Volume : 12 Suppl : 1 Year : 2024
Index
Membership
Application
Kocaeli Medical Journal - Kocaeli Med J: 12 (1)
Volume: 12  Issue: 1 - April 2023
1.Cover

Pages I - II

2.Editorial Board

Pages III - V

3.Contents

Pages VI - XI

ORIGINAL ARTICLE
4.Our Percutaneous Nephrolithotomy Experience
Bekir Voyvoda, Semih Sargın, Emre Arpali, Mert Altinel, Ahmet Yazıcıoğlu, Faruk Gönenç
doi: 10.5505/ktd.2023.55453  Pages 1 - 6
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada kliniğimizde toplam 107 hastaya yapılan perkütan nefrolitotomi (PNL) girişiminin değerlendirilmesi yer almaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Eylül 2001-Haziran 2004 tarihleri arasında ortalama yaş 38(5-76) olan 70 erkek, 27 kadın ve 10 çocuk hastada toplam 107 hastaya PNL uygulandı. 1 hastada 1 hafta, 2 hastada 1 ay ara ile bilateral PNL uygulandı.
BULGULAR: Renal ünitelerin 55'i alt pol, 18' i multipol, 25' i renal pelvis, 15'i üst pol, 32' si orta kaliks grubu taşlarıydı. Renal ünitelerin ortalama taş yükü 898mm² idi (100- 3000mm²). Ortalama cerrahi süresi 97 (47-390) dakika olarak belirlendi. Ortalama hastanede kalış süresi 5 (2-15) gündü. Tüm lokalizasyonlar için taşsızlık oranı %80.6 (117/145), 4 mm altı rezidü taşlar klinik olarak önemsiz kabul edildiğinde taşsızlık oranı %93.1 (135/145) olarak bulundu. Postoperatif 4 hastaya transfüzyon uygulandı. 24 saati geçen ürin drenajı 25 hastada oldu. Hastaların 3'ünde interkostal giriş ile uygulanan PNL sonrasında hidrohemotoraks gelişti. 2 hastadan plevral mayi drene edildi, 1 hasta konservatif izlendi. 1 hastaya nefrostomi konulurken gelişen kanama nedeniyle açık nefrolitotomi yapıldı. 2 hastada postoperatif dönemde septisemi gelişti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: PNL taşsızlık oranı yüksek, morbiditesi düşük güvenilir bir metoddur. Taş yükü fazla olan ve kompleks böbrek taşlarında komplikasyon oranı artabilmektedir.
INTRODUCTION: In this study, the evaluation of percutaneous nephrolithotomy (PNL) intervention performed in 107 patients in our clinic is included.
METHODS: Between September 2001 and June 2004, PNL was applied to a total of 107 patients, 70 male, 27 female and 10 pediatric patients with a mean age of 38(5-76). Bilateral PNL was performed with an interval of 1 week in 1 patient and 1 month in 2 patients.
RESULTS: Of the renal units, 55 were lower pole, 18 were multipole, 25 were renal pelvis, 15 were upper pole, 32 were middle calyx group stones. The mean stone load of the renal units was 898mm² (100- 3000mm²). The mean surgery time was 97 (47-390) minutes. The mean hospital stay was 5 (2-15) days. The stone-free rate was 80.6% (117/145) for all localizations, and the stone-free rate was 93.1% (135/145) when residual stones less than 4 mm were considered clinically insignificant. Transfusion was applied to 4 patients postoperatively. Urinary drainage exceeding 24 hours occurred in 25 patients. Hydrohemothorax developed in 3 of the patients after PNL with intercostal access. Pleural fluid was drained from 2 patients, 1 patient was followed conservatively. Open nephrolithotomy was performed in 1 patient due to bleeding during nephrostomy. Septicemia developed in 2 patients in the postoperative period.
DISCUSSION AND CONCLUSION: PNL is a reliable method with a high stone-free rate and low morbidity. Complication rate may increase in patients with high stone burden and complex kidney stones.

5.Is There a Relationship Between NRS-2002 Score and NT-pro BNP in Patients With Decompensated Chronic Heart Failure?
Gülay Aydın
doi: 10.5505/ktd.2023.80090  Pages 7 - 13
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, yoğun bakım ünitesinde yatan dekompanse kronik kalp yetmezliği (KKY) olan hastalarda Nutrisyonel Risk Tarama (NRS-2002) skoru ile N Terminal-Pro B tipi Natriüretik Peptit (NT-pro BNP) düzeyi arasında bir ilişki olup olmadığını araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya dekompanse KKY tanısı konulan ve beslenme durumu NRS-2002 skoru ile değerlendirilen ardışık 125 hasta dahil edildi. Hastalar iki gruba ayrıldı: NRS-2002 skoru <3 ve NRS-2002 skoru ≥3. NRS-2002 skoru ≥3 olan hastalar malnütrisyonlu olarak tanımlandı.
BULGULAR: 125 dekompanse KKY hastasının 93'ü (%74,4) NRS-2002 skoru ≥3 grubunda ve 32'si (%25,6) NRS-2002 skoru <3 grubundaydı. Hastaların %74,4'ünde malnütrisyon bulundu. NRS-2002 skoru ≥3 grubunda ortalama NT-pro BNP seviyesi 9327 (4927-15793) pg/mL ve NRS-2002 skoru <3 olan grupta ortalama NT-pro BNP seviyesi 3953 (2310-8939) pg/mL idi. İki grup karşılaştırıldığında, ortalama NT-pro BNP düzeyi, NRS-2002 skoru≥3 grubunda daha yüksekti ve bu bulgu istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0,005). Bir yıllık takip döneminde NRS-2002 skoru<3 grubunda 7 (%21,9) hasta ve NRS-2002 skoru≥3 grubunda 28 (%30,1) hasta; toplam 35 (%28) hasta öldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: KKY, mortalite ve morbiditenin önde gelen nedenlerinden biridir. NT-pro BNP düzeyi, dekompanse KKY'li hastalarda NRS-2002 skoru≥3 grubunda NRS-2002 skoru<3 grubuna göre daha yüksek bulundu ( p= 0,005).
INTRODUCTION: The aim of this study was to investigate whether there was a relationship between Nutritional Risk Screening (NRS-2002) score and N Terminal-Pro B type Natriuretic Peptide (NT-pro BNP) level in intensive care unit (ICU) patients with decompensated chronic heart failure (CHF).
METHODS: Consecutive 125 patients who were diagnosed with decompensated CHF and whose nutritional status were evaluated using NRS-2002 score were included in this study. The patients were divided into two groups: NRS-2002 score <3 and NRS-2002 score ≥3. The patients with NRS-2002 score ≥3 were defined as malnutrition. After evaluation, the patients were followed up for one-year.
RESULTS: Of the 125 decompensated CHF patients, 93 (74.4 %) were in the NRS-2002 score ≥3 group and 32 (25.6%) were in the NRS-2002 score <3 group. Malnutrition rate was found 74.4% of the patients. The median NT-pro BNP level was 9327 (4927-15793) pg/mL in the NRS-2002 score ≥3 group and the median NT-pro BNP level was 3953 (2310-8939) pg/mL in NRS-2002 score <3 group. When the two groups were compared, median NT-pro BNP level was higher in NRS-2002 score≥3 group and this finding was statistically significant (p=0.005). During the one-year follow up period, 7 (21.9%) patients in NRS-2002 score<3 group and 28 (30.1 %) patients in NRS-2002 score≥3 group; total 35 (28%) patients died.
DISCUSSION AND CONCLUSION: CHF is one of the leading causes of mortality and morbidity. NT-pro BNP level was higher in NRS-2002 score≥3 group than NRS-2002 score<3 group in patients with decompensated CHF (p= 0.005).

6.Quality of Life, Psychosocial Distress in Gynecologic Oncology Patients: A Tertiary Center Experience
Esra Keles, Cihat Murat Alınca, Ugur Kemal Ozturk, Figen Oktay Korucuoglu, Murat Api, Kürşad Nuri Baydili
doi: 10.5505/ktd.2023.28000  Pages 14 - 23
GİRİŞ ve AMAÇ: Jinekolojik kanseri olan hastaların depresyon, anksiyete ve yaşam kalitelerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu kesitsel çalışma Nisan-Temmuz 2021 tarihleri arasında jinekolojik onkoloji polikliniğine başvuran hastalarda yapılmıştır. Avrupa Kanser Araştırma ve Tedavi Organizasyonu Yaşam Kalitesi Ölçeğin (EORTC QLQ-C30) ve Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeğinin (HADS) kullanılarak kullanılmıştır.
BULGULAR: 372 hastanın 40'ı rahim ağzı kanseri, 32'si yumurtalık kanseri, 53'ü endometriyal kanser ve 247'si servikal intraepitelyal neoplazi idi. Duygusal işlev (72.06±25.93) en çok etkilenen alan olurken, sosyal işlev (86.33 ± 22.84) en az etkilenen alan olmuştur. Tıbbi bir sağlık sorunu bildiren, örgün eğitim almamış, işsiz hastalar, ve aylık aile geliri yoksulluk sınırının altında olan hastaların yaşam kalitesi önemli ölçüde daha düşüktü. Endometriyal kanseri olan hastalar daha iyi bir QoL ile ilişkilendirilirken, over kanseri olan hastaları daha kötü QoL'ye sahipti. Radyasyon ve kemoterapi alan hastalarda fiziksel ve sosyal işlevsellik önemli ölçüde zayıftı (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Araştırma sonucuna göre, bazı sosyo-demografik ve klinik özelliklerde QoL ile duygusal stres arasında anlamlı bir ilişki saptanmıştır ve QoL'yi iyileştirmeye yönelik müdahalelerde dikkate alınmalıdır.
INTRODUCTION: To evaluate the depression, anxiety, and quality of life in gynecologic oncology patients.
METHODS: This cross-sectional study was conducted on patients attending gynecologic oncology outpatient clinic from April to July 2021. A total of 372 patients were interviewed using the European Organization for Research and Treatment of Cancer Quality of Life Core Questionnaire (EORTC QLQ-C30) and the Hospital Anxiety and Depression Scale (HADS).
RESULTS: Of 372 patients, 40 were cervical cancer, 32 were ovarian cancer, 53 were endometrial cancer, and 247 were cervical intraepithelial neoplasia. Emotional function (72.06±25.93) was the most affected domain, whereas social function (86.33 ± 22.84) was least affected. Patients who reported a medical health problem, received no formal education, unemployed, and having a montly family income below poverty line had significantly lower QoL. Endometrial cancer was associated with a better QoL, while ovarian cancer patients had worse QoL. Receiving radiation and chemotherapy had significantly poor physical and social functioning (p<0,05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: There was a significant association between QoL and emotional distress on some socio-demographic and clinical characteristics and should be taken into consideration in interventions to improve QoL.

7.Comparison of Outcomes of Fetal Growth Restricted Pregnancies by Presence of Proteinuria
Arzu Yavuz, Nazan Akgün Koruk, Gokce Naz Kucukbas
doi: 10.5505/ktd.2023.37973  Pages 24 - 31
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı proteinürisi olan ve olmayan fetal büyüme kısıtlıklı (FBK) gebeliklerin maternal ve perinatal sonuçlarının kıyaslanmasıdır. Yapılacak bu kıyaslama neticesinde olumsuz etkilenen maternal ve fetal sorunlara karşı önlemlerin alınması gerektiğine katkıda bulunmak amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmada, fetal büyüme kısıtlılığı tanısı almış 50 gebe değerlendirildi. Proteinürili ve proteinürisiz FBK gruplarında; tahmini doğum ağırlığı, karın çevresi, dopler bulguları, oligohidramniyoz, nöroproteksiyon oranları, doğum haftası, APGAR skoru, yenidoğan yoğun bakım ünitesi ihtiyacı, annenin kan tahlil sonuçları, preeklampsi gelişimi, sezaryenle doğum oranı gibi maternal ve fetal parametreler kıyaslandı.
BULGULAR: Doğum haftası proteinürisi olan gebelerde daha erken bulundu (p=0.02). Ortalama tahmini fetal ağırlık ve bebeklerin ortalama doğum ağırlığı proteinüri olan grupta daha düşük olarak bulundu (p=0.03). Fetal nöroproteksiyon ihtiyacı proteinüri olan grupta 12 (%39), proteinüri olmayan grupta 2 (%10 ) hastada gelişti (p=0.03). Proteinüri olan grupta 15 (%48) hastada uterin arterde direnç artışı varken, proteinüri olmayan grupta 2 (%10) hastada vardı (p=0.03). Proteinüri olan grupta 18 (%58) hastada preeklampsi gelişirken, proteinüri olmayan grupta 1 (%5) hastada gelişti (p<0,001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Fetal büyüme kısıtlılığı olan gebelerde proteinüri varlığı araştırılmalıdır. Proteinürisi olan hastalar preeklampsi ve olumsuz perinatal sonuçlar bakımından daha riskli görülmektedir.
INTRODUCTION: The aim of this study is to compare the maternal and perinatal outcomes of pregnancies with and without proteinuria with fetal growth restriction (FGR). As a result of this comparison, it is aimed to contribute to the need to take measures against adversely affected maternal and fetal problems.
METHODS: In this retrospective study, 50 pregnant women who were diagnosed with FGR were evaluated. In FGR groups with and without proteinuria; maternal and fetal parameters such as estimated fetal weight, abdominal circumference, doppler findings, oligohydramnios, neuroprotection rates, delivery time, APGAR score, need for neonatal intensive care unit, maternal hematological paremeters, development of preeclampsia, and cesarean delivery rate were compared.
RESULTS: The week of delivery was found earlier in pregnant women with proteinuria (p=0.02). Mean estimated fetal weight and mean birth weight were found to be lower in the group with proteinuria (p=0.03). Fetal neuroprotection was essential in 12 (39%) patients in the group with proteinuria and in 2 (10%) patients in the group without proteinuria (p=0.03). While there was an increase in uterine artery resistance in 15 (48%) patients in the proteinuria group, it was present in 2 (10%) patients in the non-proteinuria group (p=0.03). While preeclampsia developed in 18 (58%) patients in the proteinuria group, it developed in 1 (5%) patient in the non-proteinuria group (p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The presence of proteinuria should be investigated in patients with fetal growth restriction. Patients with proteinuria seem to be at higher risk in terms of preeclampsia and adverse perinatal outcomes.

8.Evaluation of the Course of Migraine and Tension-Type Headaches During Pregnancy
Mustafa İskender, Tuğba Tunç
doi: 10.5505/ktd.2023.04568  Pages 32 - 37
GİRİŞ ve AMAÇ: Migren (M) ve gerilim tipi baş ağrıları (TTH), tüm popülasyonda görülen en yaygın baş ağrılarıdır. Bu baş ağrıları hormonal değişikliklerden etkilenebilir ve her yaşta başlayabilir, ancak bu baş ağrılarının sıklığı ve davranışı hamilelik sırasında değişmektedir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada gebelikte M ve TTH'nin seyri değerlendirilmiştir. Gebelik öncesinde M ve TTH olan 32 gebeye, gebelikleri boyunca 3 ayda bir MIDAS ölçeği ve baş ağrısı anketi kullanılarak, gebelik öncesi dönemleri retrospektif ve gebelik süreçleri de prospektif olarak incelenmiştir.
BULGULAR: Aurasız migren (MWOA) grubunda gebelik arttıkça baş ağrısı günlerindeki (HD) azalma istatistiksel olarak anlamlı bulundu. (p: 0,0001). Auralı migren (MWA) grubunda gebelik ve gebelik öncesi dönemler arasında ağrı sıklığı açısından istatistiksel fark bulunmazken (p: 0,516), gebelik haftası arttıkça baş ağrısı atak sayısında azalma gözlendi. Gebelik öncesi ve gebelik dönemleri karşılaştırıldığında TTH grubunda istatistiksel olarak fark olmamasına rağmen (p: 0,15) 1. ve 3. trimesterde özellikle 1. trimesterde ağrı sıklığında artış gözlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: MWOA grubundaki başağrılı günler gebelik sırasında önemli ölçüde azaldı ve bu azalma istatistiksel ve klinik olarak anlamlıydı. MWA ve TTH gruplarında gebelik öncesi ve gebelik dönemleri arasında baş ağrısı günleri açısından istatistiksel fark yoktu.
INTRODUCTION: Migraine (M) and tension-type headaches (TTH) are the most common headaches among the whole population. These headaches can be influenced by hormonal changes and can start at any age, but frequency and the behavior of these headaches may change during pregnancy.
METHODS: In this study, the course of M and TTH during pregnancy is evaluated. 32 pregnant woman who have M and TTH before pregnancy are questionnaired prospectively by using the MIDAS scale and headache questionnaire in each 3 trimesters during pregnancy prospectively and retrospectively for pre-pregnant period.
RESULTS: In the migraine without aura (MWOA) group, the decrease in headache days (HD) was found to be statistically significant as pregnancy increased. (p: 0.0001). Although there was no statistical difference in terms of pain frequency between pregnancy and pre-pregnancy periods for the migraine with aura (MWA) group (p: 0.516), a decrease was observed in the number of headache attacks as the gestational week increased. When the pre-pregnancy and pregnancy periods were compared, although there was no statistical difference in the TTH group (p: 0.15), an increase in pain frequency was observed in the 1st and 3rd trimesters, especially in the 1st trimester.
DISCUSSION AND CONCLUSION: HDs in the MWOA group decreased significantly during pregnancy and this decrease was statistically and clinically significant. There was no statistical difference in terms of headache days between pre-pregnancy and pregnancy periods in the MWA and TTH groups.

9.Comparison of Laboratory Parameters and Perinatal Results of Pregnant Women with Covid who Were Followed up in the Service and those with Covid who Were Treated in the Intensive Care Unit
Funda Demirel, Erhan Demirel
doi: 10.5505/ktd.2023.86729  Pages 38 - 45
GİRİŞ ve AMAÇ: Covid 19 ilk olarak Aralık 2019’da Çin’in Wuhan kentinde tanımlanmış ve hızla yayılarak pandemi haline gelmiştir. Bu çalışmada Covid19 pozitif tanısı alıp serviste yatarak tedavi olmuş gebelerle Covid 19 pozitif olup yoğunbakım ihtiyacı olan gebelerin laboratuvar parametrelerindeki farklılıkların saptanması, her iki grubun perinatal sonuçlarının karşılaştırması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma Mart 2020 ve Haziran 2021 tarihleri arasında kadın doğum kliniğinde yatırılan 134 Covid 19 pozitif gebenin datalarının retrospektif olarak taranmasıyla gerçekleştirilmiştir. Bu iki grup hastanın Covid pozitif tanısı alıp yatış kararı verildiğinde bakılan laboratuvar parametreleri ve perinatal sonuçları karşılaştırılmıştır.
BULGULAR: Bu iki gruba bakıldığında; yoğunbakıma yatırılan hastaların lenfosit (Ly) (p<0,001), üre (p<0,001) ve D-dimer (p=0,01) değerleri anlamlı düzeyde düşük, glukoz (p<0,001), alanin aminotransferaz (ALT) (p<0,001), aspartat aminotransferaz (AST) (p<0,001), total protein (p<0,001), albümin (p=0,001), C reaktif protein (CRP) (p<0,001), ferritin (p<0,001) ve prokalsitonin (p<0,001) düzeylerinin anlamlı derecede yüksek olduğu görülmüştür. Yine iki grubun perinatal sonuçları karşılaştırıldığında yoğunbakıma yatan hastalarda gravide değeri (p=0,028), ek hastalık görülme oranı (p=0,006) anlamlı derecede yüksek iken, medyan gebelik haftasının anlamlı derecede düşük olduğu görülmüştür (p<0,001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yoğunbakım ihtiyacı olan Covid pozitif gebelerin laboratuvar parametrelerinde hastaneye ilk yatışta bile farklılıklar görülebilir. Ayrıca perinatal sonuçlar açısından bakıldığında yoğunbakım ihtiyacı olan gebelerde mortalite ve morbidite daha yüksek olabilir.
INTRODUCTION: Covid 19 was first seen and identified in Wuhan, China in December 2019, and within a few months it quickly spread all over the world and became a pandemic.In this study, we aimed to determine the differences in laboratory parameters of pregnant women who were hospitalized in the ward and those who needed intensive care, and to compare the perinatal results between the two groups
METHODS: This study was carried out by retrospectively scanning the data of 134 Covid positive pregnant women hospitalized in the gynecology clinic March 2020 and June 2021.When these two groups of patients were diagnosed as Covid positive and decided to be admitted to the ward, laboratory parameters and perinatal results were compared.
RESULTS: Looking at these two groups, lymphocyte (Ly), urea (p<0.001), D-dimer (p=0.01), glucose (p<0.001), alanine aminotransferase (ALT) (p<0.001), aspartate aminotransferase (AST) (p<0.001), total protein (p< 0.001), albumin (p=0.001), C reactive protein (CRP) (p<0.001), ferritin (p<0.001) and procalcitonin (p<0.001) levels were significantly higher. Again, when the perinatal results of the two groups were compared, the gravide value (p=0.028), the incidence rate of additional diseases (pOctober0.006) were significantly higher in patients admitted to intensive care, while the median week of pregnancy was significantly lower (p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: There may be differences in the laboratory parameters of Covid positive pregnant women who need intensive care, even at first hospitalization. Also, in terms of perinatal outcomes, morbidity and mortality may be higher in pregnant women who need intensive care.

10.The Assesment of Serum Prostate Specific Antigen in Type 2 Diabetic Patients
Gökhan Dindar, Zeki İslamoğlu
doi: 10.5505/ktd.2023.19794  Pages 46 - 50
GİRİŞ ve AMAÇ: Prostat kanseri riski dolaşımdaki yüksek insülin seviyesi ve insülin rezistansı ile artış gösterir.. Diyabet hastalarında düşük insülin seviyelerinden dolayı riskin azaldığına dair bazı çalışmalar vardır. Bu çalışmada diyabetik 50 yaş ve üstü erkeklerde serum Prostat Spesifik Antijen (PSA) düzeylerinin incelenmesi hedeflenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma; Mart 2008 ve Kasım 2008 tarihleri arasında Düzce Üniversitesi Dahiliye polikliniğine başvuran 50 yaş ve üstü 137 ( 67 vaka, 70 kontrol ) erkek hastada yapıldı. Vaka grubu ve kontrol grubu yaşlara göre üçe ayrıldı. PSA değerleri bu yaş grupları arasında karşılaştırıldı. Ayrıca diyabetin tanı süresine göre hastalar üç gruba ayrılıp serum PSA değerleri karşılaştırldı.
BULGULAR: Diyabetik 50-59 yaş grubunda ortalama serum PSA değeri 0.76 ± 0.35 ng/mL olup aynı yaş grubundaki non-diyabetiklerin ortalama PSA değerinden (1.08 ± 0.75 ng/mL) daha düşük bulundu. 60-69 yaş gruplarında benzer şekilde diyabetik hastaların serum PSA değerleri non-diyabetiklere göre anlamlı derecede düşük bulundu. >70 yaş grupları arasında ve diabetin sürelerine göre olan gruplar arasında PSA değerleri arasında anlamlı fark bulunmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Diyabetik 50-59 yaş ve 60-69 yaş gruplarında serum PSA değerlerini diyabetik olmayanlara göre anlamlı şekilde düşük bulduk. Diyabetin süresi ile PSA arasında istatistiksel anlamda fark bulamadık. Sonuç olarak diyabetiklerde prostat kanseri riskinin diyabet olmayanlara göre daha düşük olduğunu düşünüyoruz.
INTRODUCTION: Risk of the prostate cancer is associated with high insulin levels in circulation and insulin resistancy. There are some studies that suggested lower risk in diabetics due to decreased insulin levels. In this study we aimed assesment of serum Prostate Specific Antigen (PSA) levels in diabetic men age of 50 and over.
METHODS: 137 patients age over 50 years ( 67 case, 70 control) admitted to Duzce University School of Medicine outpatients clinic from March 2008 to Novenber 2008 have been included in this study. Case and control groups were divided three groups as their age. PSA values were compared between in these age groups. Moreover, case group were divided three groups as their diagnosed diabet time and these group’s PSA values were compared.
RESULTS: Serum mean PSA values of diabetic patients age of 50-59 years was 0.76 ± 0.35 ng/mL and it was found lower than same age group of non-diabetic patient’s serum PSA values (1.08 ± 0.75 ng/mL). Similary in age groups of 60-69 years, diabetic patient’s PSA values were found significiently lower than non-diabetic patient’s PSA values. Between over age of 70 years groups and between diagnosed time of diabet groups, serum PSA values were not found significiently different.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We found serum PSA levels sigificiently lower in diabetic groups than non-diabetic groups age of 50-59 years and 60-69 years. We couldn’t find istatically difference between PSA and diagnosed time of diabet. Consequently, prostate cancer risk may be lower in diabetic patients than non-diabetics.

11.In Pregnant Women with Multiple Sclerosis; Medication Use Before and After Pregnancy, Clinical Progression, Relapse and Obstetric Outcomes
Filiz Manga Günaydın, Funda Demirel
doi: 10.5505/ktd.2023.36937  Pages 51 - 60
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada; Multipl skleroz (MS)’lu gebelerde kullanılan ilaçların gebelik öncesi kullanımı ve kesilmesi ile relaps oluşumu;gebelikde, yenidoğan döneminde ve annedeki etkisi belirlenmeye çalışılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma bir eğitim ve araştırma hastanesi nöroloji ve kadın doğum kliniklerinde yapılan hasta verilerinden elde edilen retrospektif bir çalışmadır. Hasta grubu olarak 2012- 2021 yılları arasında nöroloji ve kadın doğum kliniklerine başvuru yapan doğum yapmış 31 MS hastası, kontrol grubu olarak doğum yapmış sağlıklı 39 gebe alınmıştır. Sosyodemografik veriler, gebelik öncesi ve sonrası İMT (İmmün Modülatör Tedavi) kullanımı, relaps, progresyon, obstetrik veriler, ek hastalıklar, hemogram parametreleri değerlendirilmiştir. MS’i olan doğum yapmış gebeler perinatal ve postnatal olarak ve normal gebelerle karşılaştırılmıştır.
BULGULAR: Çalışmada MS’li hastalarda tek gebelik oranı; sağlıklı gebelerde üç ve üzeri gebelik oranının anlamlı olarak daha yüksek olduğu belirlenmiştir. MS’li gebelerin WBC değerlerinin daha düşük olduğu izlenmiştir. MS’li gebelerde doğumda genel anestezi oranı sağlıklı gebelere göre yüksektir. Sağlıklı gebelerde erken doğum, düşük doğum ağırlığı ve yoğun bakımda kalış gözlenmezken; MS’li gebelerde erken doğum, düşük doğum ağırlığı ve yeni doğanda yoğun bakımda kalış süresinin anlamlı olarak yüksek olduğu tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: MS’i olan gebelerde; kullanılan ilacın kesilmesine bağlı olarak geliştiği düşünülen; gebelik ve gebelik sonrası dönemde geçirilen atak sayılarının istatistiksel olarak farklılık göstermediği sonucuna varılmıştır. Atak sayıları sıklık olarak interferon 1a ve fingolimod kullanan hastalarda; diğer MS ilaçlarını kullanan gebelere göre daha belirgin olsa da istatistiksel olarak farklılık yaratmamaktadır.
INTRODUCTION: It was tried to determine the effect of the drug used before pregnancy and in relapse formation in pregnant women with multiple sclerosis (MS), on pregnancy, neonatal period and mother, its use before pregnancy and its discontinuation.
METHODS: This is a retrospective study obtained from patient data obtained from Derince Training and Research Hospital Neurology and Obstetrics clinics. As the patient group, 31 MS patients who applied to toneurology and gynecology clinics between 2012-2021 and 39 healthy pregnant women who gave birth as the control group were included. Sociodemographic data, use of immunomodulatory therapy (IMT) before and after pregnancy, recurrence, progression, obstetric data, comorbidities, hemogram parameters were evaluated. Pregnant women with MS who gave birth were compared with normal pregnant women perinatally and postnatally.
RESULTS: In the study, it was determined that the rate of single pregnancy was higher in MS patients; The rate of three or more pregnancies is higher in healthy pregnancies. It was observed that leukocyte (WBC) values of pregnant women with MS were lower. The rate of application of general anesthesia at birth in pregnant women with MS is higher than in healthy pregnant women. While preterm birth, low birth weight and staying in intensive care are not observed in healthy pregnant women; Premature birth, low birth weight and duration of stay in neonatal intensive care unit were found to be significantly higher in pregnant women with MS.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was concluded that there was no statistical difference in the number of attacks during pregnancy and postpartum in MS patients, and this might be due to discontinuation of the drug used. Although the number of attacks in patients using interferon beta 1a and fingolimod drugs is higher than in pregnant women using other MS drugs, it does not make a statistical difference.

12.The Relationship of NLR and PLR with Early Prognosis in Alcohol Use Disorder
Ayşe Erdoğan Kaya, Muhammed Kaya, Ahmet Bülent Yazıcı, Esra Yazıcı
doi: 10.5505/ktd.2023.48752  Pages 61 - 66
GİRİŞ ve AMAÇ: Alkol kullanım bozukluğunda tedavi sürecindeki en büyük sorun bağımlılığın nüks etmesidir. Objektif bir biyobelirteç ile hastaların prognozu öngörülebilirse bireyselleştirilmiş tedavi ve takip seçenekleri tedavi başarısını artırmada faydalı olacaktır. Bu çalışmanın amacı; alkol kullanım bozukluğu tanısı almış hastaların NLO (nötrofil / lenfosit oranı) ve PLO (platelet / lenfosit oranı) değerlerini sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırmak, erken prognostik belirteçler olarak alkol yoksunluk şiddeti, NLO ve PLO’yu değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza AMATEM (Alkol ve Madde Bağımlılığı Tedavi ve Eğitim Merkezi) yataklı servisinde yatan 39 alkol kullanım bozukluğu hastası ve 39 sağlıklı birey dahil edilmiştir. Hastalar 3 aylık takip sonuçlarına göre relaps grubu ve remisyon grubu olarak 2’ye ayrılmıştır. Hasta ve sağlıklı grupların NLO ve PLO değerleri, relaps ve remisyon grupların NLO, PLO ve alkol yoksunluk şiddeti değerleri birbirleriyle karşılaştırılmıştır.
BULGULAR: Alkol kullanım bozukluğu olan hastalar sağlıklı kontrollere göre anlamlı olarak daha yüksek ortalama NLO değerlerine sahipti (p: 0.001). Relaps grubunda NLO (p: 0.04) ve yoksunluk şiddeti (p: 0.017) remisyon grubuna göre anlamlı olarak daha yüksekti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Alkol ve madde kullanım bozukluğunda inflamatuvar belirteçlerin arttığını gösteren çalışmalar mevcuttur. Bu çalışma alkol kullanım bozukluğunda bir inflamatuvar belirteç olarak NLO düzeyinin arttığını göstermektedir. Ayrıca alkol yoksunluk şiddeti ve yüksek NLO düzeylerinin relaps ile ilişkili bir gösterge olabileceğini düşündürmektedir.
INTRODUCTION: The biggest problem in the treatment process of alcohol use disorder is the relapse of addiction. If the prognosis of patients can be predicted with an objective biomarker, individualized treatment and follow-up options will be beneficial in increasing the success of treatment. The aim of this study; to compare the NLR (neutrophil / lymphocyte ratio) and PLR (platelet / lymphocyte ratio) values of patients diagnosed with alcohol use disorder with the healthy control group, to evaluate alcohol withdrawal severity, NLR and PLR as early prognostic markers.
METHODS: Our study included 39 patients with alcohol use disorder and 39 healthy individuals hospitalized in the inpatient service of AMATEM (Alcohol and Substance Addiction Treatment and Education Center). The patients were divided into 2 groups as relapse group and remission group according to their 3-month follow-up results. NLR and PLR values of patient and healthy groups, NLR, PLR and alcohol withdrawal severity values of relapse and remission groups were compared with each other.
RESULTS: Patients with alcohol use disorder had significantly higher mean NLR values than healthy controls (p: 0.001). NLR (p: 0.04) and withdrawal severity (p: 0.017) were significantly higher in the relapse group than in the remission group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: There are studies showing that inflammatory markers increase in alcohol and substance use disorder. This study shows that NLR level is increased as an inflammatory marker in alcohol use disorder. It also suggests that the severity of alcohol withdrawal and high NLR levels may be an indicator associated with relapse.

13.An Important Clinical Marker Concerning COVID-19 Infection: Olfactory and Taste Dysfunction
Metin Yüksel Akyıldız, Gürcan Sünnetci
doi: 10.5505/ktd.2023.58630  Pages 67 - 74
GİRİŞ ve AMAÇ: COVID-19 vakalarında koku ve/veya tat kaybı gibi minör ve nonspesifik bir semptomun olması, tanı için tek başına bir bulgu olabilir. Bu nedenle COVID-19 ile koku ve/veya tat kaybı arasındaki ilişkinin bilinmesi kritik bir öneme sahiptir. Özellikle major semptomları olmayan hastalarda akut koku ve/veya tat kaybının görülmesi, erken tanı ve izolasyonla birlikte viral yayılımın önlenmesi açısından yararlı olacaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda Amerikan Otolaringoloji-Baş Boyun Cerrahisi Akademisi tarafından klinisyenler için geliştirilmiş ve validasyonu sağlanmış olan koku kaybı ölçümleme aracı esas alınarak kohort bir araştırma yapıldı.

BULGULAR: Bu çalışmada COVID-19 pozitif olan ve tat ve/veya koku kaybı görülen hastaların %40,4’ünde koku ve/veya tat kaybı şikayeti tanı konulmadan önce başladığı görüldü. Koku ve/veya tat kaybı prevalansının, cinsiyet ve yaş gruplarına göre anlamlı farklılık göstermediği saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada COVID-19 pozitif hastalarda koku ve tat kaybı semptomları literatürle uyumlu olarak anlamlı derecede yüksek oranda görülmüştür. Ayrıca Kulak Burun Boğaz kliniği açısından önümüzdeki dönemde de potansiyel COVID-19’ a bağlı koku ve/veya tat kaybı vakaları görülmeye devam edecektir. Bu nedenle polikliniğe başvuran tüm hastalarda mutlaka koku ve/veya tat kaybının sorgulanması, yüksek risk taşıyan endoskopik muayene ve diğer işlemlerde dikkat edilmesi açısından çok önemlidir.
INTRODUCTION: The presence of a minor and nonspecific symptoms, such as loss of smell and/or taste in patients, may be a stand-alone symptom for the diagnosis of COVID-19 infection. Therefore, it is critical to know the relationship between COVID-19 and loss of smell and/or taste. Especially in patients without major symptoms, acute loss of smell and/or taste will be beneficial not only for early diagnosis and isolation but also for preventing viral spread.
METHODS: In our research, a cohort study was conducted based on the olfactory loss measurement tool developed and validated for clinicians by the American Academy of Otolaryngology–Head and Neck Surgery.
RESULTS: In 40.4% of cases, the complaint of loss of smell and/or taste was determined to present itself before the diagnosis of COVID-19. It was found that the prevalence of loss of smell and/or taste did not differ significantly depending on gender and age groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, symptoms of loss of smell and taste in COVID-19 positive patients were observed at a significantly higher rate in line with the literature. Additionally, in terms of Otorhinolaryngology clinic, it can be expected that potential cases of loss of smell and/or taste due to COVID-19 will continue to be seen in the future. For this reason, it is particularly important to question the loss of smell and/or taste in all patients who apply to the outpatient clinic, and to pay attention during endoscopic examination and other procedures that carry a high risk in possible cases.

REVIEW ARTICLE
14.Membraneless Bodies of Cells Formed by Liquid-Liquid Phase Separation: Literature Review
Dudu Gümüş, Gamze Bora
doi: 10.5505/ktd.2022.56255  Pages 75 - 88
Ökaryotik hücrelerde biyokimyasal süreçler organel adı verilen hücresel kompartmanlarda gerçekleşmektedir. Hücre içinde membranla çevrili organellerin yanı sıra membranla çevrelenmeyen yapılar da bulunmakta ve bu yapılar membransız cisimcikler olarak adlandırılmaktadır. Sıvı-sıvı faz ayırımı mekanizmasıyla oluşan bu cisimcikler, çekirdekte veya sitoplazmada oluşarak biyokimyasal süreçlerin hızlı ve verimli olarak gerçekleşmesini sağlamaktadır. Membransız cisimciklerde farklı hastalık gruplarında değişikliklerin saptanması nedeniyle, cisimciklerin yapı ve oluşumlarının anlaşılabilmesine yönelik araştırmalar son yıllarda hız kazanmıştır. Bu derlemede fizyolojik ve patolojik süreçlerde oluşan membransız cisimciklerin oluşum mekanizmaları, yapıları ve görevleri özetlenmiştir.
Biochemical processes occur in cellular compartments, called organelles, in eukaryotic cells. In addition to membrane-enclosed organelles, non-membrane bound structures, namely membraneless bodies, are also found in cells. These bodies are formed in nucleus or cytoplasm by liquid-liquid phase separation mechanism and ensure that biochemical processes take place rapidly and efficiently. Since, alterations have been detected in membraneless bodies in different disease groups, investigations about the structure and formation of bodies have been accelerated in recent years. In this review, the mechanism of formation and structures of membraneless bodies were summarized in physiological and pathological states.

ORIGINAL ARTICLE
15.Coronary Bypass with Beating Heart Technique; How to Do It and Our Results
Zeki Talas, Muhip Kanko, Şadan Yavuz, Oğuz Omay, Özgür Barış, Ali Ahmet Arıkan, Uğur Postal, Tülay Çardaközü
doi: 10.5505/ktd.2023.00947  Pages 89 - 98
GİRİŞ ve AMAÇ: Koroner revaskülarizasyon, aterosklerotik iskemik kalp hastalığının tedavisinde hayati bir role sahiptir. Koroner arter baypas greftleme (CABG) esas olarak kardiyopulmoner bypass (CPB) kullanılarak yapılırken, 1990'ların ortalarından beri kardiyopulmoner baypas (Of-pCABG) kullanılmadan yapılmaya başlandı. Of-pCABG tekniği ile yüksek riskli ve yaşlı hasta gruplarında, postoperatif inotrop ve intraaortik balon pompası kullanımında azalma, kan kaybı ve kan transfüzyonunda azalma, böbrek yetmezliği, solunum sistemi problemleri ve atriyal fibrilasyonun rsiskini azalması ile mortalite ve morbidite oranlarının da azalma görülür. Aynı zamanda postoperatif hastanede kalış süresini ve hastane maliyetlerini önemli ölçüde azalttığı da gösterilmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2018-2020 arasında of-pCABG tekniği ile izole koroner arter baypas yapılan 260 hastanın verileri retrospektif olarak incelenmiştir. Cerrahi sırasında kullandığımız kardiyak stabilizasyon yöntemleri ve koroner arterlerin kontrol tekniklerini paylaşmak istedik. Erken dönem sonuçlarımızı bildirdik.
BULGULAR: Hastane içi mortalite oranımız %3.0 (8 hasta) iken, serebrovasküler hastalık %2.3 (6 hasta) olarak görülmüştür. Postoperatif hemodiyaliz ihtiyacı %2.6 (7 hasta) idi. Yoğun bakım ünitesindeki ortalama kalmak 2.3 (± 0.9) gün olarak hesaplanırken, hastanede kalış süresi 9.7 (± 7.07) gündü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Konservatif CABG tekniğinden daha az invaziv olan of-pCABG tekniğinin, (çoklu koroner arter hastalığında, düşük EF'li hastalarda akciğer hastalığı, kronik böbrek hastalığı gibi komorbid hastalarda) tatmin edici sonuçlarla uygulanabileceğini düşünüyoruz.
INTRODUCTION: Coronary revascularization has a vital role in treating atherosclerotic ischemic heart disease. While coronary artery bypass grafting (CABG) is mainly performed using cardiopulmonary bypass (CPB) with cardioplegic arrest, CABG has been started to be performed without using cardiopulmonary bypass (of-pCABG) since the mid-1990s. In high-risk patient and elderly patient groups, it has been reported that with of-pCABG, a decrease in the need for postoperative inotropes and the use of intra-aortic balloon pumps, a decrease in blood loss and blood transfusion, complications such as kidney failure, respiratory system problems, and atrial fibrillation, as well as mortality and morbidity are reduced. Additionally, off-pump CABG has also been shown to reduce the postoperative length of stay and hospital costs significantly.
METHODS: Data of 260 patients with isolated coronary artery bypass with the technique of Of-PCABG between 2018 and 2020 were retrospectively examined. We wanted to share the cardiac stabilization and coronary artery control techniques we used during surgery. We have reported our early results.
RESULTS: While our in -hospital mortality rate was 3.0 %(8 patients), cerebrovascular disease was seen as 2.3 %(6 patients). The need for postoperative hemodialysis was 2.6 %(7 patients). The average stay in the intensive care unit was calculated as 2.3(±0.9) days, while the remaining time in the hospital was 9.7(±7.07) days.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We think that the of-pCABG technique, which is less invasive than the conservative CABG technique, can be applied with satisfactory results in multi-vessel diseases, patients with low EF, and comorbid patients (such as lung disease, chronic kidney disease, or failure).

16.Relationship between the Use of Warfarin and the Volume of Intracerebral Hemorrhage
Gökhan Evcili, Aykut Öztürk
doi: 10.5505/ktd.2023.52261  Pages 99 - 108
GİRİŞ ve AMAÇ: Warfarin en sık kullanılan antikoagülan ilaçlardan biridir. En ciddi advers etkisi kanama olarak bilinmektedir. Warfarinin spontan intraserebral kanama hacmi ve mortaliteyle ilişkisini incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Spontan intraserebral kanama tanısı olan 184 hasta retrospektif olarak taranarak çalışmaya dahil edildi. Hastalar antikoagülan kullanmayan, warfarin kullanan, aspirin kullanan, hem warfarin hem aspirin kullanan olarak dört gruba ayrıldı. Hastaların morbiditeleri, demografik özellikleri, uluslararası normalleştirilmiş değer (INR), serebral hemoraji hacimleri, hemoraji lokasyonları, ventriküle açılımları ve mortaliteleri retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların artan yaşı, diyabet ve dislipidemi hastalıkları kanama hacmi ile anlamlı derecede ilişkilidir.(p<0,05) İntrraserebral kanamalar en fazla talamik ve lober bölgede olmuştur. Warfarin kullanan grup hem ilaç kullanmayan hem de aspirin kullanan gruba göre daha fazla kanama hacmine sahiptir.(p<0,05)
TARTIŞMA ve SONUÇ: Warfarin kullanımı toplumumuzda spontan intraserebral kanamalı hastalarda daha geniş hacimli hemoraji ve daha yüksek oranlı mortalite ile ilişkilidir. Warfarin dozunun ayarlanmasındaki zorluklar, ilaç ile gıda etkileşimlerine açıklığı ve genetik farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Bu sebeple warfarin kullanım öyküsü olan intraserebral kanamalı hastalara daha radikal yaklaşım tarzları geliştirilmelidir.
INTRODUCTION: Warfarin is one of the most commonly used anticoagulant drugs. The most serious adverse effect is known as bleeding. We aimed to examine the relationship of warfarin with spontaneous intracerebral hemorrhage volume and mortality.
METHODS: 184 patients with a diagnosis of spontaneous intracerebral hemorrhage were retrospectively screened and included in the study. The patients were divided into four groups as those who do not use anticoagulants, use warfarin, use aspirin, and use both warfarin and aspirin. The morbidity, demographic characteristics, cerebral hemorrhage volumes, hemorrhage locations and mortality of the patients were evaluated.
RESULTS: Increasing age of the patients, diabetes and dyslipidemia diseases were significantly associated with bleeding volume. (p<0.05) Intracerebral hemorrhages were most common in the thalamic and lobar regions. The group using warfarin had a higher bleeding volume than the group using both drugs and aspirin.(p<0.05)
DISCUSSION AND CONCLUSION: Warfarin use is associated with larger volume hemorrhage and higher mortality in patients with spontaneous intracerebral hemorrhage in our population. Difficulties in adjusting the dose of warfarin are due to its vulnerability to drug-food interactions and genetic differences. For this reason, more radical approaches should be developed for patients with intracerebral hemorrhage who have a history of warfarin use.

17.Investigation of Risk Factors with Long-Term Follow-up and Restenosis Rate After Stent Implantation in Patients with Iliac Artery Stenosis
Emir Derviş, Ibrahim Halil Ulaş Bildirici, Serdar Bozyel, Müjdat Aktaş
doi: 10.5505/ktd.2023.56798  Pages 109 - 118
GİRİŞ ve AMAÇ: Kliniğimizde semptomatik iliyak arter darlığı veya tıkanması olan ve stent implantasyonu ile revaskülarizasyonu sağlanan hastaların, stent açıklık oranlarını araştırmak. Restenoz saptanan hastalarda, stenozun olası risklerini değerlendirmek için hastaların demografik, anatomik ve yapılan prosedürlerin özelliklerini değerlendirmekti.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Kocaeli Üniversitesi Hastanesi' nde iliyak arter darlığı nedeniyle kritik bacak iskemisi veya medikal tedaviye yanıtsız kladikasyo şikayeti nedeniyle iliyak artere stent implantasyonu yapılmış olan hastalar alınmıştır. Hedef damarda geçirilmiş endovasküler girişim, cerrahi revaskülarizasyon öyküsü, akut trombüs ve hedef damarda anevrizma gösterilen hastalar çalışma dışı bırakılmıştır. Dışlanma kriterlerine sahip olan hastalar çalışma dışı bırakıldıktan sonra geriye kalan toplam 58 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Çalışmada stent açıklığının kaybı; doppler ultrasonografide akım hızının >2,4 kat artması, kontrastlı anjiyografide oklüzyonun gösterilmesi veya lümen içinde %50’ den fazla daralma olarak tanımlanmıştır. İliyak stent takılan hastaların demografik özellikleri, lezyon özellikleri, işlem prosedürleri ve takiplerinde gelişen restenoz miktarı ve restenoza etki eden faktörler retrospektif olarak araştırılmıştır.
BULGULAR: Hastaların klinik ve işlem özelliklerine göre stent açıklık oranları karşılaştırıldığında; ana iliyak artere stent implantasyonu yapılan hastaların 26’ sında (%89,6), ana iliyak ve dış iliyakı kapsayan lezyonların 8’ inde (%66,6), dış iliyak arter lezyonu olan hastaların ise 15’ inde (%100) takiplerinde restenoz saptanmamıştır (p=0,034). Çoklu stent takılanların 6’ sında (%54,5), tekli stent takılanların ise 43’ ünde (%95,5) restenoz saptanmamıştır (p=0,002). Diğer parametrelerde restenoz açısından istatistiksel olarak anlamlı fark izlenmemiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İliyak arter darlıklarında, her TASC grubu lezyonlarda, total tıkalı lezyon olsun veya olmasın revaskülarizasyon stratejisi olarak endovasküler girişimlerin güvenli bir şekilde, yüksek başarı oranları ile kullanılabileceği gösterilmiştir.
INTRODUCTION: We aimed to investigate the stent patency rates of patients with symptomatic iliac artery stenosis or occlusion and revascularized with stent implantation in our clinic and to define the demographic, anatomical and procedural characteristics of the patients to assess the possible risks of stenosis in patients with restenosis.
METHODS: We included 58 patients who underwent stent implantation to iliac artery due to claudication that decreased the quality of life at Kocaeli University Cardiology Clinic. Loss of stent patency was defined as 2,4-fold increase in flow velocity in Doppler ultrasonography, demonstration of occlusion in contrast-enhanced angiography or >50% stenosis of vessel lumen. Demographic characteristics, lesion characteristics, procedural procedures and the amount of restenosis developed in follow-up and factors affecting restenosis were investigated retrospectively.
RESULTS: When the stent patency rates were compared according to the clinical and procedural characteristics of the patients; restenosis was not detected in 26 (89,6%) patients with common iliac artery stent implantation, in 8 (66,6%) patients with lesions involving main iliac and external iliac artery and in 15 (100%) patients with external iliac artery stenting (p=0,034). In addition, restenosis was not observed in 6 (54,5%) of the patients with multiple stenting and 43 (95,5%) of those who had single stent (p=0,002). There was no statistically significant difference in restenosis in terms of other parameters.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It has been shown that endovascular procedures can be safely used with high success rates as a strategy of revascularization in iliac artery stenosis, with or without a totally occluded lesion in each TASC group lesion.

18.Prognostic Value of Thyroid Transcription Factor-1 Expression in Non-Small Cell Non-Squamous Lung Cancer
Suna Kavurgacı, Pınar Akın Kabalak, Ülkü Yılmaz, Özge Şafak Koşan, Derya Kızılgöz, Tuba İnal Cengiz, Funda Demirağ
doi: 10.5505/ktd.2023.84429  Pages 119 - 124
GİRİŞ ve AMAÇ: Performans durumu, evre, yaş, cinsiyet, kilo kaybı gibi klinik ve hastalık ilişkili faktörler;halen kullanılan sağ kalım ile ilişkili faktörlerdir. Son yıllarda sağ kalım üzerinde etkili yeni faktörlerin potansiyel etkileri araştırılmaktadır. Bunlardan birisi olan Tiroid Trankripsiyon Faktör-1( TTF-1), tiroid ve akciğer dokusundan salınan bir nükleer proteindir, embriyogenezis süresince bu organların gelişimi ve morfogenezisinde fizyolojik bir rol oynar.TTF-1’in tümör süpresör gen fonksiyonu olduğu düşünülmektedir.
AMAÇ: TTF-1’in sağkalım üzerine etkisini araştırmak
YÖNTEM ve GEREÇLER: 368 primer akciğer adenokarsinom tanılı hasta dosyası retrospektif olarak incelenmiştir. Hastaların yaş, cinsiyet, sigara öyküsü, TNM evresi, opere olanların patolojik evresi, EGFR-ALK mutasyon varlığı, KOAH varlığı ve patolojik tanı gibi verileri kaydedilmiştir. Hastaların tanı tarihi ve ölüm tarihi kaydedilmiştir. 39 hasta opere edilmiştir. Alınan biyopsi örneklerinden immünhistokimyasal boyama yöntemi ile TTF-1 incelemesi yapılmıştır. Hastalar TTF-1 pozitif ve negatif olmak üzere 2 gruba ayrılarak incelenmiştir.
BULGULAR: Bizim çalışmamızda akciğer adenokarsinom tanılı hastalarda her bir evreyi ayrı ayrı TTF pozitif ve negatifliğine göre incelediğimizde sağ kalım açısından anlamlı fark saptanmadı fakat evreden bağımsız olarak değerlendirildiğinde TTF-1 pozitifliğinin daha iyi sağ kalımla ilişkili olduğu literatürle uyumlu olarak gösterildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Günümüzde akciğer adenokarsinomunda grade sistemi ve moleküler tiplendirmede ortaya çıkan gelişmeler ile hem tedavi hem de prognoz açısından sağkalımı olumlu etkileyen sonuçlar elde edilmekte ve bu açıdan çalışmamızın bir torasik onkoloji ünitesinin belirli bir dönemi için verilerini demonstre etmesi anlamında literatüre katkıda bulunacağını düşünmekteyiz. Gelecek çalışmalar, kötü prognozun moleküler mekanizması ve yeni tedavilerin tespitini araştırmak için desteklenmelidir.
INTRODUCTION: Thyroid Transcription Factor-1 (TTF-1), which is a nuclear protein that is released from thyroid and lung tissue, and which plays a physiologic role in the development and morphogenesis of these organs during embryogenesis. TTF-1 is considered to have a tumor-suppressor gene function.The present study investigates the effects of TTF-1 on survival.
METHODS: Primary lung adenocarcinoma were reviewed retrospectively, and data regarding the patients’ age, gender, smoking history, TNM stage, pathological stage in operated patients, presence of EGFR-ALK mutations, and pathologic diagnosis were recorded. Dates of diagnosis and dates of death were also retrieved from the medical records. Patients were categorized into two groups as TTF-1 positive or negative.
RESULTS: Our analyses revealed no significant difference in the disease stage in patients diagnosed with lung adenocarcinoma related to TTF positivity and negativity, although in line with the previous literature, TTF-1 positivity was found to be associated with better survival rates when analyzed irrespective of disease stage.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Currently, advances in grading systems and molecular typing in cases of lung adenocarcinoma have had positive outcomes on survival, both regarding treatment strategies and disease prognosis, and we believe the present study may contribute to literature through its contribution of the data collected at a thoracic oncology unit over a specified period. Future studies should be supported that enlighten the molecular mechanisms underlying poor prognosis and novel treatment options in patients with lung adenocarcinoma.

19.Our Clinical and Surgical Experience in Parathyroid Diseases; Evaluation of Five Years at a Single Tertiary Care Center
Esra Hamurcu, Mehmet Tolga Kafadar, Mehmet Veysi Bahadır, Sadullah Girgin
doi: 10.5505/ktd.2023.13334  Pages 125 - 134
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada kliniğimize başvuran paratiroid hastalarının sosyo-epidemiyolojik verileri, preoperatif ve postoperatif laboratuvar değerleri, görüntüleme özellikleri ile kliniğimizin paratiroid hastalıklarını tedavi ederken uyguladığı yaklaşımların ve sonuçlarının retrospektif olarak incelenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya 2013-2018 yılları arasında paratiroid hastalıkları nedeniyle Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Ana Bilim Dalı’nda tedavi edilen 200 hasta dahil edildi. Bu hastalara ait klinik ve laboratuvar verileri hasta dosyalarından retrospektif olarak değerlendirildi. Çalışmaya paratiroid hastalığı tanısı almış ve tedavi seçeneği olarak cerrahi planlanan olgular dahil edildi.
BULGULAR: Çalışmadaki 200 hastadan 33’ünün (%16.5) erkek, 167’sinin (%83.5) kadın olduğu gözlendi. Ortalama yaş 51.76 (18-93) idi. Ek tiroid hastalığı bulunmayan 128 (%64) hastaya unilateral cerrahi yaklaşım ve lokal eksplorasyon ile sadece paratiroid adenom eksizyonu uygulandı. Ek tiroid hastalığı olan 45 (%22.5) hastanın 41’ine bilateral total tiroidektomi, 4’üne sol tamamlayıcı tiroidektomi uygulandı. Hastaların 182 (%91)’sinde patolojik tanı paratiroid adenomu olarak raporlandı. Patolojik tanı ile preoperatif USG bulguları arasında 129 (%75.6) hastada, sintigrafi ile ise 110 (% 73.3) hastada uyum saptandı. Preoperatif yüksek olan serum PTH değerine oranla, intraoperatif, postoperatif 1. gün ve 1. ay çalışılan PTH değerinde anlamlı düşme olduğu görüldü (p<0.001). Preoperatif yüksek olan serum kalsiyum değerindeki postoperatif 1. gün ve 1. ay sonundaki düşmenin istatistiksel olarak anlamlı olduğu tespit edildi (p<0.001). Ameliyat sonrası dönemde bakılan serum fosfor değerlerindeki artışın istatistiksel olarak anlamlı olduğu gözlendi (p<0.05). Postoperatif dönemde 9 (% 4.5) hastada komplikasyon görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda paratiroid bozuklukları tedavisinde, cerrahinin uygun preoperatif değerlendirme ile deneyimli ellerde, dikkatli eksplorasyon yaparak, çok düşük komplikasyon oranı ile gerçekleşmesinin mümkün olacağı gösterildi. Kılavuzlara uygun olarak bu hastalıklarda öncelikle tercih edilmesi gereken tedavi yöntemi de cerrahi yaklaşım olmalıdır.
INTRODUCTION: This study aimed to retrospectively evaluate the socio-epidemiological data, preoperative and postoperative laboratory values, and imaging characteristics of patients with parathyroid disorders, as well as our clinic’s approaches to treat parathyroid diseases and their outcomes.
METHODS: This study included 200 patients who were treated for parathyroid diseases at Dicle University Faculty of Medicine, Department of General Surgery between 2013 and 2018. The clinical and laboratory data of these patients were retrospectively obtained from their medical records. The study included patients who were diagnosed with parathyroid disease and intended for surgical treatment.
RESULTS: Out of 200 patients enrolled by the study, 33 (16.5%) were male and 167 (83.5%) were female. The mean patient age was 51.76 (18-93) years. Parathyroid adenoma excision with unilateral surgical approach plus local exploration alone was performed for 128 (64%) patients without accompanying thyroid disease, bilateral total thyroidectomy for 41 of 45 (22.5%) patients with accompanying thyroid disease, and left completion thyroidectomy for the remainder 4 patients with accompanying thyroid disease. The pathological diagnosis was reported as parathyroid adenoma in 182 (91%) patients. The pathological diagnosis was in agreement with preoperative USG in 129 (75.6%) patients and scintigraphy in 110 (73.3%) patients. There occurred a significant decrease in the PTH levels measured intraoperatively, on the first postoperative day, and at the first postoperative month compared with the preoperatively elevated serum PTH level (p<0.001). The decrease in preoperatively elevated serum calcium level on the first postoperative day and at the first postoperative month were statistically significant (p<0.001). The increase in serum phosphorus level at the postoperative period was statistically significant (p<0.05). Postoperative complications occurred in 9 (4.5%) patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study showed that it is possible to perform surgery for parathyroid diseases with a very low complication rate, provided that an appropriate preoperative evaluation is performed and a careful exploration is carried out by experienced hands. In accordance with the current guidelines, surgical approach should become the preferred treatment method for the treatment of these disorders.

20.Comparison of Intraarterial and Oscillometric Blood Pressure Measurement in Premature Newborns and Determination of Factors Affecting the Comparison
Nagihan İskender, İbrahim Murat Hirfanoğlu, Canan Türkyılmaz, Esra Önal, Ebru Ergenekon, Esin Koç, Yıldız Atalay
doi: 10.5505/ktd.2023.38455  Pages 135 - 142
GİRİŞ ve AMAÇ: Yenidoğan yoğun bakım ünitelerinde (YYBÜ) sıklıkla kullanılan osilometrik yöntem ile elde edilen kan basıncı değerlerinin intraarteryel ölçüm değerleriyle korele olup olmadığı tartışma konusudur. Biz bu çalışmada intraarteryel ve osilometrik yöntemlerle ölçülmüş sistolik (SKB), diyastolik (DKB) ve ortalama (OKB) kan basıncı değerlerinin karşılaştırılmasını; karşılaştırma sonucunda anlamlı fark bulunması durumunda hangi parametrelerin bu farklılığa neden olduğunun belirlenmesini hedefledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Prospektif olan bu çalışmaya, izleminde umbilikal arter kateterizesyonuna gerek duyulan 20 prematüre bebek (gebelik haftası 25-37 hafta olan) dahil edildi. Beş gün boyunca eş zamanlı intraarteryel ve osilometrik yöntemlerle ölçülmüş 400’er sistolik, diyastolik ve ortalama kan basıncı değerleri, eş zamanlı aldığı ilaç tedavisi (inotrop, sedatif), solunum desteği, beslenme durumu, gebelik haftası, doğum ağırlığı, kol çevresi, anne yaşı, surfaktan alıp almadığı, eritrosit desteği,fototerapi alıp almadığı, sepsis varlığı, antenatal risk faktörleri kaydedildi.
BULGULAR: Osilometrik SKB, intraarteryel SKB’ye göre 2.61±6,84 mmHg anlamlı daha yüksek (p<0,001); osilometrik DKB intraarteryel DKB’ye göre -2,41±7,94 mmHg anlamlı daha düşük ve osilometrik OKB intraarteryel OKB değerlerinden -3,02±6,84 mmHg anlamlı daha düşük (p<0,001) olarak saptanmıştır.
Osilometrik ve intraarteryel yöntem arasındaki farklılığı etkileyen bağımsız değişkenler; SKB için sedatif kullanımı (p=0,02 R²=0,33), DKB için inotrop alımı (p=0,001), gebelik haftası (p=0,005), vücut ağırlığı (p=0,001) ve surfaktan alımı (p=0,014) olarak belirlenmiştir. OKB’yi etkileyen bağımsız değişken bulunmamıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Osilometrik yöntem ile intraarteryel yöntem arasında anlamlı istatistiksel farklılık bulunmuştur. Genel durumu kötü, hasta yenidoğanlarda umbilikal kateterizasyon aracılıklı kan basıncı ölçümü tercih edilmelidir.
INTRODUCTION: It is a matter of debate whether the blood pressure values obtained by the oscillometric method, which is often used in neonatal intensive care units (NICU), correlate with intraarterial values. We aimed to compare systolic (SBP), diastolic (DBP) and mean (MBP) blood pressure values measured by intraarterial and oscillometric methods;to determine which parameters cause difference if there is a significant difference.
METHODS: This prospective study included 20 premature newborns who were required umbilical artery catheterization during follow-up. 400 systolic, diastolic and mean blood pressure values that are simultaneously measured by intraarterial and oscillometric method for five days and also simultaneous received medication (inotrope, sedative), respiratory support, nutritional status, gestational age, birth weight, arm circumference, surfactant, erythrocyte support, phototherapy intake, sepsis, the presence of antenatal risk factors, vital signs, sleep-wake status were recorded.
RESULTS: Oscillometric SBP was significantly higher than intraarterial SBP by 2.61±6.84 mmHg (p<0.001), oscillometric DBP was significantly lower by -2.41±7.94 mmHg compared to intraarterial DBP, and oscillometric MBP was significantly lower by -3.02±6.84 mmHg than intraarterial MBP values (p<0.001).Independent variables affecting the difference between oscillometric and intraarterial methods were sedative use for SBP (p=0.02 R2=0.33), inotrope intake, gestational week (p=0.005), body weight (p=0.001) and surfactant intake (p=0.014) for DBP (p=0.001).There were no independent variables affecting MBP.
DISCUSSION AND CONCLUSION: A statistically significant difference was found between the oscillometric and the intraarterial method. Blood pressure measurement via umbilical catheterization should be preferred in sick newborns with poor general condition.

21.The Relationship of Peripheral Blood Inflammation Parameters to Survival in Operated Pancreatic Cancer Patients
Ebru Karcı, Merve Tokocin
doi: 10.5505/ktd.2023.33279  Pages 143 - 152
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, nötrofil-lenfosit oranı (NLO), platelet-lenfosit oranı (PLO), C-reaktif protein (CRP)/lenfosit oranı (CLO) ve CRP/albümin oranı (CAO) gibi inflamasyon belirteçleri ve tümör belirteçlerinin (karbonhidrat antijeni 19-9 [CA19-9] ve TNM evresi) opere olmuş pankreas kanseri hastalarında sağkalımı öngörmede kullanılabilirliğinin araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmaya, opere olmuş 54 pankreas kanseri hastası dahil edildi. Hastaların demografik özellikleri, tanı anındaki TNM evresi ve tanı öncesi 1 ay içindeki inflamasyon belirteçleri (NLO, PLO, CLO ve CAO) ve CA 19-9 değerleri ve sağkalım sonucu kaydedildi. Klinikopatolojik parametreler ve inflamasyon belirteçleri genel sağkalım süresi ve mortalite riski ile ilişkileri açısından tek-değişkenli ve çok-değişkenli Cox-regresyon analizleri ile değerlendirildi.
BULGULAR: Toplam popülasyonda genel sağkalım süresi 13 ay (%95 GA 0.80-25,1 ay) olarak bulundu. Ileri yaş (HR 2,21, %95 GA 1,10-4,42, p=0,019) ve ileri T evresi (HR 2,33, %95GA 1,07-5,06, p=0,033) tek-değişkenli analizde mortalite riskinde artışla ilişkisi gösterilen tek parametreler iken, çok-değişkenli analizde bu iki parametrenin sağkalım üzerindeki anlamlı öngördürücü etkisi doğrulanamadı (sırasıyla, p=0,071 ve p=0,083). CA 19-9, NLO, PLO, CLO ve CAO dahil olmak üzere tümör veya inflamasyon belirteçlerinin hiçbirisinin sağkalım süresi veya mortalite riski üzerine anlamlı etkisi saptanmadı
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, bulgularımız opere olmuş pankreatik adenokarsinoma hastalarında, preoperatif olarak ölçülen inflamasyon belirteçlerinin (örn. NLO, PLO, CLO ve CAO) veya CA 19-9 düzeylerinin sağkalım üzerine anlamlı bir etkisi olmadığı yönündedir.
INTRODUCTION: This study aimed to investigate the utility of inflammation-based markers including neutrophil-to-lymphocyte ratio (NLR), platelet-to-lymphocyte ratio (PLR), C-reactive protein (CRP)/lymphocyte ratio (CLR), CRP/albumin ratio (CAR) and tumor markers (carbohydrate antigen 19-9 [CA19-9] and TNM stage) in predicting survival outcomes among patients with operated pancreatic cancer.
METHODS: A total of 54 patients with operated pancreatic adenocarcinoma were included in this retrospective study. Data on patient demographics, TNM stage at diagnosis, the inflammation-based markers (NLR, PLR, CLR and CAR) and CA 19-9 values within 1 month prior to diagnosis and the final survival outcome were recorded. Clinicopathological parameters and inflammation-based markers were evaluated with respect to overall survival (OS) time and mortality risk using univariate and multivariate Cox-regression analyses.
RESULTS: OS time was 13 months (95% CI 0.80 to 25.1 months) in the overall study population. Older age (HR 2.21, 95% CI 1.10 to 4.42, p=0.019) and advanced T stage (HR 2.33, 95% CI 1.07 to 5.06, p=0.033) were the only factors associated with increased risk of mortality in the univariate analysis, whereas multivariate analysis did not confirm their predictive role on survival (p=0.071 and p=0.083, respectively). None of tumor or inflammation-based markers including CA 19-9, NLR, PLR, CLR and CAR had significant impact on survival time or mortality risk.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion, our findings in patients with operated pancreatic adenocarcinoma revealed that none of the preoperatively determined inflammation-based marker ratios (i.e., NLR, PLR, CLR and CAR) or CA 19-9 had significant impact on survival outcome

CASE REPORT
22.A Rare Case of Cervical Dystonia in Adult Muscular Torticollis
Metin Yüksel Akyıldız
doi: 10.5505/ktd.2022.21384  Pages 153 - 157
Konjenital müsküler tortikollis, sternokleidomastoid (SKM) kasın kontraksiyonu ve fibrotik bantlar ile karakterize, klinik görünüm olarak başın etkilenen tarafa, çenenin karşı tarafa doğru yönelimi şeklinde ortaya çıkan bir hastalıktır.
Bu makalede, 25 yaşında erkek hasta, boynun sağ kısmında ele gelen gerginlik, başını ve boynunu düzeltememe, baş ve boynun sağ tarafa, çenenin sol tarafa doğru eğriliği şikayeti ile başvurdu. Yapılan fizik muayenede sağ SKM boyunca uzanan sert, ağrısız, gergin bir bant şeklinde lezyon palpe edildi.
Hastaya konjenital müsküler tortikollis tanısı konulup, sağ SKM kasının sternum ve klavikulaya yapışan distal bölgesinde saptanan fibrotik bantlar elektrokoterle eksize edilerek unipolar serbestleştirme yapıldı. Postoperatif boyun egzersizleri önerilen hastanın 1. yıl takibinde baş ve boyundaki fonksiyonel ve kozmetik problemin düzeldiği gözlendi.
Congenital muscular torticollis (CMT) is a disorder characterized by the contraction of the sternocleidomastoid muscle (SCM), which develops fibrous stripes, with clinical presentation of the head tilted towards the affected side and the face and jaw to the opposite side.
This is a case study of a 25-year-old male patient presenting with complaints of tension in the right side of their neck extending to the hand and an inability to move and correct the positioning of the head and neck or turn the head and neck towards the right side and the jaw towards the left side. Physical examination detected a palpable lesion extending along the right SCM in the form of a hard, painless and tense stripe.
The patient was diagnosed with CMT. Accordingly, the fibrous stripes detected in the distal right SCM adjacent to the sternum and the clavicle were excised by electrocautery, achieving unipolar release of the stripes. The patient was recommended neck exercises during the postoperative period, and after one year of follow-up, the patient had recovered from the functional and cosmetic problems in the head and neck.

ORIGINAL ARTICLE
23.Exercise-Based Cardiac Rehabilitation Reduced Arterial Stiffness in Patients with Coronary Artery Disease, determined by CAVI method “Cardiac Rehabilitation Reduced Arterial Stiffness”
Ender Emre, Gulay Uzun, Ahmet Özderya, Mustafa Çetin, Muhammet Raşit Sayın, Ezgi Kalaycıoğlu
doi: 10.5505/ktd.2023.81593  Pages 158 - 165
GİRİŞ ve AMAÇ: Egzersize dayalı kardiyak rehabilitasyonun (CR), koroner arter hastalığı (KAH) olan hastalarda kardiyovasküler (KV) morbi-mortaliteyi azaltabileceği gösterilmiştir. Artan arteriyel sertliğin KAH'lı hastalarda morbi-mortalitenin bağımsız bir belirleyicisi olduğu gösterilmiştir. Bu çalışmada, stabil KAH'lı hastalarda, kardiyo-ayak bileği vasküler indeksi (CAVI) ile CR'nin arter sertliği üzerindeki etkisini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Doktorları tarafından Faz III KR programına sevk edilen ayaktan 202 ardışık stabil KAH olan hasta ve KR programını kabul etmeyen 96 stabil KAH olan hasta çalışmaya dahil edildi. CAVI, VaSera VS-1000 (Fukuda Denshi Co. Ltd, Tokyo) tarafından hesaplandı. <0,05 p değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: Çalışma popülasyonu (298 hasta), önce-sonra (Delta) CAVI değerleri arasındaki farka göre 3 eşit persentile göre gruplandırıldı. Grup 1: 1-33 persentil arasında [Delta CAVI ≥ (-0,5)]; Grup 2: yüzde 34-66 arasında [Delta CAVI <(-0,5) - ≥ (-1,3)]; Grup 3: 67-100 persentil arasında [Delta CAVI < (-1.3)]. Çok değişkenli analizde, CAVI-pre (p: <0,001) ve CR'nin (p: <0,001) Delta CAVI'nin bağımsız belirleyicileri olduğu gösterildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma, egzersize dayalı CR'nin KAH'lı hastalarda arteriyel sertliği iyileştirdiğini gösterdi.
INTRODUCTION: It was shown that exercise-based cardiac rehabilitation (CR) might reduce cardiovascular (CV) morbi-mortality in patients with coronary artery disease (CAD). Increased arterial stiffness has been shown to be an independent predictor of morbi-mortality in patients with CAD. In this study, we aimed to investigate the effect of CR on arterial stiffness by cardio-ankle vascular index (CAVI), in patients with stable CAD.
METHODS: We enrolled 202 consecutive stable CAD out-patients who were referred for Phase III CR program by their physicians and 96 stable CAD out-patients who did not have accept CR program. CAVI was calculated by VaSera VS-1000 (Fukuda Denshi Co. Ltd, Tokyo). A p-value of <0.05 was considered statistically significant.
RESULTS: Study population (298 patients) was divided into 3 equal percentile groups according to the difference of post-pre (Delta) CAVI values. Group 1: between 1-33 percentile [Delta CAVI ≥ (-0.5)]; Group 2: between 34-66 percentile [Delta CAVI <(-0.5) - ≥ (-1.3)]; Group 3: between 67-100 percentile [Delta CAVI < (-1.3)]. In multivariate analysis, it was shown that CAVI-pre (p: <0.001) and CR (p: <0.001) were independent predictors of Delta CAVI.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study showed that exercise-based CR improves arterial stiffness in patients with CAD.

24.The Functional Outcomes of Reconstruction with Reconstruction Plate of the Large Lateral Mandibular Defects in Elderly Patients During Covid-19 Pandemic
Mehmet Tapan, Mertcan Karagül, Ramazan Furkan Akman, Özlenen Özkan, Ömer Özkan
doi: 10.5505/ktd.2023.62582  Pages 166 - 171
GİRİŞ ve AMAÇ: Covid-19 pandemisinden sonra dünyada tüm sağlık sisteminin yeniden düzenlenmesi gerekti. Bu olağandışı durumda, hızlı çözümlere ihtiyaç vardı. Bu çalışmada, 6 ileri yaşlı hastanın lateral mandibular defektinin konservatif tedavisini araştırdık ve bunların temporomandibular eklem (TME) bozukluğunun fonksiyonel sonuçlarını gözlemledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ağustos 2020’den Mayıs 2021’e kadar dört erkek ve iki kadın hastaya 4 cm’den daha uzun lateral segmental mandibulektomi uygulandı. Defektler sadece rekonstrüksiyon plağı ile onarıldı. Ameliyattan en az 6 ay sonra tüm hastaların TME fonksiyonu fizik muayene ile değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 70’di. Kemik defekleri 41 ile 70 mm arasındaydı. Wilkes sınıflamasına göre, hastalar ipsilateral tarafta evre 1 ile 3 TME bozukluğuna sahipti. Tüm hastalarda kontralateral TME bozukluğu evre 1’di. Ayrıca defekt boyutu ile TME fonksiyonu arasında herhangi bir ilişki bulamadık. (p>0,05)Tüm hastalar estetik sonuçlardan memnun kaldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Lateral mandibula defektlerinin rekonstrüksiyon plağı ile rekonstrüksiyonu erken postoperatif dönemde ciddi problemlere neden olmaz. Büyük lateral mandibular defektlerin konservatif tedavisinde “bekle ve gör” stratejisi yaşlı hastalarda pandemi gibi koşullarda tercih edilebilir.
INTRODUCTION: After Covid-19 pandemic, all the healthcare system components in the World must have been reorganized. In this extreme situation, there was a need for quick solutions. In this study, we researched the reconstruction with reconstruction plate of the lateral mandibular defect of six elderly patients and observed the functional outcomes of temporomandibular joint (TMJ) disorder of them.
METHODS: From August 2020 to May 2021, four male and two female patients underwent lateral segmental mandibulectomy with over 4 cm lenght. The defects were reconstructed with only reconstruction plate. At least 6 months postoperatively, TMJ function of all patients were evaluated using physical examination.
RESULTS: Mean age was 70 years. Bone defects were ranging 41 to 70 mm. According to Wilkes classification of TMJ internal derangement, the patients have been staged from 1 to 3 TMJ disorder on the ipsilateral side. On the contralateral side, all patients had only stage 1 TMJ disorder. We also did not find any correlation between the defect size and TMJ function. (p>0,05) All patients were satisfied with the aesthetic results.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Reconstrruction of the lateral mandibular defects with reconstruction plates do not cause serious problems at early postoperative period. “Wait and see” strategy of conservative management of the large lateral mandibular defects is preferable in a pandemic condition for elderly patients.