnosis and the follow-up period (p>0.05). When the exitus status was examined, it was observed that the exitus status was significantly higher in the malignant group (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Subgroups of the disease play an important role in the follow-up and treatment of patients with phyllodes tumor. After surgical treatment, recurrence, metastasis and exitus status in malignant phyllodes tumors are much more common than other phyllodes tumors. Complete surgical resection with clean surgical margins is the recommended treatment.

6.Mean Platelet Volume, Platelet Distribution Width and Complete Blood Count Indices in Branch Retinal Vein Occlusions
Ecem Önder Tokuç, Sevim Ayça Seyyar, Alper Mete
doi: 10.5505/ktd.2022.90947  Pages 17 - 25
GİRİŞ ve AMAÇ: Retinal ven dal tıkanıklığı (RVDT) tanısı alan olgularda hemogram parametrelerini değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Retinal ven dal tıkanıklığı (RVDT) tanısı alan 101 hasta ve yaş ve cinsiyet uyumlu 89 kontrol grubu çalışmaya dahil edildi. Olguların hemogram parametreleri geriye dönük olarak incelendi ve hemoglobin, lökosit, nötrofil, lenfosit, trombosit, ortalama trombosit hacmi (OTH), trombosit dağılım genişliği (TDG), nötrofil/lenfosit oranı (NLO), trombosit/lenfosit oranı (TLO) seviyeleri gruplar arasında karşılaştırıldı.
BULGULAR: Her iki grubun hemoglobin, trombosit, lenfosit ve TLO seviyeleri benzer bulundu ve aralarında istatistiksel olarak fark yoktu (sırasıyla; p=0,662, p=0,915, p=0,612, p=0,893). RVDT grubunda lökosit ve nötrofil sayıları kontrol grubuna göre daha yüksekti [lökosit; 7,02±1,7’ye karşı 6,56±1,64 (p=0,011), nötrofil; 4,32±1,56’ ya karşı 3,71±1,31 (p=0,003)] NLO, RVDT grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksekti [2,47±2,25’e karşı 1,91±1,00 (p=0,028)]. OTH ve TDG seviyeleri RVDT grubunda kontrol grubuna göre daha yüksekti ve bu fark istatistiksel olarak anlamlıydı [OTH; 9,15±1,12’ye karşı 8,77±0,72 (p=0,042), TDG; 15,46±2,78’ e karşı 14,67±2,03 (p=0,034)]. Alıcı işlem karakteristikleri analizine göre RVDT tanısında NLO’nun eğri altında kalan alanı 0,593 iken, duyarlılığı %58, özgüllüğü %58’dir. OTH’nin eğri altında kalan alanı 0,585 iken, duyarlılığı %55, özgüllüğü %57’dir. TDG ‘nin eğri altında kalan alanı 0,589 iken, duyarlılığı %58, özgüllüğü %57’dir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamız RVDT hastalarında kontrol grubuna göre daha yüksek lökosit, nötrofil, NLO, OTH ve TDG göstermiştir. Ancak bu parametrelerin RVDT riskini belirlemede yeterli özgüllüğe ve duyarlılığa sahip değildir ve risk analizinde sadece yardımcı olarak kullanılabilir.
INTRODUCTION: To evaluate the hemogram parameters of patients diagnosed with branch retinal vein occlusion.
METHODS: 101 patients diagnosed with branch retinal vein occlusion (BRVO) and 89 age and sex matched control groups were included in the study. Hemogram parameters of the cases were analyzed retrospectively. Hemoglobin, leukocyte, neutrophil, lymphocyte, platelet, mean platelet volume (MPV), platelet distribution width (PDW), neutrophil/lymphocyte ratio(NLR), platelet/lymphocyte ratio(PLR) were compared between the groups.
RESULTS: Hemoglobin, thrombocyte, lymphocyte and PLR levels of both groups were similar (p=0.662, p=0.915, p=0.612, p=0.893, respectively). Leukocyte and neutrophil counts were higher in the BRVO group than in the control group [leukocyte; 7.02±1.7 vs 6.56±1.64 (p=0.011), neutrophil; 4.32±1.56 vs. 3.71±1.31 (p=0.003)] NLR was significantly higher in the BRVO group than in the control group [2.47±2.25 vs 1.91±1.00 (p=0.028)]. MPV and PDW levels were higher in the BRVO group than in the control group [MPV; 9.15±1.12 versus 8.77±0.72 (p=0.042), PDW; 15.46±2.78 versus 14.67±2.03 (p=0.034)]. According to receiver operating characteristic analysis, the area under the curve (AUC) of NLR is 0.593, its sensitivity is 58%, and its specificity is 58%. MPV has an AUC of 0.585, with a sensitivity of 55% and a specificity of 57%. While AUC of the TDG is 0.589, the sensitivity is 58% and the specificity is 57%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study showed higher leukocytes, neutrophils, NLR, MPV and PDW in BRVO patients compared to the control group. However, these parameters do not have sufficient specificity and sensitivity to determine the risk of BRVO and can only be used as an adjunct to risk analysis.

7.Clinical Outcomes and Imaging Features of Traumatic Brain Injuries in Intensive Care Unit
Yasemin Cebeci, Hakan Cebeci, Jale Bengi Çelik
doi: 10.5505/ktd.2022.50374  Pages 26 - 36
GİRİŞ ve AMAÇ: Yoğun bakım ünitesinde bulunan travmatik beyin hasarı (TBH) hastalarının demografik verilerini, etiyolojik faktörlerini, klinik durumunu analiz etmek ve klinik durum ile görüntüleme bulguları arasındaki ilişkileri araştırmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2010’dan Şubat 2016’ya kadar yoğun bakım ünitesinde tedavi edilen 67 TBH hastası bu çalışmaya dahil edildi. Hastalar TBH şiddeti, Glasgow sonuç skoru ve mortalite durumuna göre gruplara ayrıldı. Yoğun bakımda yatış süresi, travma etiyolojisi, entübasyon durumu ve süresi, mannitol uygulaması ve süresi, intrakraniyal patoloji, trakeotomi ve kraniektomi durumu incelendi. Radyolojik olarak epidural, subdural, subaraknoid, parankimal hemoraji ve diffüz aksonal hasar (DAH) değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya ortalama yaşı 33,8 ± 20,3 yıl olan 67 (18 kadın, 49 erkek) hasta dahil edildi. Hastaların başvuru anında ortalama Glasgow koma skoru 6,2 ± 4,3 idi. TBH, Glasgow sonuç skoru ve mortalite yaş ve cinsiyet dağılımı açısından farklılık göstermedi. Subaraknoid kanama en sık görülen radyolojik bulguydu (%56,7). DAH, şiddetli TBH grubunda anlamlı olarak daha yüksekti (p = 0,028) ve şiddetli TBH gelişimi için bir risk faktörü olduğu bulundu (r = 0,276, p = 0,024). Başvuru Glasgow koma skoru hem sağ kalmayan hem de negatif Glasgow sonuç skoru gruplarında anlamlı olarak daha düşüktü (sırasıyla p <0,001 ve p <0,001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: TBH prognozunu çeşitli faktörler etkiler. DAH, şiddetli TBH için bağımsız bir risk faktörüdür. DAH şüphesi olan hastalarda difüzyon ağırlıklı görüntüleme yapılmalıdır.
INTRODUCTION: To analyse demographic data, aetiological factors and the clinical status of traumatic brain injury (TBI) patients in an intensive care unit, and to investigate relationships between clinical status and imaging findings.
METHODS: Sixty-seven TBI patients who were treated and followed-up in the intensive care unit from January 2010 to February 2016 were enrolled in this study. Patients were divided into groups according to TBI severity, Glasgow outcome score and mortality status. Duration of hospitalisation in the intensive care unit, trauma aetiology, intubation status and duration, mannitol administration and duration, tracheostomy opening, intracranial pathology and surgical data were analysed. Radiologically, epidural, subdural, subarachnoid, parenchymal haemorrhage and diffuse axonal injury (DAI) indices were evaluated.
RESULTS: Sixty-seven (18 female, 49 male) patients with a mean age of 33.8 ± 20.3 years were included. The mean Glasgow coma score of patients upon admission was 6.2 ± 4.3. TBI, Glasgow outcome score and mortality did not differ in terms of age and gender distribution. Subarachnoid haemorrhage was the most common radiological finding (56.7%). DAI was significantly higher in the severe TBI group (p = 0.028) and was found to be a risk factor for severe TBI development (r = 0.276, p = 0.024). Admission Glasgow coma scores were significantly lower in both non-survivor and negative Glasgow outcome score groups (p < 0.001 and p < 0.001, respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Various factors affect TBI prognosis. DAI is an independent risk factor for severe TBI. Diffusion weighted imaging should be performed in patients with suspected DAI.

8.Primary Small-Bowel Tumors; Our Clinical and Surgical Experience
Mehmet Tolga Kafadar, Ulaş Aday, Mehmet Veysi Bahadır, Hikmet Özesmer, Abdullah Oğuz
doi: 10.5505/ktd.2022.87360  Pages 37 - 49
GİRİŞ ve AMAÇ: İnce barsak tümörleri nadir görülen lezyonlar olup tüm gastrointestinal sistem (GİS) tümörlerinin %5’ inden daha azını oluştururlar. Nonspesifik klinik bulgularına bağlı olarak ince barsak tümörlerinin tanısı oldukça güçtür. Bu çalışmanın amacı, kliniğimizde cerrahi tedavi uygulanan primer ince barsak tümörlü hastaların verilerinin değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2011- Aralık 2020 yılları arasında Dicle Üniversitesi hastanesinde opere edilen 35 primer ince barsak tümör vakası geriye dönük olarak incelendi. Hastalarda yaş, cinsiyet, başvuru şikâyeti, operasyon bulgusu, uygulanan cerrahi yöntem, patolojik bulgular, morbidite ve mortalite açısından değerlendirildi. Hastaların sonuçları dosya kayıtlarından ve/veya hastalarla görüşülmesi sonucunda elde edildi.
BULGULAR: Olguların 22 ‘si (%62.9) kadın, 13’ü erkek (%37.1) olup, ortalama yaşları 53.9 (21- 79) idi. Tüm olgularda karın
ağrısı mevcuttu. 15 (%42.9) olguda abdominal distansiyon, 10 (%28.6) olguda kusma, 5 (%14.3) olguda invaginasyon bulguları, 5 (%14.3) olguda GİS perforasyonu, 2 (%5.7) olguda GİS kanaması görüldü. Bütün hastalarda görüntüleme yöntemi olarak karın bilgisayarlı tomografisi (BT) kullanıldı. Şikayetlerin başlaması ile tanı konulması arasında geçen süre ortalama 1.6 (1-15) aydı. Altı (%17.1) olguda laparoskopik cerrahi yöntem, diğerlerinde açık cerrahi yöntem uygulandı. Tümörler daha çok jejunum (%68.6) yerleşimli idi. Postoperatif histopatolojik incelemede en sık adenokarsinom (%34.3) tespit edildi. Postoperatif 6 aylık takipte 3 (%8.6) olguda mortalite gözlendi.

TARTIŞMA ve SONUÇ: İnce bağırsak tümörü nadir görülen bir durumdur. Semptomların nonspesifik oluşu nedeniyle preoperatif tanı koymak zordur. Tanıda yüksek şüphe varsa cerrahi müdahale ertelenmemelidir.
INTRODUCTION: Small bowel tumors are rare lesions and they constitute less than 5% of all gastrointestinal system (GIS) tumors. Diagnosis of small bowel tumors is very difficult due to nonspecific clinical findings. The aim of this study is to evaluate the data of patients with primary small bowel tumors who underwent surgical treatment in our clinic.
METHODS: Thirty-five primary small bowel tumor cases operated in Dicle Hospital between January 2011 and December 2020 were retrospectively analyzed. The patients were evaluated in terms of age, gender, admission complaint, operative finding, surgical method, pathological findings, morbidity and mortality. The results of the patients were obtained from the file records and/or interviews with the patients.
RESULTS: Twenty-two (62.9%) cases were female and 13 (37.1%) were male, with a mean age of 53.9 (21-79). Abdominal pain was present in all cases. Abdominal distension was seen in 15 (42.9%) cases, vomiting in 10 (28.6%) cases, invagination findings in 5 (14.3%) cases, GIS perforation in 4 (11.4%) cases, GIS bleeding in 2 (5.7%) cases. Abdominal computed tomography (CT) was used as the imaging method in all patients. The mean time between the onset of complaints and diagnosis was 1.6 (1-15) months. Laparoscopic surgery was used in six (17.1%) cases, and open surgery was used in others. Tumors were mostly located in the jejunum (68.6%). The most common type was adenocarcinoma (34.3%) detected in the postoperative histopathological examination. Mortality was observed in 3 (8.6%) cases in the 6-month postoperative follow-up.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Small intestinal tumor is a rare condition. Preoperative diagnosis is difficult due to the nonspecific nature of the symptoms. If there is high doubt in the diagnosis, surgical intervention should not be postponed.

9.ICU Nurses' Information, Attitude and Practices Towards Use of Physical Restraint: A Cross-Sectional Study
Bilsev Demir
doi: 10.5505/ktd.2022.94557  Pages 50 - 63
GİRİŞ ve AMAÇ: Tanımlayıcı kesitsel tipteki bu çalışma, yoğun bakım ünitelerinde (YBÜ) çalışan hemşirelerin fiziksel tespit kullanımına ilişkin bilgi, tutum ve uygulamalarını belirlemek amacıyla yapıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı ve kesitsel tipteki bu çalışma, üniversite hastanesindeki 100 YBÜ hemşiresinden oluştu. Verilerin toplanmasında Sosyodemografik Form ve ‘Hemşirelerin Fiziksel Tespitlere İlişkin Bilgi Düzeyi, Tutum ve Uygulamaları Ölçeği’ kullanıldı, veri analizi SPSS 16.0 IBM istatistik paket programı ile yapıldı.
BULGULAR: Toplam örneklemin %51'i erkek,%54'ü evli ve %42'si lisans derecesine sahipti. Bilgi durumundaki ortalama puan 10 üzerinden 7,32'dir; tutum statüsünde 48 üzerinden 30,13; muayenehane statüsünde 42 üzerinden 35,43. Hemşirelerin fiziksel kısıtlama konusundaki bilgi düzeyleri iyiydi ancak olumsuz tutumlara eğilim gösterdiler.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yoğun bakım hemşirelerinin fiziksel kısıtlamalarını kullanmaları olası değildir. Bununla birlikte, kısıtlamaların kullanımı konusunda hemşirelerin bakış açılarıyla ilgili etik ikilemler vardır.
INTRODUCTION: This descriptive cross-sectional study was conducted to determine the knowledge, attitudes and practices of nurses working in intensive care units (ICU) about the use of physical restraint.
METHODS: This descriptive and cross-sectional study was consisted of 100 ICUs nurses in university hospital. In data collection, Socio-demografic Form and the Levels of Knowledge, Attidutes and Practices of Staff Regarding Physical Restraint Questionnaire was used with SPSS 16.0 IBM statistical package program.
RESULTS: Of the total sample was 51% male, 54% was married and 42% had bachelor’s degree. The average score in the knowledge status is 7.32 out of 10; 30.13 out of 48 in the attitude status; and 35.43 out of 42 in the practice status. The knowledge level of the nurses in terms of physical restraint was well but they had a tendency to negative attitudes.
DISCUSSION AND CONCLUSION: They are not likely to use physical restraints by ICUs nurses. However, there are ethical dilemmas regarding nurses’ perspections pf the use of restrictions.

10.Respiratory Tract Viral Agents in the COVID 19 Pandemic
Özlem Gül, Umut Devrim Binay, Orçun Barkay, Barış Gülhan, Uğur Durmuş, Faruk Karakeçili
doi: 10.5505/ktd.2022.00187  Pages 64 - 68
GİRİŞ ve AMAÇ: Pandemi süresince solunum yolu semptomları ile başvuran hasta sayısının artması ile mevsimsel solunum yolu hastalıklarının ve Coronavirus 2019 (COVID 19) un ayırıcı tanısı önem kazanmış olup, ayrımda klinik ve laboratuar verilerinin yetersiz olması nedeni ile multiplex PCR ( polimeraz zincir reaksiyonu) tekniklerine gerek duyulmaktadır. Biz de SARS CoV-2 ye eşlik eden diğer solunum yolu viral etkenlerinin sıklığını tespit etmek, baskın olan viral etkenleri saptamak ve koenfeksiyon oranını belirlemek için bu çalışmayı planladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemizde 01.01.2021-01.04.2021 tarihleri arasındaCOVID 19 polikliniğine solunum yolu enfeksiyonu semptomları ile başvuran 18-65 yaş arası hastalar çalışmaya alındı. Hastalardan eş zamanlı iki adet nazofarengeal sürüntü örneği alındı. SARS CoV-2 ve diğer solunum yolu viral etkenlerini açısından tetkik edildi. Hastaların demografik verileri, klinik yakınmaları, laboratuar değerleri kaydedildi.
BULGULAR: Toplamda 80 hasta çalışmaya alındı. Hastaların 14 (%17.5 )’ünde SARS CoV-2 PCR pozitifliği saptanmış olup 4 hastada rinovirus, 1 hastada rinovirus/enterovirus ve SARS COV 2 PCR pozitifliği saptandı. Koenfeksiyon 1 (% 1,25 ) hastada görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda SARS CoV-2 dışındaki viral etkenlerinin sıklığının pandemi öncesi dönemde görülme sıklığına göre daha az oranda saptanmış olmasının, COVID 19 enfeksiyonundan korunmak için alınan maske, mesafe ve el hijyeni önlemleri ile ilişkili olduğu düşünülmüştür. Solunum yolu enfeksiyonu semptomları ile başvuran ve SARS CoV-2 PCR testi negatif sonuçlanmış olup görüntüleme bulguları
INTRODUCTION: With the increase in the number of patients presenting with respiratory tract symptoms during the pandemic, the differentia ldiagnosis of seasonal respiratory diseases and Coronavirus 2019 (COVID 19) has gained importance, and multiplex PCR (polymerase chain reaction) techniques are needed due to insufficient clinical and laboratory data for differentiation. We planned this study to determine the frequency of other respiratory viral agents accompanying SARS CoV-2, to determine the dominant viral agents and to determine the rate of coinfection.
METHODS: Patients aged 18-80 years who applied to the COVID 19 out patient clinic in our hospital between 01.01.2021 and 01.04.2021 with respiratory tract infection symptoms were included in the study. Two simultaneous nasopharyngeal swab samples were taken from the patients and examined for SARS CoV-2 and other respiratory viral agents. Demographic data, clinical complaints and laboratory values of the patients were recorded.
RESULTS: A total of 80 patients were included in the study. SARS CoV-2 PCR positivity was detected in 14 of the patients (17.5%), and rhinovirus in 4 patients, rhinovirus/enterovirus and SARS COV 2 PCR positivity in 1 patient. Co-infection was seen in 1 (1.25%) patient.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, the frequency of viral agents other than SARS CoV-2 was found to be less than the incidence in the pre-pandemic period. This situation was thought to be related to the mask, distance and hand hygiene measures taken to protect against COVID 19 infection. Other respiratory viral agents should be kept in mind in cases who present with symptoms of respiratory tract infection and have a negative SARS CoV-2 PCR test and imaging findings do not support COVID 19.

11.Primary Comparison of SARS-COV2 PCR Samples of Body Fluids In Covıd-19 Cases Admission To Intensive Care Unit
Eren Karahan, Gülten Arslan, Kemal Saraçoğlu, Serap Demir Tekol
doi: 10.5505/ktd.2022.48640  Pages 69 - 78
GİRİŞ ve AMAÇ: Ciddi akut solunum sendromu-koronavirüs (SARS-CoV-2) dünyada hızlı yayılarak pandemiye neden olan ve yüksek mortaliteye sahip bir koronavirus hastalığıdır Bu çalışmanın amacı; Koronavirüs hastalığı-2019 (COVID-19) hastalığının tanısında çeşitli vücut sıvılarına ait SARS-COV2 Reverse Transkripsiyon-Polimeraz Zincir Reaksiyonu (RT-PCR) örneklemelerini karşılaştırmak ve mortaliteye etki eden faktörleri araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Prospektif olan çalışmaya, klinik semptomları ve/veya nazofaringeal sürüntü pozitifliği ve/veya BT bulguları ile COVID-19 tanısı alarak Yoğun Bakım Ünitesi (YBÜ)’ne kabul edilen, yatışlarının ilk 24 saatinde çeşitli vücut numunelerinden (nazofaringeal, trakeal, rektal, mide, plazma, idrar) RT-PCR ile sürüntüleri alınan 81 hasta dahil edildi.Olguların yaş, cinsiyet, komorbid hastalıkları, operasyon öyküleri, COVID-19 tanı yöntemleri (Bilgisayarlı Tomografi/Nazofaringeal sürüntü pozitifliği/Klinik), tedavi protokolleri, mekanik ventilasyon destekleri,YBÜ yatış ve entübasyon süreleri, beslenme yöntemi, aldıkları tedavileri,mortaliteye etki eden faktörleri değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmamızda RT-PCR pozitifliğin en sık nazofaringeal, sonrasında mide ve rektal örneklemede olduğu, nazal örneklemi negatif çıkan hastaların(n=55) 7’sinde trakeal, 4’ünde mide, 5’inde rektal, 2’sinde plazma örneklemesinin pozitif olduğu saptandı.Trakeal örneklemi negatif çıkan hastaların(n=33) ise 4’ünde mide, 3’ünde rektal,6’sında nazal,4’ünde plazma örneklemesinin pozitif olduğu gözlendi.Tek değişkenli analizde ileri yaş, operasyon, antibiyotik verilmesi öyküsü olmaması, kronik ilaç kullanımı, entübasyon gereksiniminin mortaliteyi artırdığı, trakeal örneğin pozitif saptanmasının ise mortaliteyi azalttığı belirlendi. Multiple regresyon analizinde ise sadece mekanik ventilasyona bağlanmanın mortalite üzerinde etkli olduğu saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tanıda altın standart olarak belirtilen nazofaringeal sürüntülerin yanlış negatifliklerinin olması nedeniyle tek başına tanı konulmasında güvenilir olmayabileceği, tanıda hata olasılığını azaltmak için aynı hastadan birden fazla vücüt örneklemelerinin test edilmesinin yararlı olabileceği, erken tanının ve tedavinin mortalitede etkili olabileceği ve mortalitede en önemli risk faktörünün de entübe olma olduğu kanısına varıldı.
INTRODUCTION: SARS-CoV-2 (severe-acute-respiratory-syndrome-coronavirus) is a coronavirus disease that spreads rapidly in the world and causes pandemics and has high mortality rate.The aim of this study is;to compare the SARS-COV2 RT-PCR(Reverse-Transcription-Polymerase-Chain-Reaction) samples of various body fluids in the diagnosis of COVID-19 disease and to investigate the factors affecting mortality.
METHODS: The prospective study was admitted to the Intensive Care Unit(ICU) of 81patients with clinical symptoms and/or nasopharyngeal swab positivity and/or CT findings and diagnosed with Covid-19 and collected from various body samples (nasopharyngeal, tracheal, rectal, stomach, plasma, etc.) whose swabs were obtained by RT-PCR in the first 24hours of hospitalization. Age, gender, comorbid diseases, operation history, Covid-19 diagnostic methods (CT/Nasopharyngeal swab positivity/Clinic), treatment protocols, mechanical ventilation supports, ICU hospitalization and intubation times, feding method, the treatments they received and factors affecting mortality were evaluated.
RESULTS: In our study, it was found out that RT-PCR positivity was most common in nasopharyngeal, then gastric and rectal sampling.Of the patients whose nasopharyngeal sampling was negative (n=55), 7 tracheal, 4 stomach, 5 rectal, 2 plasma sampling were detected as positive. In the patients whose tracheal sampling were negative (n=33), it was observed that 4 had stomach, 3 rectal, 6 nasal, 4 had positive plasma sampling. Advanced age, history of no operation, antibiotic administration, chronic drug use, intubation requirement increased mortality in univariate analysis, and positive tracheal sample decreased mortality. In multiple regression analysis, it was found that only mechanical ventilation was effective on mortality.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Nasopharyngeal swabs, which are stated as the gold standard in diagnosis, may not be reliable in diagnosis alone due to their false negativity, testing multiple body samples from the same patient to reduce the possibility of error in the diagnosis may be useful, early diagnosis and treatment may be effective in mortality and the most important risk factor in mortality was found out to be being intubated.

12.Is Convalescent Plasma Just a Theoretical Therapeutic Option for Critically Ill Patients with COVID 19: A Retrospective Cohort Study
Kemal Tolga Saraçoğlu, Fulya Çiyiltepe, Elif Bombacı, Yeliz Bilir, Ayten Saraçoğlu, Recep Demirhan
doi: 10.5505/ktd.2022.34735  Pages 79 - 91
GİRİŞ ve AMAÇ: Yoğun bakım uzmanları, kritik durumdaki COVID-19 hastaları için çözümler arar. Şimdiye kadar, kanıt bulunmadığından SARS-CoV-2 enfeksiyonu için spesifik bir tedavi yoktur. Bu çalışmanın amacı, şiddetli COVID-19 hastalarında konvelesan plazma transfüzyonu ile ilk klinik deneyimimizi tanımlamaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma 22 Mart - 1 Haziran 2020 tarihleri arasında gerçekleştirildi. Polimeraz zincir reaksiyonu ve Toraks Bilgisayarlı Tomografi kullanılarak COVID-19 tanısı konan yetişkin hastalar dahil edildi. COVID-19 hastaları üniversite hastanemizin belirlenmiş Yoğun Bakım Ünitelerinde tedavi altına alındı. Plazma transfüzyon kriterlerini karşılayan kritik hastaların verileri analiz edildi. Klinik sonuçlar, hem ölü hem de canlı hastalar için tedavi öncesi ve sonrası karşılaştırıldı.
BULGULAR: Salgın sırasında 401 COVID-19 hastası yoğun bakım ünitesine alındı. 24 hastaya konvelesan plazma tedavisi verildi. Yirmi bir hasta ölümle sonuçlandı ve 3 hasta hayattaydı. Yoğun bakımda kalış süresi ölü hastalarda 19,10±8,10 gün, yaşayan hastalarda 7,67±1,53 gün idi (p=0,026). Tedavi öncesi ve sonrası mekanik ventilatör parametrelerinde, SOFA skorlarında ve akut faz reaktanlarında anlamlı bir değişiklik olmadı. Plazma tedavisinin gecikmesi ile ölüm zamanı arasında anlamlı bir ilişki vardı (p=0,006).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Konvelesan plazma tedavisinin sağkalım oranı, mekanik ventilatör parametreleri, SOFA veya akut faz reaktanları üzerinde olumlu bir etkisi ortaya çıkmadı. Randomize kontrollü çalışmalar olmadan bu konuda objektif görüş bildirmek, hastalara başarı için yanlış umut verme riskini taşır.
INTRODUCTION: The intensivists seek solutions for critically ill COVID-19 patients. Thus far, there is no specific treatment for SARS-CoV-2 infection because of the absence of evidence. The aim of this study is to describe our first clinical experience with convalescent plasma transfusion in severe COVID-19 patients.
METHODS: The study was conducted from 22 March to 1 June 2020. Adult patients diagnosed with COVID-19 using a polymerase chain reaction and thorax Computerized Tomography were included. The COVID-19 patients were treated in designated Intensive Care Units of our university hospital. The data of critically ill patients who met the plasma transfusion criteria were analyzed. Clinical outcomes were compared before and after treatment for both dead and alive patients.
RESULTS: During the outbreak 401 COVID-19 patients were admitted to the intensive care unit. Convalescent plasma treatment was given to 24 patients. Twenty one patients ended up with death and 3 patients were alive. The duration of ICU stay was 19.10±8.10 days in dead patients, while alive patients stayed 7.67±1.53 days (p=0.026). There was no significant change in mechanical ventilator parameters, SOFA scores and acute phase reactants before and after treatment. There was a significant relationship between the delay of plasma treatment and the time of the death (p=0.006).
DISCUSSION AND CONCLUSION: A positive effect of convalescent plasma treatment on the survival rate, mechanical ventilator parameters, SOFA or acute phase reactants was not revealed. Reporting objective opinion on this subject without randomized controlled studies carries the risk of giving patients false hope for success

CASE REPORT
13.Right Hemicolectomy Plus Pancreaticoduodenectomy for a T4b Hepatic Flexure Tumor Extending to Duodenum and Gallbladder: Case Report
Kerem Karaman, Adem Yüksel, Ahmet Tarık Harmantepe, Mevlüt Yordanagil, Feyza Aşıkuzunoğlu, Mehmet Aziret
doi: 10.5505/ktd.2022.42402  Pages 92 - 97
Çevre yapıları invaze eden lokal ileri sağ hemikolon tümörleri nadir fakat multi-disipliner bir yaklaşımla ele alınması gereken karmaşık tümörlerdir. Negatif cerrahi sınırlara sahip tümör kitlesinin en blok rezeksiyonu sağ kalımı uzatan en önemli faktördür. Bu yazıda safra kesesi ve duodenumu invaze eden hepatik fleksura tümörü olan bir hasta sunuldu.
Locally advanced right hemi-colon cancers that invade surrounding structures are rare but complex tumors that should be handled with a multidisciplinary approach. En bloc resection of the tumor mass with negative surgical margins is the most crucial factor prolonging survival. We presented a patient with hepatic flexure tumor invading the gallbladder and duodenum.

ORIGINAL ARTICLE
14.Comparison of Invasive Versus Conservative Management in Elderly Patients with Non-ST-Segment Myocardial Infarction: A Propensity Score Matching Analysis
Faysal Şaylık, Tufan Cinar, Murat Selçuk, Tayyar Akbulut
doi: 10.5505/ktd.2022.33576  Pages 98 - 109
GİRİŞ ve AMAÇ: ST segment yükselmesi olmayan miyokart enfarktüsü (STOME) olan yaşlı hastalarda en uygun yönetim stratejisi hala tartışmalıdır. Biz bu çalışma da 75 yaş üzeri STOME’lı hastalarda girişimsel ve konservatif yaklaşımları kısa ve uzun dönem ölüm açısından karşılaştırmayı hedefledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Toplamda 448 hasta (212 tanesi girişim grubunda ve 236 tanesi konservatif grupta) risk faktörleri açsından propensity skor uyum (PSU) analizi kullanılarak dengelendi. PSM analizinden sonra toplam 376 hastadan oluşan eşit sayıya sahip 2 grup seçim yanlılığı yapılmadan oluşturuldu. Bu gruplar kısa ve uzun dönem ölüm oranları açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Konservatif grupta olan hastalar, invaziv grupta olan hastalara göre daha yüksek hastane içi ölüm (%11,2 vs %4,8), kısa dönem (%17.5 vs %7.5) ve uzun dönem ölüm (%23.3 vs %8.6) oranlarına sahiptiler. Kaplan-Meier yaşam eğrileri, gruplar arasında kısa dönem ve uzun dönem yaşam ihtimalleri açısından anlamlı farklılıklar olduğunu gösterdi. Girişimsel bir yaklaşım, konservatif yaklaşıma göre ölüm riskini % 69.1 oranında azaltmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Konservatif tedaviye kıyasla, 75 yaş üstü STOME'lı yaşlı hastalarda girişimsel yönetim mortalite üzerinde fayda sağlamıştır
INTRODUCTION: The optimal management strategy in elderly patients with non-ST-segment elevation myocardial infarction (NSTEMI) is still debatable. We aimed to investigate the short- and long-term mortality rates of invasive and conservative management in elderly patients with NSTEMI aged over 75 years.
METHODS: A total of 448 patients (212 in the invasive group and 236 in the conservative group) were balanced with respect to risk factors using a propensity score matching (PSM) analysis. After PSM analysis, equal sized two groups of 376 patients were obtained with no selection bias. Short- and long-term mortality rates were compared between groups.
RESULTS: Patients in the conservative group had higher in-hospital (11.2 % vs 4.8 %), short-term (17.5 % to 7.5 %), and long-term mortality rates (23.3 % to 8.6 %) than patients in the invasive group. Kaplan-Meier survival curves showed significant differences of survival probabilities between groups for short- and long-term mortalities. An invasive management reduced the risk of mortality by 69.1 % when compared to conservative management.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Invasive management had improved benefit on the mortality in elderly patients with NSTEMI aged over 75 years compared to the conservative management.

15.Axillary Treatment of Early Breast Cancer Patients in The Era of ACOSOG Z0011. Our experience
Barış Mantoğlu, Belma Koçer, Emre Gönüllü, Yeşim Akdeniz, Kayhan Özdemir, Enis Dikicier
doi: 10.5505/ktd.2022.01700  Pages 110 - 117
GİRİŞ ve AMAÇ: Z0011 çalışması erken evre meme kanserinde meme koruyucu cerrahi ve radyoterapi alacak hastalarda 1-2 pozitif aksiller lenf nodunda tam aksiller diseksiyona gerek olmadığını uzun dönem sonuçlarıyla göstermiştir. Ayrıca, bu hastaların sağkalım sonuçları, tam aksiller diseksiyonlu hastalardan daha düşük değildir. Bu çalışma, Z0011 çalışması döneminde meme kanserli hastalarımızı retrospektif olarak değerlendirmeyi amaçladı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 2014-2021 yılları arasında pozitif SLNB ile neoadjuvan kemoterapi almamış ve meme kanseri nedeniyle opere edilmiş 89 hasta dahil edildi. Bu hastalardan 32'sine (grup I) sadece SLNB, 57'sine ise ALND (grup II) uygulandı.) yönergelere göre SLNB'den sonra yapıldı. Hastaların yaşı, tümör boyutu, hormonu, her2 neu, patolojik evresi, lüminal tipi, derecesi ve lenfovasküler invazyon kaydedildi. Ayrıca ALND sonrası metastatik LN durumu da değerlendirildi. Radyoterapi alma verileri kaydedildi. Son olarak hastaların takip süresi, bölgesel nüks ve uzak metastazlarına ait veriler toplandı.
BULGULAR: Klinikopatolojik faktörler iki grup arasında farklı değildi. Ortalama takip süresi grup 1'de 40 ay ve grup 2'de 52 ay idi. Grup 1'de herhangi bir lokal nüks, metastaz veya ölüm tespit etmedik. Grup 2'de lokal nüks olmaksızın iki hastada (%3,5) metastaz ve bir hastada (%1,75) kayıp saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışma z0011 bize düşük hacimli aksiller hastalığın AD olmaksızın RT ile tedavi edilebileceğini göstermiştir. Aksiller hastalık yakında temassız bir tekniğe dönüşebilir.
INTRODUCTION: Z0011 study demonstrated with long-term results that there is no requirement for complete axillary dissection in 1-2 positive axillary lymph nodes in patients who will receive breast-conserving surgery and radiotherapy in early-stage breast cancer. Furthermore, survival outcomes of these patients are not inferior to patients with complete AD. This study aimed to retrospectively evaluate our patients with breast cancer in the era of the Z0011 trial.
METHODS: The study included 89 patients who had not received neoadjuvant chemotherapy with positive SLNB and operated on for breast cancer between 2014 and 2021. Thirty-two of these patients (group I) received only SLNB, and in 57 patients, ALND (group II) was performed after SLNB according to the guidelines. The patients' age, tumor size, hormone, her2 neu, pathological stage, luminal type, grade, and lymphovascular invasion were recorded. In addition, the metastatic LN status after ALND was also evaluated. The data of having radiotherapy were recorded. Finally, patients' follow-up period, locoregional recurrence, and distant metastasis were collected.
RESULTS: The clinicopathologic factors were not different between the two groups. The mean follow-up period were 40 months in goup 1 and 52 months in group 2. In group 1, we did not detect any local recurrence, metastasis, or death. In Group 2, two patients had metastasis (3.5%), and one loss (1.75%) was detected, within no local recurrence.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Study z0011 has shown us that low volume axillary disease can be treated with RT without AD. The axillary disease may be evolved to a no-touch technique soon.

16.Is There a Relationship Between the Disease Duration of Migraine and Symptoms of Depression and Anxiety?
Emel Ur Ozcelik, Melek Ozarslan
doi: 10.5505/ktd.2022.52280  Pages 118 - 123
GİRİŞ ve AMAÇ: Migrenlilerde hastalık süresi ile depresyon ve anksiyete semptom düzeylerinin arasındaki ilişkiyi araştırmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya dahil edilen hastalar Uluslararası Başağrısı Derneği 2013 (ICHD-3 beta) kriterlerine göre kesin migren tanısı almış olan ve en az son bir aydır profilaksi amaçlı başka tedavi almayanlar arasından seçildi. Başağrısı günlükleri yanında Beck anksiyete ve Beck depresyon ölçekleri dolduruldu. Migren hastalık süresi ile depresyon ve anksiyete ölçeklerinin skorları arasında doğrusal bir ilişki olup olmadığı uygun istatistiksel yöntemler ile araştırıldı. Analizler için gruplardaki sayı dağılımları da gözönüne alınarak hastalar migren hastalık sürelerine göre altı gruba ayrıldılar: <2 yıl (Group A), >2-<5 yıl (Group B), >5-<10 yıl (Group C), >10-<15 yıl (Group D), >15-<20 yıl (Group E), and >20 yıl (Group F).
BULGULAR: Hastaların (n=291) %93,1’i kadın (n=271) olmak üzere ortalama yaşları 35,6+10,198 (17-56) yıl, ortalama hastalık süreleri 11,84+8,2 (1-33) yıl idi. Gruplar arasında Beck depresyon (Grup A: 30,40± 10,177; Grup B: 30,41 ± 11,846; Grup C: 29,04 ±9,922; Grup D: 31,78 ± 12,202; Grup E: 29,03±11,983; Grup F: 31,40±12,406) ve anksiyete ölçeklerinin (Grup A: 28,29±10,689; Grup B: 27,80±10,770; Grup C: 27,38 ±10,086; Grup D: 28,80 ± 11,786; Grup E: 26,31±10,777; Grup F: 27,37±10,097) ortalama skorları açısından anlamlı fark bulunmadı (p>0,05). Migren hastalık süresi ile Beck depresyon (r (291)=0,007, p=0,970) ve anksiyete (r (291)=-0,033, p=0,573) ölçeklerinin skorları arasında da ilişki gözlenmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastalık süresi daha uzun olanlar, daha kısa olanlarla karşılaştırıldığında depresyon ve anksiyete semptomlarının şiddeti arasında anlamlı fark bulunamadı. Elde ettiğimiz bu veriler, migren ile depresyon ve anksiyete semptomlarının birlikteliğinin hastalık sürecinden bağımsız olarak hastalığın doğasında yer almasıyla ilişkili olabilir.
INTRODUCTION: We aimed to investigate the relation between disease duration and severity of anxiety disorder and depression symptoms in migraine patients.
METHODS: Two-hundred ninety-one patients with a definitive diagnosis of migraine according to ICHD-3 beta and who did not receive any other treatment for prophylaxis for at least one month were included. Headache diaries, Beck anxiety, and Beck depression inventories were filled. Whether there is a linear relationship between disease duration of migraine and the scores of depression and anxiety inventories was investigated using appropriate statistical methods. The patients were divided into six groups according to their disease duration as follows: <2 years (Group A), >2-<5 years (Group B), >5-<10 years (Group C), >10-<15 years (Group D), >15-<20 years (Group E), and >20 years (Group F).
RESULTS: The mean age of the patients was 35.6±10.2 years, of which 93.1% were female (n=271), and the mean disease duration was 11.84±8.2 years. No significant difference was found between the groups regarding the mean scores of Beck depression and anxiety inventories (p>0.05). There was also no correlation between the duration of migraine and the scores of Beck depression (r(291)=0.007, p=0.970) and anxiety (r (291)=-0.033, p=0.573) inventories.
DISCUSSION AND CONCLUSION: No significant difference was determined between the severity of depression and anxiety symptoms in patients with a longer disease duration compared with those with shorter duration. The data we obtained may be related to the fact that the co-existence of migraine and the symptoms of depression and anxiety disorder is in the nature of the disease, independent of disease process.

CASE REPORT
17.Sinonasal Angiomatous Polyp: A Case-based Review of A Rare Benign Lesion of Sinonasal Tract
Fatih Yilmaz, Mustafa Fuat Acikalin, Ercan Kaya, Ugur Toprak
doi: 10.5505/ktd.2022.79999  Pages 124 - 128
Sinonazal anjiyomatöz polipler nadir görülen lezyonlardır ve tüm inflamatuar sinonazal poliplerin yaklaşık %4-5'ini oluştururlar. Mikroskobik olarak, sinonazal anjiomatöz polipler, çok sayıda ince duvarlı dilate kapiller boşluklar ve bol, amorf, amiloid benzeri eozinofilik materyal ile karakterize edilir. Burada sol maksiller sinüsün sol nazal geçişini dolduran ve orofarenkse uzanan bir anjiyomatöz polip olgusunu sunuyoruz. Zengin vaskülariteleri, enfarktüs eğilimi, stromal bizar atipik hücrelerin varlığı ve hızlı büyüme gösterme yetenekleri neoplastik bir süreci taklit edebilir ve bu nedenle tanısal zorluklara neden olabilir. Bu lezyonların klinik, radyolojik ve patolojik ayırıcı tanısında çok sayıda iyi huylu ve kötü huylu lezyon yer almaktadır. Bu nedenle bu antitenin klinikopatolojik ve radyolojik özelliklerinin farkında olmak doğru tanıya ulaşmak için çok önemlidir.
Sinonasal angiomatous polyps are rare lesions and represent approximately 4-5% of all inflammatory sinonasal polyps. Microscopically, sinonasal angiomatous polyps are characterized by a large number of thin-walled dilated capillary spaces and abundant amorphous, amyloid-like eosinophilic material. Here we report a case of angiomatous polyp of the left maxillary sinus, filling the left nasal passage and extending to the oropharynx. Their rich vascularity, the tendency to infarction, the presence of stromal bizarre atypical cells, and the ability to exhibit rapid growth can mimic a neoplastic process, and may, therefore, cause diagnostic difficulties. Numerous benign and malignant lesions are included in the clinical, radiological and pathological differential diagnosis of these lesions. Therefore, being aware of this entity and its clinicopathological and radiological properties is crucial to reach the correct diagnosis.

ORIGINAL ARTICLE
18.Impact of Hysteroscopic Polypectomy on Pregnancy Rates and Pregnancy Outcomes in Infertile Patients
Çağlayan Ateş, Tuğba Koç, Nilufer Akgün, Berna Dilbaz
doi: 10.5505/ktd.2022.04657  Pages 129 - 137
GİRİŞ ve AMAÇ: Histeroskopik polipektomi uygulanmış infertil hastaların gebelik oranları ve gebelik sonuçlarını retrospektif olarak incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemizin reprodüktif endokrinoloji ve infertilite kliniğine 01 Ocak 2016 ile 31 Aralık 2019 tarihleri arasında başvuran 174 subfertil ve infertil kadın retrospektif olarak incelendi. Tüm bu hastalara rutin olarak transvajinal ultrasonografi (TVUSG) ve rutin infertilite testleri uygulandı ve partnerleri erkek faktörü (Dünya Sağlık Örgütü sınıflamasına göre) için tarandı. Endometrial polip tanısı alan hastalar çalışmaya dahil edildi.
BULGULAR: İncelenen 174 olgudan 151’i (%86.8) infertilite, infertilite yanısıra 16’sı (%9.2) anormal uterin kanama, 2’si (%1.1) ise tekrarlayan gebelik kaybı şikayetleri ile başvurmuştur. Hastalarda görülen en sık infertilite nedeni (103/174, %59.7) açıklanamayan infertilite idi. Gebelik öncesi ortalama infertilite süresi 39.72 ± 38.96 ay, polip boyutu 9.35 ± 3.63 mm, polip sayısı 1.1 ± 0.5 olarak bulunmuştu.Olguların % 72.4’ünde ek bir jinekolojik organik patoloji yoktu. Polipektomi sonrası toplam 139 (%79.8) hastada gebelik gerçekleşti (%33.3 IVF, %19.0 IUI, %23.6 spontan). Gebe kalma süresi 14.11 ± 10.93 ay olarak bulunmuştur (Tablo-2). Polip boyutu >10 mm olan hastalarda gebe kalma oranı (%58.3), polip <10 mm olan hastalara göre (%55.6) daha yüksek olsa da bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır (p=.741).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Subfertil kadınlarda endometriyal poliplerin çıkarılması poliplerin boyutu, sayısı, lokasyonundan bağımsız olmak üzere gebelik ve canlı doğum oranlarını artırmaktadır.
INTRODUCTION: We aimed to retrospectively examine pregnancy rates and pregnancy outcomes of infertile patients who had undergone hysteroscopic polypectomies.
METHODS: 174 subfertile and infertile women were retrospectively examined who were admitted to our hospital's reproductive endocrinology and infertility clinic between January 1, 2016 and December 31, 2019. All of these patients were routinely administered transvaginal ultrasonography (TVUSG) and routine infertility tests, and their partners were screened for the male factor (according to the World Health Organization classification). Patients diagnosed with endometrial polyps were included in the study.
RESULTS: Of the 174 cases studied, 151 (86.8%) had infertility, 16 (9.2%) as well as infertility had abnormal uterine bleeding and 2 (1.1%) had recurrent pregnancy loss complaints.The most common cause of infertility seen in patients was unexplained infertility (103/174, 59.7%).The average pre-pregnancy infertility period was found to be 39.72 ± 38.96 months, the polyp size was 9.35 ± 3.63 mm and the polyp number was 1.1 ± 0.5.In 72.4% of cases, no additional gynaecological organic pathology was foun.A total of 139 (79.8%) patients had pregnancies after a polypectomy (33.3% IVF, 19.0% IUI, and 23.6% spontaneous).The conception period was found to be 14.11 ± 10.93 months. While the rate of conception in patients with polyp sizes of > 10 mm (58.3%) was higher than in patients with polyps of < 10 mm (55.6%), this difference was not found to be statistically significant (p =.741).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Removal of endometrial polyps in subfertile women increases rates of pregnancy and live birth, regardless of the size, number, location of polyps.

19.Effect of urethroplasty on voiding and sexual functions: Retrospective Analysis
Emre Can Polat, Levent Ozcan, Musab Ümeyir Karakanlı, Alper Otunctemur
doi: 10.5505/ktd.2022.94210  Pages 138 - 146
GİRİŞ ve AMAÇ: Üretroplastinin işeme ve seksüel fonksiyonlar üzerine etkisini değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Üretra darlığı nedeniyle değişik tekniklerle üretroplasti yapılan ve en az 2 yıllık takipleri bulunan hastaların verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Korpus spongiozum tam kat kesilip kesilmemesine göre hastalar gruplandırıldı. Eksizyon ve Primer Anastomoz ve bukkal mukoza kullanılarak Augmente Anastomotik Üretroplasti uygulanan on hasta Grup 1 (Transecting)’ i oluşturur iken Non Transecting Anastomotik Üretroplasti, Dorsal Onlay Bukkal Mukozal Greft Üretroplasti ve Kulkarni Tek Taraflı Dorsolateral Onlay Bukkal Mukozal Greft Üretroplasti uygulanan on beş hasta Grup 2 (Non-Transecting) olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Grup 1’de yaşam kalitesi skoru tedavi öncesi 3.5 ± 0.53 iken tedavi sonrası 1.6 ± 0.52 (p<0.001), Grup 2’de tedavi öncesi 3.26 ± 0.46 iken tedavi sonrası 1.4 ± 0.51 olarak izlendi (p<0.001). Grup 1’de erkek cinsel sağlığı, ejakülator disfonksiyon sorgulama formu skoru tedavi öncesi 10.8 ± 1.55 iken tedavi sonrası 11.1 ± 1.37, Grup 2’de ise tedavi öncesi 10.88 ± 1.59 iken tedavi sonrası 12.3 ± 1.54 saptandı (p<0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Uygulanan teknikten bağımsız olarak tüm hastaların maksimum akım hızları ve yaşam kalitesinde ameliyat öncesi döneme göre istatistiksel anlamlı iyileşme gözlendi. Erektil fonksiyonda her iki grupta ameliyat öncesi ve sonrası istatistiksel anlamlı değişiklik izlenmezken; ejakulatuar fonksiyonun Non-Transecting teknikler kullanılan grupta istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde düzeldiği görüldü.
INTRODUCTION: To evaluate the effect of urethroplasty on voiding and sexual functions.
METHODS: The data of patients who underwent urethroplasty with different techniques due to urethral stricture and had at least 2 years of follow-up were evaluated retrospectively. Patients were grouped according to whether the corpus spongiosum was cut or not. Ten patients who underwent Excision Primary Anastomosis and Augmented Anastomotic Urethroplasty using buccal mucosa constitute Group 1 (Transecting), while fifteen patients who underwent Non Transecting Anastomotic Urethroplasty, Dorsal Onlay Buccal Mucosal Graft Urethroplasty and Kulkarni One-sided Dorsolateral Onlay Buccal Mucosal Graft Urethroplasty were considered as Group 2 (Non-Transecting).
RESULTS: While quality of life score was 3.5 ± 0.53 in Group 1 before treatment, it was 1.6 ± 0.52 after treatment (p<0.001), in Group 2 it was 3.26 ± 0.46 before treatment and 1.4 ± 0.51 after treatment (p<0.001). In Group 1, Male Sexual Health Questionnaire Ejaculatory Dysfunction score was 10.8 ± 1.55 before treatment, 11.1 ± 1.37 after treatment, and in Group 2, it was 10.88 ± 1.59 before treatment and 12.3 ± 1.54 after treatment (p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Regardless of the technique applied, a statistically significant improvement was observed in the maximum flow rates and quality of life of all patients compared to the preoperative period. While there was no statistically significant change in erectile function before and after surgery in both groups; It was observed that ejaculatory function improved statistically in the group using Non-Transecting techniques.

20.The Relationship Between Location of the Bite Incidents and the Use of Antivenom in Patients Presenting with Snakebites in Kastamonu Region
Miraç Koç, Özgür Önen, Okyanus Necdet Aykan, Fatma Mutlu Kukul Güven
doi: 10.5505/ktd.2022.28582  Pages 147 - 156
GİRİŞ ve AMAÇ: Yılan ısırıkları nadir rastlanan ve genellikle ihmal edilen ancak son derece ölümcül yaralanmalardır. Yılan ısırmalarının tedavisinde en kritik karar antivenom kulanımıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2013 – 2020 yılları arasında Kastamonu Devlet Hastanesi acil servisine başvuran 50 yılan ısırığı olgusu incelemeye alındı. Hastalar antivenom verilip verilmemesi ve yılan ısırığın gerçekleştiği bölgelere göre sınıflandırıldı.
BULGULAR: Yılan ısırmasıyla başvuran 50 hastanın 14’üne (%28) antivenom verildiği gözlendi. Doğanyurt, Bozkurt ve Taşköprü ilçelerinden başvuran hastaların hepsine(%100), Azdavay ve Şenpazar’dan başvuran hastaların da yarısına(%50) antivenom verilmiş olduğu izlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kastamonu ve çevre ilçelerinde zehirli yılanlar görülmektedir. Bu çalışma, bölgemizde en çok antivenom gereksinimi olan yılan ısırıklarının gerçekleştiği bölgeleri belirlemek için yapıldı. Doğanyurt, Bozkurt ve Taşköprü bölgelerindeki yılanların daha zehirli olduğu sonucuna varıldı.
INTRODUCTION: Snakebites are rarely encountered and often neglected, but extremely fatal injuries. The most critical decision in the treatment of snakebites is the use of antvenom.
METHODS: A total of 50 patients with snakebites presented to the Kastamonu Public Hospital emergency department between 2013 and 2020 were examined. Patients were classified according to whether antivenom was given or not and the locations where the snakebite occurred.
RESULTS: It was observed that 14 (28%) of 50 patients presented with snakebites were administered antivenom. Antivenom was given to all (100%) patients who presented from Doğanyurt, Bozkurt, Taşköprü districts and half (50%) of the patients who presented from Azdavay and Şenpazar.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Venomous snakes are seen in Kastamonu and surrounding districts. This study was conducted to determine the locations where the most antivenom-requiring snakebites occur.

21.Investigation of the Relationship between Blood Urea Nitrogen / Serum Albumin Ratio and Clinical Course in Patients with COVID-19 Pneumonia
Aksel Özdemir, Melih Yüksel, Mehmet Oguzhan Ay, Halil Kaya, Ümran Doğru, Mehtap Bulut
doi: 10.5505/ktd.2022.48742  Pages 157 - 171
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, acil servise başvuran COVID-19 pnömonili hastalarda başvuru esnasında ölçülen Kan Üre Azotu/Albümin oranı (BAR) ile CURB-65, NEWS-2 ve TREWS skorlarının mortalite ve prognoz tahmininde etkili bir belirteç olup olmadığını araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastaların BAR, CURB-65, NEWS-2 ve TREWS skorları hesaplanarak 28 günlük mortalite açısından tanısal değerlerinin araştırılması için ROC eğrisi çizildi.
BULGULAR: Hastaların BAR, CURB-65, NEWS-2 ve TREWS skorları hesaplanarak 28 günlük mortalite açısından tanısal değerlerinin araştırılması için ROC eğrisi çizildi.
BULGULAR: Yirmi sekiz günlük sürede mortalite gelişen hastaların sırası ile BAR değeri (p<0,001), CURB-65 (p<0,001), NEWS-2 (p<0,001), ve TREWS (p<0,001) skorlarının, istatistiksel olarak anlamlı derecede farklı olduğu görüldü. BAR’ın 28 günlük mortaliteyi öngörmede kullanımı için yapılan ROC analizinde; eğri altındaki alan (AUC) değeri 0,875 [(%95 GA 0,826-0,924), (p<0.001)], CURB-65 skorunun AUC değeri 0,887 [(%95 GA 0,834-0,940), (p<0.001)], NEWS-2 skorunun AUC değeri 0,837 [(%95 GA 0,768-0,907), (p<0.001)], TREWS skorunun AUC değeri 0,852 [(%95 GA 0,787-0,918), (p<0.001)] olarak bulundu. BAR’ın 28 günlük mortaliteyi öngörmede kesim değeri 4,440 olduğunda sensitivitesi % 93,2, spesifitesi % 70,6 olarak saptandı.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Basit, ucuz ve kolay elde edilebilen bir parametre olan BAO, COVİD-19 pnömonisi olan hastalarda 28 günlük mortaliteyi öngörmede oldukça etkilidir. Aynı zamanda diğer skorlama sistemleri ile de beraber kullanılabilir.
INTRODUCTION: This study aims to investigate whether the Blood Urea Nitrogen to Serum Albumin ratio (BAR) as well as the CURB-65, NEWS-2, and TREWS scores which are measured at admission are effective predictors of mortality and prognosis in patients with COVID-19 pneumonia.
METHODS: BAR, CURB-65, NEWS-2, and TREWS scores were calculated and a ROC curve was drawn to examine their diagnostic value in predicting 28-day mortality.
RESULTS: The BAR (p<0.001), CURB-65 (p<0.001), NEWS-2 (p<0.001), and TREWS (p<0.001) scores of the patients who died within the 28-day period were statistically significantly different. In the ROC analysis to predict 28-day mortality, the area under the curve (AUC) was found to be 0.875 for BAR [(95% CI 0.826-0.924), (p<0.001)], 0.887 for CURB-65 [(95% CI 0.834-0.940), (p<0.001)], 0.837 for NEWS-2 [(95% CI 0.768-0.907), (p<0.001)], and 0.852 for TREWS [(95% CI 0.787-0.918), (p<0.001)]. When the cut-off value of BAR in predicting 28-day mortality was taken as 4.440, the sensitivity was found to be 93.2%, specificity was 70.6%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The BAR, which is a simple, inexpensive and easily available parameter, is highly effective in predicting 28-day mortality in patients with COVID-19 pneumonia. It can also be used with other scoring systems.

22.Etiological and Clinical Characteristics of Anterior Uveitis Cases in a Tertiary Hospital in Istanbul
Aslan Aykut
doi: 10.5505/ktd.2022.51447  Pages 172 - 180
GİRİŞ ve AMAÇ: Ümraniye Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Göz Hastalıkları Anabilim Dalı, Üvea Biriminde takip edilen ön üveit tanısı almış hastaların etiyolojik ve klinik özelliklerinin incelenmesi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ümraniye Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Göz Hastalıkları Anabilim Dalı, Üvea Biriminde 2009-2011 yılları arasında ön üveit tanısı almış hastaların bilgileri hasta dosyalarından retrospektif olarak tarandı. Her bir olgu için başlangıç yaşı, cinsiyet, aile öyküsü, oftalmolojik muayene bulguları, laboratuvar bulguları ve tedavi yaklaşımları değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya 118 hastanın 144 gözü dahil edildi. Hastaların 59’unun erkek (%50) 59’unun kadın (%50) olduğu ve ortalama yaşlarının 39.3±14.3 (minimum-maksimum, 5-83) yıl olduğu saptandı. Olguların %44’ünün idiyopatik ön üveiti olduğu görüldü. İdiyopatik olmayan olgularda en sık ön üveit tanılarının 16’şar hasta ile HLA-B27 ilişkili ön üveit ve Fuchs’ Üveit Sendromu olduğu görüldü. Sistemik hastalık ilişkisinin 22 (%18) hastada tespit edilebildiği, en sık görülen sistemik hastalığın ise 8 (%6,8) olguda tespit edilen ankilozan spondilit olduğu saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda HLA-B27 ilişkili ön üveit ve Fuchs’ Üveit Sendromunun idiyopatik ön üveit sonrası en sık görülen ön üveitler olduğu saptanmıştır. Multidisipliner bir çalışma ile ön üveit olguların çoğunda tanı koymanın mümkün olduğu görülmüştür.
INTRODUCTION: Investigation of etiological and clinical features of patients diagnosed with anterior uveitis followed in Ümraniye Training and Research Hospital, Department of Ophthalmology, Uvea Department
METHODS: Patients’ diagnosed with anterior uveitis in Ümraniye Training and Research Hospital, Department of Ophthalmology, Uvea Department between 2009 and 2011 were scanned retrospectively from patient files. Age of onset, gender, family history, ophthalmologic examination findings, laboratory findings and treatment approaches were evaluated for each case.
RESULTS: 144 eyes of 118 patients were included in the study. It was determined that 59 (50%) of the patients were male and 59 (50%) were female, and their mean age was 39.3±14.3 (minimum-maximum, 5-83) years. It was observed that 44% of the cases had idiopathic anterior uveitis. The most common diagnoses of anterior uveitis in non-idiopathic cases were HLA-B27 associated anterior uveitis and Fuchs' uveitis syndrome, with 16 patients each. Systemic disease association was detected in 22 (18%) patients, and the most common systemic disease was ankylosing spondylitis, which was detected in 8 (6.8%) patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, it was found that HLA-B27 associated anterior uveitis and Fuchs' uveitis syndrome are the most common anterior uveitis after idiopathic anterior uveitis. In a multidisciplinary study, it was seen that it was possible to diagnose most of the anterior uveitis cases.

23.Caregiver Burden and Quality of Life in Amyotrophic Lateral Sclerosis
Pınar Bekdik, Tuba Cerrahoğlu Şirin, Nurten Uzun Adatepe
doi: 10.5505/ktd.2022.44788  Pages 181 - 191
GİRİŞ ve AMAÇ: Amiyotrofik Lateral Skleroz (ALS) ilerleyici kas gücü kaybı nedeniyle hastanın hareket edebilmesi, kişisel bakımı ve hatta iletişim kurmasını bozarak sürekli bakıma ihtiyaç duyan kalıcı özürlülük haline neden olur. Bakım veren, hastaya fiziksel destek olmanın yanı sıra hem finansal hem psikolojik olarak ağır yük altındadır. Hasta veya bakıcı faktörlerinin, bakım veren yükü üzerindeki doğrudan veya dolaylı etkilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Prospektif kesitsel olarak 11 (4 kadın, 7 erkek) ALS hastası ve 11 (6 kadın,5 erkek) bakım veren çalışmaya alındı. Revize-ALS Fonksiyonel Derecelendirme ALS Skalası (ALSFRS-R) skoru ve Montreal Bilişsel değerlendirme ölçeği (MoCA) hastanın özürlülüğünü tespit etmek için kullanıldı. Bakım verenlerin üzerindeki etkiyi değerlendirmek için Bakım Verme Yükü Ölçeği (BVY) ve Sosyal Destek Ölçeği (SDÖ) yapıldı. Hem hasta hem bakım verenin depresif belirtileri Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) ile ve yaşam kalitesi Dünya Sağlık Örgütü Yaşam Kalite Ölçeği-Kısa form (DSÖ-YKÖ-KF) ile ölçüldü.
BULGULAR: Hastaların %55’inde bakım veren eşi, %%36’da çocuğu ve %9’unda torunuydu. BVY>40 yaş üstünde anlamlı derece artış göstermekteydi ancak kadın ve erkek arasında BVY farklı değildi. Hastalık şiddetinin artması ile BVY, bakım verenin depresyonu artmakta ve bakım verenin yaşam kalitesi azalmaktaydı. Hastanın depresyonun veya bilişsel durumundaki bozukluk ile bakım veren yükü arası ilişki saptanmadı. Sosyal destek ile bakım veren yükü ve bakım veren depresyonu arasında ilişkisi yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: ALS hastasının fiziksel özürlülüğü kötüleştikçe bilişsel bozulmadan veya hastanın depresyonundan daha fazla bakım veren yüküne neden olmaktadır. Bu durumun Türkiye’deki sıkı aile bağları ve sosyal dinamiklere bağlı olduğu düşünülebilir. ALS bakım verenlerinin durumunu değerlendirmeyi hedefleyen bu çalışmadaki ön veriler, palyatif bakım gibi sosyal destek programlarının gerekliliğini vurgulamıştır.
INTRODUCTION: Amyotrophic Lateral Sclerosis (ALS) leads to a permanent disability that requires constant care by impairing the patient's ability to move, personal care and even communication due to progressive loss of muscle strength. In addition to providing physical support to the patient, the caregiver is under a heavy burden both financially and psychologically. It is aimed to evaluate the direct or indirect effects of patient or caregiver factors on caregiver burden.
METHODS: 11 (4 female, 7 male) ALS patients and 11 (6 female, 5 male) caregivers were included in the prospective cross-sectional study. Revised Amyotrophic Lateral Sclerosis (ALSFRS-R) score and the Montreal Cognitive rating scale (MoCA) were used to assess the patient's disability. The Caregiver Burden Scale (CBS) and Social Support Scale (SSS) were used to assess the impact on caregivers. Depressive symptoms of both patients and caregivers were measured with the Beck Depression Scale (BDS), and quality of life was measured with the World Health Organization Quality of Life Scale-Short form (WHO-YQO-SF).
RESULTS: The caregivers were spouses in 55%, children in 36%, and grand children in 9% of patients. CBS increased significantly over the age of >40, but it was not different between men and women. With the increase in the severity of the disease, CBS, the depression of the caregiver increased and the quality of life of the caregiver decreased. There was no relationship between the depression or cognitive impairment of the patient and the caregiver burden. There was no relationship between social support and caregiver burden and caregiver depression.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As the physical disability of the ALS patient worsens, it causes more caregiver burden than cognitive impairment or depression of the patient. It can be thought that this situation is due to close family ties and social dynamics in Turkey. The preliminary data in this study, which aimed to evaluate the condition of ALS caregivers, emphasized the necessity of social support programs such as palliative care.

24.Long Term Follow-up Results of Neuroendoscopic Management of Suprasellar Arachnoid
Mustafa Sakar, Adnan Dağçınar
doi: 10.5505/ktd.2022.29560  Pages 192 - 200
GİRİŞ ve AMAÇ: Suprasellar araknoid kistler klinik prezentasyonları ve cerrahi tedavilerindeki çeşitlilik nedeni ile diğer araknoid kistlerden ayrılırlar. Bu çalışmanın amacı ventrikülokistosisternominin suprasellar araknoid kist tedavisinde uzun dönem sonuçlarını değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde 2013-2022 yılları arasında ventrikülokistosisternomi yöntemi ile tedavi edilmiş 22 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların klinik ve radyolojik bulguları ameliyat öncesi ve sonrası değerlendirildi. Klinik prezentasyonları, tedavi yanıtları, kistlerin küçülme oranları ve bir hidrosefali belirteci olarak Evans indeksi kullanıldı. Kist küçülme oranları ve Evans indekslerinin ameliyat öncesi ve ameliyat sonrası son kontroldeki değerleri karşılaştırıldı. Ayrıca bu değerler farklı suprasellar araknoid kist alt tipleri arasında karşılaştırıldı.
BULGULAR: Ventrikülokistosisternostomi tekniği 18 hastada artmış intrakraniyal basıncı kontrol etmede başarılı olmuştur (%82). Tedaviye yanıt vermeyen 4 hastanın üçünün öyküsünde daha önce geçirilmiş cerrahi tedavi vardı. Primer olgular için başarı oranı %95 idi. Abdusens siniri paralizisi olan 4 hastada bu bulgu ameliyat sonrası düzelirken, endokrin fonksiyon bozuluğu olan 4 hasta cerrahi tedaviden fayda görmedi. Evans indeksi değerleri ameliyat sonrası anlamlı düşüş gösterdi (p<0.05). Ancak Evans indeksi vekist küçülme oranları alt tipler arasında karşılaştırıldığında, grupral arasında anlamlı farklılık yoktu (p>0.05)
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ventrikülokistosisternostomi tekniği mevcut cerrahi yaklaşımlar arasında suprasellar araknoid kist tedavisi için en uygun seçenek olabilir. Suprasellar araknoid kistler morfolojik olarak sınıflandırılmaya çalışılsa da, cerrahi tedaviye yanıtları açısından bu alt tipler arasında anlamlı farklılık bulunmamıştır ve prognostik değerleri net değildir.
INTRODUCTION: Suprasellar arachnoid cysts (SACs) represent a unique subset of intracranial arachnoid cyst with their clinical presentation and diverse surgical treatment options. This study aims to delineate the long-term results of endoscopic ventriculocystocisternostomy (VCC) in suprasellar arachnoid cysts.
METHODS: A total of 22 suprasellar arachnoid cyst patients operated on with ventriculocystocisternostomy between 2013 and 2022 were enrolled in this study. Their clinical and radiological findings were recorded both pre and post-operatively. Clinical presentation, clinical improvement, cyst collapse ratio, and Evans index values (to evaluate hyrdocephalus) were recorded. Cyst collapse ratio and Evans index values were compared both between pre and post-operatively at last follow-up, and between different subtypes.
RESULTS: Ventriculocystocisternostomy showed excellent clinical result regarding increased intracranial pressure in 18 patients (82%). Three out of 4 patients that did not benefit from ventriculocisternostomy had previous surgical interventions. Success ratio in primary patients were 95%. While all 4 abducens nerve palsies recovered post-operatively, patients did not show progress in endocrine dysfunction. While Evans index values show significant decrease post-operatively (p<0.05), cyst collapse ratio and Evan index values did not differ among the morphologically described suprasellar arachnoid cyst subtypes (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Ventriculocystocisternostomy may suggest best treatment modality for suprasellar arachniod cysts. Morphological subtypes of suprasellar arachnoid cysts did not show significant difference following surgery and their prognostic value is lacking.

25.Evaluation of Posterior Ocular Structures in Patients with Familial Hypercholesterolemia
Hatice Selen Kanar, Ayhan Kup, Gizem Dogan Gokce, Mehmet Celik, Abdulkadir Uslu
doi: 10.5505/ktd.2022.97455  Pages 201 - 209
GİRİŞ ve AMAÇ: Ailesel hiperkolesterolemi (AH) hastalarında subfoveal koroidal kalınlık (SFKK) ve peripapiller retina sinir lifi tabakası kalınlığını (pRSLTK) araştırmayı ve sağlıklı kontrollerle karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: AH'li 46 hasta ve yaş ve cinsiyet uyumlu 40 kişi control grubu olarak çalışmaya dahiledildi. SFKK, ortalama pRSLTK ve pRSLTK'nin dört kadranı spektral domain-optik koherens tomografi (SD-OKT) ile ölçüldü.
BULGULAR: AH'li hastalarda ortalama SFKK (372,56±51,24 µm), control grubundan (334,27 ± 45,62 µm) daha kalındı (p = 0,036). AH olan hastalarda kontrollere kıyasla daha ince global, superior ve inferior pRSLTK vardı (sırasıyla p <0.001, p <0.001 ve p = 0.018), iki grup arasında pRSLTK'nin nazal ve temporal kadranında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: AH olan hastalarda daha kalın SFKK ve daha ince global, superior ve inferior pRSLTK vardı, bu sonuçlar hiperkolesterolemi ile ilişkili bir iskeminin varlığını düşündürebilir.
INTRODUCTION: We aimed to investigate and compare the subfoveal choroidal thickness (SFCT) and peripapillary retinal nerve fiber layer thickness (pRNFLT) in patients with familial hypercholesterolemia (FH) and healthy controls.
METHODS: Forty-six consecutive patients with FH and 40 age and sex-matched controls were enrolled. SFCT, average pRNFLT and four quadrants of pRNFLT were measured by spectral domain- optical coherence tomography (SD-OCT).
RESULTS: The mean SFCT in patients with FH (372.56±51.24 µm) was significantly thicker than control (334.27±45.62 µm) (p=0.036). Patients with FH had thinner global, superior, and inferior pRNFLT compared to controls (p<0.001, p<0.001, and p=0.018, respectively) while there were no significant differences in nasal and temporal quadrant of pRNFLT between two groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Patients with FH had thicker SFCT, and thinner global, superior, and inferior PRNFLT. All clinicians must be aware that patients with FH might have an additional risk for retinal vascular diseases and glaucoma.

26.Histopathological Features of Immune Complex Nephritis in Pediatric Patient Group
Emel Tekin, Aslı Kavaz Tufan, Nuran Çetin, Mustafa Fuat Açıkalın
doi: 10.5505/ktd.2022.92693  Pages 210 - 214
GİRİŞ ve AMAÇ: Yapılan geniş serili bir çalışmada çocuklarda görülen immun kompleks nefritleri (İKN) sırasıyla IgA nefriti, Henoch-Schonlein purpura (HSP) nefriti ve lupus nefriti olarak saptanmıştır. Bu çalışmada pediatrik hastalarda görülen immun kompleks nefritlerinin sıklığının belirlenmesi, histopatolojik alt tiplendirme ile proteinürinin ilişkisinin araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2018-2020 yılları arasında böbrek biyopsileri değerlendirilen 0-18 yaşları arasında İKN tanılı 38 olgunun retrospektif olarak bilgilerine ulaşıldı. Histopatolojik özelliklerine göre hastalıklar sadece mezengial proliferasyon (MP) görülenler ve (mezengial proliferasyon ±) endokapiller proliferasyon (EP) görülenler olarak iki alt kategoriye ayrıldı. Hastaların 18’i (%50) MP, 18’i (%50) EP grubunda yer aldı. Bu kategoriler hastaların biyopsi anında elde edilen laboratuvar bulguları ile istatistiksel olarak karşılaştırıldı.
BULGULAR: Olguların % 55,3 ‘ü (n: 21) erkek, yaş ortalaması 12,29 (Min-Max, 3-17), %26,3’ü (n: 10) lupus nefriti, %23,7’si (n: 9) HSP nefriti, %15,8’i (n: 6) IgA nefritidir. Hastaların %55,3’ünde nefrotik düzeyde, %36,8’inde nefritik düzeyde proteinüri ile %63,2’sinde mikroskopik düzeyde, %23,7’sinde makroskopik düzeyde hematüri saptanmıştır. MP ve EP kategorileri ile proteinüri miktarı karşılaştırıldığında MP grubunun %58,8’inde nefritik, %41,2’sinde nefrotik proteinüri görülürken, EP grubunun ise %25’inde nefritik, %75’inde nefrotik proteinüri gözlenmiştir (p=0,049, ki-kare testi). EP grubunda baskın cinsiyet erkek iken (%61,9-n: 13), MP grubunda baskın cinsiyet kadın (%66,7-n: 10) olarak saptanmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: EP ve MP histopatolojik kategorileri içerisinde endokapiller proliferasyonun varlığının artan proteinüri şiddeti ile korelasyonu istatistiksel olarak anlamlı saptanmıştır. Yüksek proteinüri görülen EP alt grubunda erkek cinsiyet baskınlığı mevcuttur. Hem IKN’lerinin daha sık görülmesi hem de kadın cinsiyete göre daha gürültülü tablo sergilemesi erkeklerde bir yatkınlık ihtimalini akla getirmektedir.
INTRODUCTION: In a large series of article, immune complex nephritis (IKN) seen in children were found as IgA nephritis, Henoch-Schonlein purpura (HSP) nephritis and lupus nephritis, respectively. In this study, it was aimed to investigate the relationship between histopathological subtyping and proteinuria.
METHODS: Retrospective data were obtained from 38 cases with a diagnosis of IKN between the ages of 0-18, whose kidney biopsies were evaluated between 2018-2020. According to histopathological features, the diseases were divided into two subcategories as those with only mesengial proliferation (MP) and those with (mesengial proliferation ±) endocapillary proliferation (EP).
RESULTS: 55.3% (n: 21) of the cases were male, 26.3% (n: 10) lupus nephritis, 23.7% (n: 9) HSP nephritis, 15.8% (n: 6) are IgA nephritis. When the MP and EP categories and the amount of proteinuria were compared, nephritic proteinuria was observed in 58.8%, nephrotic proteinuria in 41.2% of the MP group, nephritic in 25% and nephrotic proteinuria in 75% of the EP group (p=0,049, pearson chi square test). While the dominant gender in the EP group was male (61.9%, n: 13), the dominant gender was female (66.7%, n: 10)in the MP group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The correlation of the presence of endocapillary proliferation with the increasing severity of proteinuria within the histopathological categories of EP and MP was found to be statistically significant. There is male predominance in the EP subgroup with high proteinuria. Both the more frequent occurrence of IKNs and their more severe clinical presentation bring to mind the possibility of genetic predisposition in men.

27.Synchronized Ampulla Vater Adenocarcinoma and Renal Cell Carcinoma: A Case Report and a Review of the Literature
Özkan Subaşı, Hamdi Taner Turgut, Murat Burc Yazicioglu, Hulya Yeni Bayraktar
doi: 10.5505/ktd.2022.12129  Pages 215 - 222
GİRİŞ ve AMAÇ: Pankreas ve böbrekte senkron primer tümörler oldukça nadirdir. Ayrıca literatürde bu iki organda senkronize tümörler çok az sayıda ve yetersiz belgelenmiştir. Bu çalışmanın amacı; primer pankreas adenokarsinomu ile senkronize böbrek hücreli karsinom tanısı alan hasta ile birlikte literatürün gözden geçirilmesi ile pankreas kanserine eşlik edebilecek senkronize tümörlerin olabileceği ve bunun göz önünde bulundurulması gerekliliğini vurgulamaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Atmış yaşında kadın hasta, 3 aylık aralıklı epigastrik ağrı ile ilişkili bulantı ve kusma şikayeti ile polikliniğe başvurdu. Ailede pankreas ve böbrek hastalıkları veya ailesel genetik sendrom öyküsü yoktu. Tanısal tetkikler sonucu multidisipliner yaklaşım ile hasta değerlendirildi ve cerrahi kararı verildi. Whipple prosedürü ile birlikte aynı seansta sağ nefrektomi uygulandı.
BULGULAR: Labaratuvar incelemelerinde; serum karbonhidrat antijeni 19-9 ve karsinoembriyonik antijen seviyesinde yükseklik tespit edildi. Endoskopik retrograd kolanjio pankreatografi’ de; ampullanın protrüze ve infiltratif olduğu izlendi ve mutipl biyopsi alındı. Tüm batın manyetik rezonans görüntülemede ise; sağ böbrek üst, orta pol bileşkesinde yer kaplayıcı lezyon izlenmektedir ve ön planda renal hücreli karsinom düşündürmektedir şeklinde raporlandı. Pozitron emisyon tomografisinde; ampulla vateri seviyesine uyan bölgede heterojen hipermetabolizma görünümü dikkati çekmiş olup, uzak metastaz tanımlanmadı şeklinde yorumlandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Senkronize pankreas ve böbrek primer tümörleri arasındaki ilişkiyi tanımlayabilmek için, daha ayrıntılı epidemiyolojik ve moleküler araştırmalara ihtiyaç vardır. Ayrıca rezektabl vakalarda radikal cerrahi tedavinin güvenli olduğuna ve öncelikli tedavi olarak düşünülmesi gerektiğine inanmaktayız.
INTRODUCTION: Synchronous primary tumors of the pancreas and kidney are extremely rare and poorly documented in the literature. The aim of this study is to present a case with primary synchronous pancreatic adenocarcinoma and renal cell carcinoma in light of the literature.
METHODS: A 60-year-old female patient was admitted to our outpatient clinic with a history of intermittent epigastric pain, nausea and vomiting for about 3 months. There was no family history of pancreatic and kidney disease or familial genetic syndromes. After the multidisciplinary team evaluation right nephrectomy with a Whipple procedure in the same session was performed.
RESULTS: In laboratory examinations serum carbohydrate antigen 19-9 and carcinoembryonic antigen levels were elevated. Endoscopic retrograde cholangiopancreatography, protruding and infiltrating ampulla was observed. In magnetic resonance imaging of the entire abdomen; A space-occupied lesion with hyperintense necrotic areas is observed anteriorly at the junction of the upper and middle poles of the right kidney, and was reported as a suggestion of renal cell carcinoma. In positron emission tomography; Heterogeneous hypermetabolism appearance was noted in the focus thought to belong to the duodenal loops and in the region corresponding to the level of the ampulla of Vater, and distant metastasis was not defined.
DISCUSSION AND CONCLUSION: More detailed epidemiological and molecular studies are needed to define the relationship between primary synchronous pancreatic and kidney tumors. In resectable cases radical surgical treatment is safe and should be considered as the primary treatment.

28.Therapetic Plasmapheresis: A Retrospective Study; 12 Years of Single Center Experience
Yusuf Hanazay, Sibel Gökçay Bek, Serkan Bakirdogen, Necmi Eren, Erkan Dervisoglu, Betul Kalender
doi: 10.5505/ktd.2022.28003  Pages 223 - 231
GİRİŞ ve AMAÇ: Terapötik plazmaferez yıllardır birçok sistemik hastalıkta başarıyla kullanılmaktadır. Bu çalışmada hastanemizde terapötik plazmaferez uygulanan hastaların tıbbi kayıtlarını inceleyerek demografik özellikleri, klinik ve laboratuvar bulguları ile tedavi yanıtlarını değerlendirdik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2007 ile Aralık 2019 tarihleri arasında hastanemizde plazmaferez tedavisi gören 268 hastanın verileri analiz edildi. Demografik veriler (yaş, cinsiyet), plazmaferez endikasyonu, seans sayısı, immünosupresif veya intravenöz immünoglobulin (İVİG) kullanımı, işlem tipi, replasman sıvısı, tedaviye yanıt, işlem öncesi ve sonrası laboratuvar değerleri incelendi.
BULGULAR: 268 hastanın 178'ine terapötik plazma değişimi, 78'ine çift filtrasyon plazmaferez prosedürü ve 12'sine lipid aferez işlemi uygulandı. Terapötik plazma değişimi uygulanan 178 hastanın 92'si (%51,7) kadın, 86'sı erkekti (%48,3), çift filtrasyon plazmaferez işlemi uygulanan 78 hastanın 38'i kadın (%48,7), 40'ı erkek (%51,3), lipid aferezi yapılan 12 hastanın 5'i (%41,7) kadın, 7'si erkek (%58,3) idi. ). 23 hastada (%18,9) hipotansiyon, 5 hastada (%4,1) alerjik reaksiyon, 1 hastada (%0,8) ateş, 1 hastada (%0,8) hipokalsemi ve 1 (0.8%) hastada katetere bağlı problem saptandı. 35 farklı hastalıkta 268 hastanın terapötik aferez ile tedavi edildiği belirlendi. Terapötik aferez için en yaygın tanılar TTP, HUS, ANCA ile ilişkili vaskülit, GBS ve MG idi. Terapötik plazma değişimi uygulanan 107 hastada (%61.1) immünosupresif, 35 hastada (%20) İVİG kullanıldı. Terapötik plazma değişimi Terapötik plazma değişimi uygulanan 104 (%62,3) hastada replasman sıvısı olarak albümin, 63 (%37,7) hastada replasman sıvısı olarak taze donmuş plazma (TDP) kullanıldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Terapötik aferezin diyabetik ayak, ANCA ilişkili vaskülit gibi hastalıklardaki rolü ile ilgili daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Therapeutic plasmapheresis has been used successfully in many systemic diseases for years.In this study, we aimed to examine the medical records of patients undergoing therapeutic plasmapheresis in our hospital and to evaluate the demographic characteristics,clinical and laboratory findings and treatment responses.
METHODS: Data of 268 patients treated with plasmapheresis between 2007 and 2019 in our hospital was analyzed. Demographic data (age, sex), plasmapheresis indications, number of sessions, use of immunosuppressive or intravenous immunoglobulin (IVIG), type of procedure, replacement fluid, response to treatment, laboratory values were analyzed.
RESULTS: TPE procedure was applied to 178 of 268 patients, DFPP procedure to 78, and lipid apheresis to 12. Of 178 patients who underwent TPE procedure, 92 were female (51.7%), 86 were male (48.3%), 38 of 78 patients who underwent the DFPP procedure were female (48.7%), 40 were male (51.3%), 5 of 12 patients who underwent lipid apheresis were female (41.7%), 7 male ( 58.3%). Hypotension in 23 (18.9%), allergic reaction in 5 (4.1%), fever in 1 (0.8%), and hypocalcemia in 1 (0.8%) and catheter-related problem 1(0.8%) were detected. The most common indications for TPE were TTP, HUS, ANCA-associated vasculitis, GBS and MG. Immunosuppressive was used in 107 patients (61.1%) and IVIG was used in 35 patients (20%) who underwent TPE. Albumin was used as a replacement fluid in 104 (62.3%) patients, and fresh frozen plasma (FFP) was used as a replacement fluid in 63 (37.7%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: More studies are still needed on theraupetic plasmaphresis' role in diseases such as diabetic foot, ANCA-associated vasculitis.

29.The Pattern of Urinary Tract Infection, Antimicrobial Resistance and Associated Factors in Gölcük of Kocaeli Region
Eda Altun, Memnune Sena Ulu, Erkan Şengül
doi: 10.5505/ktd.2022.01336  Pages 232 - 237
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı bölgemizde toplum kökenli idrar yolu enfeksiyonu (İYE) olan hastalardan izole edilen bakteriyel mikroorganizmaların sıklığını ve antibiyotik duyarlılık paternlerini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kasım 2019-Kasım 2020 tarihleri arasında Gölcük Necati Çelik Devlet Hastanesi Nefroloji polikliniğinde idrar kültüründe üreme saptanan 294 hasta çalışmaya dahil edildi. Hasta bilgileri geriye dönük olarak hastane otomasyon sisteminden kaydedildi.
BULGULAR: En sık izole edilen patojenin E.coli (%76,2) olduğu ikinci sırada Klebsiella spp. (%10,5) olduğu ve bunu Pseudomonas ve Enterococcus suşlarının izlediği saptandı. Diabetes mellitus insidansı %41,5, hipertansiyon insidansı %53 idi. Hastaların %3,1'inde üriner kateter mevcuttu ve kadın hastaların %9,5'i (28) gebe idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bölgemizde toplum kökenli İYE'lerde baskın bakteriyel patojeninin E.coli olduğu belirlendi. Seftriakson, seftazidim, sefiksim, amoksisilin-klavulanik asit, trimetoprim-sülfametoksazole karşı direncin hem genel popülasyonda hem de diabetes mellitus'lu hastalarda en sık gözlendiği, nitrofurantoin ve fosfomisine karşı ise direnç oranının oldukça düşük olduğu gözlendi. Bölgelere göre antibiyotik direnç oranlarının periyodik değerlendirilmesi ve bu değerlendirmelerden elde edilen bilgilerin doğru ampirik tedavi seçiminde kullanılması gerektiğine inanıyoruz.
INTRODUCTION: This study aimed to evaluate antibiotic susceptibility patterns of bacterial microorganisms isolated from patients with community-acquired urinary tract infections (UTIs) in our region.
METHODS: Between November 2019 and November 2020, 294 patients whose urine culture was positive in the Nephrology outpatient clinic of Gölcük Necati Çelik State Hospital were included in the study. Patient information was recorded from medical files retrospectively
RESULTS: Escherichia coli (E. coli) was the most common isolated pathogen in culture (76.2%) with Klebsiella spp. ranking second, (10.5%), followed by Pseudomonas and Enterococcus. The incidence of diabetes mellitus (DM) among the 294 patients was 41.5%; the incidence of hypertension was 53%; 3.1% had urinary catheters, and 9.5% (28) of the woman patients were pregnant.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study determined that E.coli was the predominant bacterial pathogen of community-acquired UTIs in our region. We have found that resistance against ceftriaxone, ceftazidime, cefixime, amoxycillin-clavulanic acid, and trimethoprim-sulfamethoxazole was most frequently observed both in the general population as well as in patients with diabetes mellitus. However, resistance against nitrofurantoin and fosfomycin was found to be very low. We believe that the evaluation of antibiotic resistance by the district against microorganisms should be done periodically, and the information obtained from these evaluations should be used when initiating the proper empirical treatment.

30.Effect of the Timing of Acupressure Application to P6 on Postoperative Nausea and Vomiting in Laparoscopic Cholecystectomy
Gül Çakmak, Pervin Sutaş Bozkurt, Meltem Çakmak
doi: 10.5505/ktd.2022.87523  Pages 238 - 246
GİRİŞ ve AMAÇ: Postoperatif bulantı kusma, genel anestezi sonrası görülen en sık ikinci komplikasyondur. Laparoskopik kolesistektomi vakalarında sık görülmekle birlikte postoperatif dönemde hasta memnuniyetini etkileyen önemli bir morbidite sebebidir. Çalışmamızda laparoskopik kolesistektomi vakalarında el bileğinde P6 akupunktur bölgesine akubasınç uygulama zamanının postoperatif bulantı kusma üzerine etkilerini prospektif olarak araştırmayı planladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 18 yaş üstü elektif laparoskopik kolesistektomi uygulanacak 150 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar 50 hasta indüksiyon öncesi (grup 1), 50 hasta indüksiyon sonrası (grup 2), 50 hasta cerrahi sonrası (grup 3) olmak üzere randomize olarak 3 gruba ayrıldı. Grup 1' de hastalara anestezi indüksiyonundan önce P6 akubasınç bilekliği uygulanırken, aynı işlem grup 2' de indüksiyondan sonra, grup 3' te ise cerrahi bitiminde uygulandı. Postoperatif 24 saat boyunca postoperatif bulantı kusma sıklığı, şiddeti ve antiemetik ihtiyacı olup olmadığı kaydedildi.
BULGULAR: Gruplar, bulantı skoru ve kurtarıcı antiemetik ihtiyacı yönünden değerlendirildiğinde, grup 2’ de en düşük bulantı skoru olduğu gözlemlendi ve grup 3’ e göre daha düşük değerler bulunmakla birlikte (p = 0,046, p = 0,021), grup 1’ den farklı olmadığı gözlemlendi. Diğer saatlerde gruplar arasında bulantı skoru ve antiemetik ihtiyacı açısından farklılık gözlemlenmedi. Kusma, öğürme açısından gruplar arası farklılık gözlemlenmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: P6 akubasınç yönteminin ameliyat öncesinde uygulanmasının özellikle erken dönem postoperatif bulantı kusma kontrolünde daha etkin olduğu ve antiemetik tedavi ihtiyacını azaltmada etkili olduğu sonucuna varılmıştır.
INTRODUCTION: Postoperative nausea and vomiting (PONV) are the second most common complications following general anesthesia. PONV has a high incidence rate in laparoscopic cholecystectomy cases and is an important cause of morbidity that significantly decreases patient satisfaction in the postoperative period. We prospectively investigated the effects of the timing of acupressure application to the P6 acupuncture point on the wrist for the prevention of PONV.
METHODS: This study included 150 adults who were aged 18 years or older, who were scheduled for elective laparoscopic cholecystectomy under general anesthesia. Patients were randomly assigned to three groups of 50 patients: pre-induction (group 1), post-induction (group 2), and post-operative (group 3). While the acupressure wristband was applied to the patients in Group 1 before anesthesia induction, the wristbands were applied to Group 2 and Group 3 after anesthesia induction and at the end of the surgery, respectively. During postoperative 24 hours, the incidence and severity of nausea/vomiting and the need for antiemetic therapy were recorded.
RESULTS: The lowest median nausea score was found in group 2, which significantly differed from group 3 (p= 0.046), but not from group 1. This was also the case for the need for antiemetic therapy (p= 0.021). There were no differences among the groups at other specified time points. The incidence of retching or vomiting was similar across the groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Acupressure applied before surgery on the P6 point seems to be effe

31.Comparison of Prognosis Between SARS-CoV-2 Wild and Variant Lineages in Kocaeli Province, Turkey
Müge Toygar Deniz, Murat Sayan, Sıla Akhan, Sevda Soydan
doi: 10.5505/ktd.2022.24434  Pages 247 - 252
GİRİŞ ve AMAÇ: Son zamanlarda, SARS-CoV-2'nin genetik varyantları dünya çapında giderek daha yaygın hale geliyor. RNA virüsleri, insanlar arasında yayılırken sürekli olarak genomik mutasyonlar biriktirir. Bu çalışmada, Kocaeli, Türkiye'deki COVID-19 hastaları arasında SARS-CoV-2 varyantlarının ve vahşi tiplerin farklı sonuçlarla ilişkili olup olmadığını karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kesin COVID-19 teşhisi konan 14 yaşından büyük hastalar dahil edildi. Nazofaringeal örnekler B.1.1.7, B.1.351 ve P.1 suşlarını ayırt etmek için tasarlanmış Bio-Speedy® SARS-CoV-2 Variant Plus kiti (Bioeksen Inc., İstanbul, Türkiye) ile tarandı. Pozitif tespit edilen örnekler, yeni nesil dizileme ile doğrulandı.


BULGULAR: Çalışmamızda 53 varyant ve 33 vahşi tip soy enfekte COVID-19 hastası değerlendirildi. 59 hastadan alınan SARS-CoV-2 pozitif numunelere, B.1.1.7 soyuna ait 52, Güney Afrika B.1.351 soyuna ve 6'sı vahşi soylara ait sonraki genom dizilimi sonrasında bir soy atanmıştır. Varyant grubunda 46 (%86,8) hastada hafif hastalık mevcuttu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Varyant soya sahip hastaların hafif hastalığı olduğunu bulduk. Bu grupta yatış ve yoğun bakım gereksinimleri daha azdı. Virüsün epidemiyolojisi için altın standart olan dizileme yöntemi ile SARS-CoV-2'nin yeni genetik varyantlarının saptanması önemlidir.
INTRODUCTION: Recently, genetic variants of SARS-CoV-2 are becoming increasingly common around the world. RNA viruses constantly accumulate genomic mutations as they spread among humans. In this study, we aimed to compare whether SARS-CoV-2 variants and wild types are associated with different outcomes among COVID-19 patients in Kocaeli, Turkey.
METHODS: Patients aged >14 years with a definitive COVID-19 diagnosis were included. The nasopharyngeal samples were scanned with the Bio-Speedy® SARS-CoV-2 Variant Plus kit (Bioeksen Inc., Istanbul, Turkey), designed to distinguish B.1.1.7, B.1.351, and P.1 strains. Positive detected samples were confirmed by next-generation sequencing.
RESULTS: 53 variants and 33 wild-type lineages infected COVID-19 patients were evaluated in our study. SARS-CoV-2 positive samples from 59 patients were assigned a lineage following next-genome sequencing 52 belonging to the B.1.1.7 lineage, 1 to the South African B.1.351lineage, and 6 to the wild lineage. In the variant group, 46 (86.8%) patients had mild disease.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We found that patients with variant lineage had mild disease. Hospitalization and intensive care requirements were less in this group. It is important to detect new genetic variants of SARS-CoV-2 with the sequencing method which is the gold standard for the epidemiology of the virus.

REVIEW ARTICLE
32.Effect of Mast Cells in the Pathogenesis of COVID-19
Turan Karaca
doi: 10.5505/ktd.2022.45336  Pages 253 - 260
Dünya ölçeğinde pandemiye neden olan şiddetli akut solunum sendromu koronavirüs-2 (SARS-CoV-2), günümüz itibariyle 6 milyondan fazla insanın ölümüne ve yüz milyonlarca insanın da hastalanmasına neden oldu (17.06.2022 tarihi itibariyle dünya geneli: 6.32 milyon ölüm ve 538 milyon hasta). SARS-CoV-2 virüsünün bulaşmasından sonra pek çok savunma sistemi aktive olarak organizmayı korumaya çalışmakta ve savunma hattı oluşturmaktadır. İmmun sistemin önemli bir hücresi olan mast hücreleri de bu enfeksiyonda önemli işlevleri olan ve hastalığın seyrini etkileyen bir hücredir. Bu derlemede, mast hücresinin SARS-CoV-2 virüsü ile olan karşılıklı etkileşimi ve bu hücrenin salgı ürünlerinin COVID-19 seyrine etkileri hakkında bilgi sunumu yapılacaktır.
Severe acute respiratory syndrome coronavirus-2 (SARS-CoV-2), which caused a worldwide pandemic, has caused the death of more than 6 million people and the illness of hundreds of millions of people as of today (as of 16.06.2022, worldwide: 6.32 million deaths and 538 million patient). After the infection of the SARS-CoV-2 virus, many defense systems are activated and try to protect the organism and form a defense line. Mast cells, an essential cell of the immune system, also have important functions in this infection and affect the course of the disease. In this review, information will be presented about the interaction of the mast cell with the SARS-CoV-2 virus and the effects of this cell's secretion products on the course of COVID-19.

ORIGINAL ARTICLE
33.Association of Changes in Inflammatory Markers with Mortality in COVID-19 Infection Treated with Tocilizumab
Mustafa Tanrıverdi, Nevhiz Gündoğdu
doi: 10.5505/ktd.2022.93546  Pages 254 - 302
GİRİŞ ve AMAÇ: Tosilizumabın ciddi COVID-19 enfeksiyonunda mortaliteyi azalttığı bilinmektedir. Biz, tosilizumab ile tedavi edilen COVID-19 enfeksiyonu olan hastalarda mortalite ile ilişkili faktörleri ve klinik ve inflamatuar bulgulardaki değişiklikleri incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tosilizumab ile tedavi edilen COVID-19 enfeksiyonu olan erişkin hastalar retrospektif olarak analiz edildi. Glukokortikoide cevap vermeyen makrofaj aktivasyon sendromu saptanan veya klinik seyri hızlı ilerleyen COVID-19 enfeksiyonunda tosilizumab endikedir. Bazal (tosilizumab öncesi) ve tosilizumab sonrası 1., 3. ve 5. günlerdeki klinik ve laboaratuar parametrelerindeki değişikliği karşılaştırdık. Tosilizumab tedavisinin 30.gününde mortalite gelişimine göre hastaları grupladık: yaşayanlar ve eksituslar.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 61.54 (±10.27) ve toplamın (n=76) %28.9’u (n=22) kadındı. 14 hasta (%18.42) öldü. Lenfosit sayısı (≤170), SaO2(≤2), D-dimer (>0.18), lökosit (>2400), prokalsitonin (≤-0.11), LDH (>90) ve ALT(≤11) seviyelerinde bazal ve tedavinin 5.günü arasındaki fark mortaliteyi predikte ettirdi. Kaplan-Meier analizinde, ateş ve anorekside azalma, tedavinin 5.günü ile bazal SaO2, nötrofil, lenfosit ve LDH seviyeleri arasındaki fark mortaliteyi predikte ettirdi. Cox regresyon analizinde ateşin devamlılığı, D-dimer lökosit ve nötrofil düzeylerindeki artışın mortalitenin önemli prediktörleri olduğu saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Mortalite oranı rölatif olarak düşüktü. Ateşin devamlılığı, lökosit, nötrofil ve D-dimer düzeylerinde artış mortaliteyi predikte ettirdi. Tosilizumab tedavisi altındaki COVID-19 enfeksiyonu olan hastalarda inflamatuar belirteçlerin ölçülmesini öneriyoruz.
INTRODUCTION: Tocilizumab is known to reduce mortality in severe COVID-19 infection. We aimed to investigate the changes in clinical and inflammatory findings, and the factors associated with mortality in patients with COVID-19 infection treated with tocilizumab.
METHODS: Adult patients with COVID-19 infection treated with tocilizumab were analyzed retrospectively. Tocilizumab was indicated in COVID-19 infection and macrophage activation syndrome, which was unresponsive to glucocorticoids, or where the clinical course had progressed rapidly. We compared changes in the clinical and laboratory parameters between baseline (pre-tocilizumab), post-tocilizumab 1st day, 3rd day, and 5th day periods. We grouped the patients according to mortality at the 30th day of treatment with tocilizumab alive vs. exitus.
RESULTS: The mean age of patients was 61.54 (±10.27), 28.9% (n=22) of the total (n=76) were female. 14 patients (18.42%) had died. The change in lymphocyte count (≤170), and SaO2(≤2), D-dimer (>0.18), leukocyte (>2400), procalcitonin (≤-0.11), LDH (>90), and ALT(≤11) levels between the 5th day after treatment and the baseline predicted mortality. Kaplan-Meier analysis showed that the decrease in fever and anorexia, the change in SaO2, neutrophil, lymphocyte, and LDH levels between the 5th day after treatment and the baseline were predictors for mortality. Cox regression analysis revealed that persistence of fever, and an increase in D-dimer, leukocyte, and neutrophil levels were significant predictors for mortality.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The mortality rate was relatively low. Persistence of fever, increase in leukocyte, neutrophil or D-dimer levels predicted mortality. We recommend measurement of inflammatory markers in the patients COVID-19 infection under treatment of tocilizumab.

34.The Effect of Anxiety of Conceiving COVID-19 on Nutritional Intakes and Nutritional Behaviors in Tennis Players
Alara Kargın, Yonca Sevim
doi: 10.5505/ktd.2022.45313  Pages 261 - 272
GİRİŞ ve AMAÇ: Yeni Koronavirüs Hastalığı (COVID-19) pandemisi sporcuları etkilemiş, kaygı durumları ve beslenme alışkanlıkları üzerinde birtakım değişikliklere yol açmıştır. Bu çalışma, tenisçilerde, COVID-19 pandemisi normalleşme sürecinde koronavirüse yakalanma kaygılarının besin alımları ve beslenme alışkanlıkları üzerindeki etkisini belirlemek amacıyla planlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu kesitsel çalışmaya Mart-Haziran 2021 tarihlerinde profesyonel/rekreasyonel tenis oynayan 85 yetişkin sporcu katıldı. Araştırma verileri yüz yüze uygulanan anket formu, 3 günlük besin tüketim kaydı, antropometrik ölçümler ve Sporcuların Yeni Tip Korona Virüse Yakalanma Kaygısı Ölçeği (SYTKYKÖ) ile elde edildi.
BULGULAR: Yaş ortalamaları 35.5±9.0yıl olan sporcuların %58.8’i kadın ve %41.2’si erkektir. Sporcuların enerji ve protein alımları 22.4±6.1kkal/kg ve 1.0±0.3g/kg olarak bulunmuştur. Sporcuların kaygı ortalama puanı 48.8±11.0 olup cinsiyetler arasında anlamlı farklılık yoktur. Sporcuların enerji, makro-mikro besin öğeleri alımları, kafein ve su tüketimleri ile kaygı puanı arasında anlamlı bir korelasyon saptanmamıştır. Kadın ve erkek sporcuların kaygı durumlarının; vücut ağırlığı değişimi, tüketilen yiyecek miktarı, öğün sayısı/sıklığı değişimlerinde anlamlı farklılık göstermediği saptanmıştır. Kaygı puanı, vücut ağırlığı ve tüketilen yiyecek miktarı artan kadın sporcularda, öğün sayısı/sıklığı artan erkek sporcularda daha yüksek bulunmasına rağmen bu sonuçlar istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. Süt ve süt ürünleri, ekmek ve hamur işi tüketimlerin arttığı ya da değişmediği kadınlarda bireysel kaygı ortalama puanlarının yüksek olduğu saptanmıştır. Bununla bir likte kaygı durumu ile besin grupları, hazır paketli gıda tüketimi, su miktarı ve besin alışveriş sıklığı değişimleri ise cinsiyetler içi dağılımda anlamlı farklılık göstermemektedir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tenisçilerde beslenme ve kaygıyı araştıran bu ilk çalışmada, normalleşme sürecinde sporcuların COVID-19’a karşı kaygılarının olduğu ve beslenme davranışlarında değişikliklere yol açabileceği saptanmıştır.
INTRODUCTION: The coronavirus 19 disease (COVID-19) has affected athletes by altering their anxiety and eating habits. The main purpose of this study is to examine the effects of the anxiety of catching coronavirus in tennis players during the normalization process of the COVID-19 pandemic on the dietary intakes and habits of the athletes.
METHODS: A total of 85 adult athletes, who played professional or recreational tennis, participated in this cross-sectional study between March and June 2021. The research data were obtained with a face-to-face questionnaire applied by the researcher, a 3-day food consumption record, anthropometric measurements, and an Athlete's Anxiety to Catch the Novel Coronavirus Scale (AACNCS).
RESULTS: Athletes, whose mean age is 35.5±9.0 years, 58.8% of them were female and 41.2% were male. The energy and protein dietary intakes of the athletes were found to be 22.4±6.1kcal/kg and 1.0±0.3g/kg, respectively. The mean anxiety score of the athletes was 48.8±11.0, and there was no significant difference between the sexes. No significant correlation was found between the energy, macro-micronutrient intake, caffeine, and water consumption of the athletes and their anxiety score. It was determined that the anxiety scores of female and male athletes did not differ significantly in changes in body weight, the amount of food consumed, and the number and frequency of meals. It was determined that the mean scores of individual anxiety were higher in women whose consumption of milk and dairy products, bread and pastry increased or did not change. In addition, the changes in anxiety and food groups, ready-packaged food consumption, amount of water, and frequency of food shopping do not show a significant difference within the sexes.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this first study investigating nutrition and anxiety in tennis players, it was determined that the athletes have the anxiety against COVID-19 in the normalization process, and may lead to changes in their nutritional behaviors.

35.Determination of the Preferred Methods and Obstacles of Nurses Working in Surgical Clinics in Providing Hand Hygiene During Care Practices
Aynur Koyuncu, İlknur Yardımcı, Ayla Yava
doi: 10.5505/ktd.2022.82712  Pages 273 - 284
GİRİŞ ve AMAÇ: Cerrahi kliniklerde çalışan hemşirelerin bakım uygulamaları sırasında el hijyenini sağlama yöntemleri konusunda sınırlı sayıda çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmanın amacı cerrahi kliniklerde çalışan hemşirelerin bakım uygulamalarından önce el hijyenini sağlamada tercih ettikleri yöntemler ve el hijyenine uyum konusunda karşılaştıkları engelleri belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırma 1 Eylül -15 Ekim 2019 tarihleri arasında bir üniversitesi hastanesinin cerrahi kliniklerde çalışan, gönüllü 68 hemşire ile yapılan tanımlayıcı bir araştırmadır. Araştırmaya başlamadan önce etik ve yasal izinler alındı (onay no: 2019/365). Veri toplama formu literatür incelemeleri sonucunda araştırmacılar tarafından oluşturuldu. Hemşireler; veri toplama formunda bulunan tanıtıcı özellikleri, el hijyenini sağlamada tercih ettikleri yöntemler ve karşılaştıkları engellere yönelik soruları yanıtladılar. Veriler SPSS 22.0 paket programında değerlendirildi. İstatistiksel anlamlılık düzeyi olarak (p<0.05) değeri kabul edildi.
BULGULAR: Katılımcıların yaş ortalaması 31,45 ± 5,71yıl, hemşirelikte deneyim süresi 9,42 ± 5,91 yıl, cerrahi kliniklerde deneyim süresi 5,14 ± 4,95 yıldır. Hemşirelerin %52,9’u mesaiye başlamadan önce, %77,9’u mesai bittikten sonra, %75’i hastalara dokunduktan sonra her zaman ellerini yıkadığı belirlendi. Hemşirelerin %63.2’si hastalara dokunmadan önce her zaman eldiven kullanmakta, bakım uygulamaları sırasında el hijyenini sağlamada en sık non steril eldiveni seçmektedir. Hemşirelerin el hijyenine uyumu kolaylaştıran en önemli faktör, yeterli eldiven bulunması (%38.2), zorlaştıran en önemli faktör, iş yükünün fazla olmasıdır (%47.1). Hemşirelerin el hijyeni uygulama davranışları, tanıtıcı özellikleri ile karşılaştırıldığında aradaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olmadığı belirlendi (p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Cerrahi kliniklerde çalışan hemşirelerin bakım uygulamaları esnasında el hijyenini sağlamada her zaman uygun yöntemleri seçmedikleri belirlendi. Hemşirelerin uygun el hijyenini sağlamada engeller ile karşılaşmaktadır.
INTRODUCTION: The aim of this study is to determine the methods preferred by nurses working in surgical clinics in providing hand hygiene before care practices and the obstacles they encounter in compliance with hand hygiene.
METHODS: The research is a descriptive study conducted with 68 volunteer nurses working in the surgical clinics of a university hospital between September 1 and October 15, 2019. Ethical and legal permissions were obtained before starting the research (approval no: 2019/365). Nurses; They answered the questions about the introductory features in the data collection form, the methods they preferred in providing hand hygiene and the obstacles they encountered. The statistical significance level (p<0.05) was accepted.
RESULTS: The mean age of the participants was 31.45 ± 5.71 years, experience in nursing was 9.42 ± 5.91 years, and experience in surgical clinics was 5.14 ± 4.95 years. It was determined that 52.9% of the nurses always wash their hands before starting work, 77.9% after the end of the shift, and 75% after touching the patients. 63.2% of nurses always use gloves before touching patients, and they most frequently choose non-sterile gloves to provide hand hygiene during care practices. When the nurses' hand hygiene practice behaviors were compared with their introductory characteristics, it was determined that the difference was not statistically significant (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was determined that nurses working in surgical clinics did not always choose appropriate methods in providing ha nd hygiene during care practices. Nurses face obstacles in providing proper hand hygiene.