Volume : 9 Suppl : 3 Year : 2024
Index
Membership
Application
Kocaeli Medical Journal - Kocaeli Med J: 9 (3)
Volume: 9  Issue: 3 - 2020
1.Cover

Pages I - II

2.Editorial Board

Pages III - IV

3.Contents

Pages V - VII

ORIGINAL ARTICLE
4.Comparison of Bone Cement and Incus Transposition Outcomes in Repair of Incus Long Arm Defects
Bayram Şahin, Merve Akyol, Fatih Özdoğan, Halil Erdem Özel, Selahattin Genç
doi: 10.5505/ktd.2020.24571  Pages 1 - 7
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada kronik otitis mediaya (KOM) ikincil olarak meydana gelen inkus uzun kolu defektlerinin onarımında kemik çimento (KÇ) ve inkus transpozisyonu (İT) kullanılan hastaların odyolojik sonuçlarının karşılaştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde KOM tanısı ile ameliyat edilen ve eş zamanlı olarak işitme rekonstrüksiyonu uygulanan 130 hastanın arşiv kayıtları geriye dönük olarak incelendi. İnkus uzun kolu defekti nedeni ile KÇ uygulanan 23 hasta ve İT yapılan 36 hasta olmak üzere toplamda 59 hasta çalışmaya dahil edildi. İnkus uzun kolu uzunluğunun 2/3'ünden daha küçük olan defektler için KÇ kullanılırken daha büyük defektler için İT tercih edildi.
BULGULAR: KÇ ve İT gruplarındaki hastalar arasında demografik veriler açısından anlamlı farklılık yoktu (P>0.05). Her iki grup arasında ameliyat öncesi ve sonrası kemik yolu (KY) eşikleri, ameliyat öncesi hava yolu (HY) eşiği ve hava-kemik aralığı (HKA) parametreleri açısından anlamlı farklılık saptanmadı (P>0.05). Ameliyat sonrasındaki HY eşikleri ve HKA parametreleri KÇ grubunda anlamlı olarak daha iyi bulundu (P=0.000). Ayrıca KÇ grubunda ameliyat sonrası işitme kazancı İT grubuna göre anlamlı derecede daha iyiydi (P=0.042). Her iki grubun ameliyat öncesi ve sonrası HKA değerleri arasındaki farklar istatistiksel açıdan anlamlıydı (P=0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kemik zincir rekonstrüksiyonu otolojik cerrahlar için hala zorlayıcı bir sorun olarak görünmektedir. Hangi rekonstrüksiyon tekniği kullanılırsa kullanılsın ameliyat sonrasında elde edilecek olan işitme kazancında kullanılan materyalin özellikleri kadar orta kulağın fonksiyonel durumu da son derece önemlidir. Bu çalışmada inkus uzun kolu defektlerinin onarımı için kemik çimento kullanımı, ameliyat sonrasındaki HY işitme eşiği, HKA ve işitme kazancı parametreleri açısından inkus transpozisyonundan daha iyi bulunmuştur.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to compare the audiological results of patients who underwent bone cement (BC) and incus transposition (IT) to repair of incus long process (ILP) defects secondary to chronic otitis media (COM).
METHODS: The medical records of 130 patients who were operated due to COM and underwent ossicular reconstruction were analyzed. A total of 59 patients were enrolled in the study, including 23 patients who underwent BC and 36 patients who underwent IT, due to the ILP defect. BC was used for defects smaller than 2/3 of the length of ILP, while IT was preferred for larger defects.
RESULTS: The demographic data of two groups were similar (P>0.05). There was no significant difference between the two groups in terms of pre- and postoperative bone conduction thresholds (BCT), preoperative air conduction threshold (ACT), and air-bone gap (ABG). The postoperative ACT and ABG parameters were significantly better in the BC group (P=0.000). Additionally, postoperative hearing gain was significantly better in the BC group (P=0.042). The differences between the ABG values of both groups before and after surgery were statistically significant (P=0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Ossiculoplasty still appears to be a challenging problem for otological surgeons. Whatever technique is used, the functional condition of the middle ear is as important as the features of the material used in hearing gain to be obtained after surgery. In this study, the use of BC for repairing of ILP defects was found better than IT in terms of postoperative ACT, ABG and hearing gain.

5.Is the autologous stem cell transplantation cardiotoxic or cardioprotective in patients with multiple myeloma ?
ayfer gedük, Elif Birtas Atesoglu, Özgür Mehtap, Pinar Tarkun, esra terzi demirsoy, Meral Uluköylü Mengüç, ZAFER GULBAS, Irem Karauzum, Abdullah Hacıhanefioğlu
doi: 10.5505/ktd.2020.79663  Pages 8 - 13
GİRİŞ ve AMAÇ: Multiple myelom (MM) hastalarında otolog kök hücre nakli (OKHN) etkili bir tedavi seçeneğidir. Kullanılan kemoterapötikler nedeniyle OKHN sonrası kardiyak yan etkilerin gelişebileceğine dair endişeler mevcuttur. Bu çalışmada MM hastalarında OKHN sonrası geç kardiyak etkilerin değerlendirilmesini amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kurumumuza MM tanısı ile başvuran ve OKHN yapılmış olan hastalar retrospektif olarak incelendi. Rutin pretransplant ve nakil sonrası birinci yıl ekokardiyografik değerlendirmeleri olan 30 hasta çalışmaya alındı. Sol ventrikül diastol sonu çapı (LVEDD), sol ventrikül sistol sonu çapı (LVESD), sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu (LVEF), E dalgası, A dalgası ve E/A indeksine ait veriler toplandı.
BULGULAR: : Sol ventrikül sistolik fonksiyonunun göstergesi olarak nakil sonrası LVEF’deki (ortalama±SD, 66.66±8.5 %) artış, nakil öncesi LVEF (62.46±4.51 %) ile karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlıydı (p=.013). Alt grup analizlerinde LVEF’deki artış tandem nakil olan grupta (5.25±5.2 %), tek nakil olan gruba (4.72±8.68 %) göre daha yüksekti ancak istatistiksel anlamlılık sağlanamadı (p=.872). Sol ventrikül diyastolik disfonksiyonunda ki düzelmenin kanıtı olarak nakil sonrası LVEDD (45.4±5.8 mm) ve LVESD (27.3±4.9 mm) değerlerinde nakil öncesi LVEDD (48.9±4.1 mm) ve LVESD (31.1±4.1 mm) değerlerine göre istatistiksel olarak anlamlı düşüş tespit edildi (p=.044, p=.041, sırasıyla).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma literatürde MM’li hastalarda OKHN sonrası geç dönemde artmış kardiyak sistolik ve diyastolik fonksiyonları gösteren ilk çalışmadır. Bu sonuçlar OKHN sürecinde kök hücrenin sistemik etkilerini göstermesi açısından önemlidir
INTRODUCTION: Autologous stem cell transplantation (ASCT) is an effective treatment option in patients with Multiple Myeloma (MM). There is a concern about development of cardiac complications following ASCT because of the chemotherapeutics which are used. In this study we aimed to evaluate late cardiac effects of ASCT in patients with MM.
METHODS: The patients who presented to the our institution with diagnosis of MM and underwent ASCT were studied retrospectively. Thirty cases who had routine pretransplant and posttransplant first year echocardiographic examinations were examined. The data of left ventricular end-diastolic diameter (LVEDD), left ventricular end-systolic diameter (LVESD), left ventricular ejection fraction (LVEF), E wave, A wave and E/A index were collected.
RESULTS: The increase in posttransplant LVEF (mean±SD, 66.66±8.5 %) as a marker of left ventricular systolic function compared with pretransplant LVEF (62.46±4.51 %) was statistically significant (p=.013). In subgroup analyses, the increase in LVEF was greater in patients who underwent tandem ASCT (5.25±5.2 %) compared with did not (4.72±8.68 %), but the difference was not statistically significant (p=.872). There were significant decreases in posttransplant LVEDD (45.4±5.8 mm) and LVESD (27.3±4.9 mm) which was evidence of the amelioration of left ventricular diastolic dysfunction, compared with pretransplant LVEDD (48.9±4.1 mm) and LVESD (31.1±4.1 mm) (p=.044, p=.041, respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: This is the first study in literature that demonstrated improved systolic and diastolic cardiac functions at late-term of ASCT in patients with MM. These results are important in terms of showing the systemic effect of stem cell during the course of ASCT.

6.Health Related Quality of Life in Renal Transplantation and Related Parameters
Sibel Bek, Kuddusi Cengiz
doi: 10.5505/ktd.2020.65768  Pages 14 - 21
GİRİŞ ve AMAÇ: Böbrek nakli son dönem böbrek yetmezliğinde (SDBY) en uygun ve iyi tedavi seklidir. Ancak başarılı böbrek transplantasyonundan sonra bile, hastaligin uzun vadeli etkileri ve komplikasyonlar sağlıkla ilişkili yaşam kalitesini (HRQoL) olumsuz etkilemektedir. Ek olarak immünosupresif tedavi ve yan etkileri, transplantasyonun kısa ve uzun dönem komplikasyonları hastalarin yasam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Nakil hastalarında HRQoL ölçümleri, immünosupresif tedavi, hasta uyumu ve greft fonksiyonunun başarısını dolayli olarak göstermektedir. Bu çalışmanın temel amacı böbrek nakli hastalarında yasam kalitesini değerlendirmek ve etkileyen değişkenleri belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma nefroloji bölümünde takipli 80 böbrek nakli hastası, 42 hemodiyaliz hastası ve 35 sağlıklı gönüllü çalışmaya dahil edildi. Hastalar kendilerince doldurulan 38 sorudan oluşan KDQoL - SF anketi ile değerlendirildi. Sağlıklı gönüllüler SF - 36 sağlık kalitesi anketi ile değerlendirildi.
BULGULAR: Yaşam kalitesi skorları ile genç yaş, yeterli sosyal destek, komorbid faktörler, son altı ay içinde hastaneye başvurular, kullanılan ilaç sayısı, serum albümin, hemoglobin düzeyleri ve diyaliz tedavisi süresi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki buundu. İyi greft fonksiyonu HRQoL skorlarını etkileyen en önemli parametre olarak kabul edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Genç yaş, yeterli sosyal destek, daha yüksek albümin ve hemoglobin düzeyleri HRQoL skorlarının daha iyi olduğunu göstermektedir. Eşlik eden faktörlerin varlığı, hastaneye yatışlar, çoklu ilaç kullanımı, diyaliz tedavisinin daha uzun sürmesi, düşük HRQoL skorlarının negatif belirtecleridir. Nakil hastalarının takiplerine periyodik HRQoL değerlendirmesi dahil edilmelidir.
INTRODUCTION: Renal transplantation is the optimal treatment in end-stage renal disease (ESRD). Even after succesfull renal transplantation, the health related quality of life (HRQoL) might be affected adversely by the long term complications of the primary disease. Additionally, immunosupressive treatment itself, adverse effects of the drugs have effect on HRQoLof patients, causing stress. HRQoL measurements in transplant patients are important in reflecting the success of immunosupressive treatment, patient compliance and graft function. The main objective of this study is to assess HRQoL in renal transplant patients and to determine the variables affecting it.
METHODS: This study was performed in nephrology department. 80 renal transplant patients, 42 hemodialysis patients and 35 healthy volunteers were included in the study. The patients were evaluated by KDQoL–SF questionnaire consisting of 38 questions answered by patients on their own. The healthy volunteers were evaluated with SF–36 health quality questionnaire.
RESULTS: There was a statistically significant correlation between the quality of life scores and younger age, adequate social support, comorbid factors, hospital admissions within last six months, number of medications used, serum albumin, haemoglobin levels and the duration of dialysis treatment. Good graft function was considered to be the most important parameter influencing the HRQoL scores.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Younger age, adequate social support, higher albumin and haemoglobin levels are positive predictives of better HRQoL scores. Presence of comorbid factors, hospital admissions, polypharmacy, longer duration of dialysis treatment are negative predictives of lower HRQoL scores. Periodic assesment of HRQoL should be included in the follow-up protocols of transplant patients.

7.The levels of serum Mg, NO, and IMA in chronic kidney disease
Serkan Bakirdogen, Ceren Demir, Hakan Türkön, Dilek Ulker Cakir, Burak Tok
doi: 10.5505/ktd.2020.55823  Pages 22 - 26
GİRİŞ ve AMAÇ: Kronik böbrek hastalığı (KBH) hastalarında, serum ischemia-modified albumin (IMA) seviyeleri, normal popülasyona göre daha yüksek bulunmuştur. Oksidatif stres arttıkça, endotel disfonksiyonuna bağlı nitrik oksit (NO) üretimi azalmaktadır. Magnezyum (Mg), endotel üzerinde NO üretimini artırır. Çalışmamızın amacı, KBH (evre 1-4) hastalarında serum IMA, NO ve Mg seviyelerini birbiriyle karşılaştırmaktı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya evre (1-4) 29 KBH hastası dahil edildi. Ayrıca, 40 kişilik sağlıklı gönüllüden oluşan bir kontrol grubu da oluşturuldu. Her iki grupta serum IMA, NO ve Mg tayini yapıldı. Serum Mg kolorimetrik yöntemle; IMA, hızlı kolorimetrik metodla; NO, ELISA ile analiz edildi. İstatistiksel anlamlılık için p < 0.05 kabul edildi.
BULGULAR: Hasta grubunda serum IMA düzeyi kontrol grubuna göre istatiksel anlamlı daha yüksekti (p=0.023). Serum NO ve Mg yönünden gruplar arasında farklılık bulunmadı (p > 0.05). Hasta grubunda, serum IMA ve NO arasında istatistiksel anlamlı ve pozitif yönde ilişki saptandı (p=0.023, r=0.421). Serum IMA ve Mg arasında istatistiksel anlamlı ilişki saptanmadı (p=0.96). Serum NO ve Mg arasında istatistiksel anlamlı ve negatif ilişki bulundu (p=0.02, r=-0.43).
TARTIŞMA ve SONUÇ: KBH (evre 1-4) hastalarının serumunda NO ve Mg seviyelerine bakılması, oksidatif stresi öngörmede faydalı bulunmamıştır.
INTRODUCTION: In chronic kidney disease (CKD) patients, serum levels of ischemia-modified albumin (IMA), are found to be higher compared to the normal population. As oxidative stress increases, nitric oxide (NO) production reduces linked to endothelial dysfunction. Magnesium (Mg) increases NO production by endothelium. The aim of the study was to compare serum IMA, NO, and Mg levels in patients with CKD (stage 1-4).
METHODS: The study included 29 CKD patients with stage 1-4. Additionally, a control group comprised 40 healthy volunteers. Serum IMA, NO, and Mg testing was performed in both groups. Serum Mg was analyzed with the colorimetric method, IMA was analyzed with the rapid colorimetric method, while NO was analyzed with ELISA. Statistical significance was accepted as p < 0.05.
RESULTS: Serum IMA levels were significantly higher in the patient group than in the control group. (p=0.023), while there were no differences between the groups in terms of serum NO and Mg (p>0.05). In the patient group a statistically significant and positive correlation was identified between serum IMA and NO (p=0.023, r=0.421). There was no statistically significant correlation between serum IMA and Mg (p=0.96). There was a statistically significant and negative correlation between serum NO and Mg (p=0.02, r=-0.43).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Examination of the serum NO and Mg levels in CKD patients (stage 1-4) was not found to be beneficial to predict oxidative stress.

8.Diffusion tensor imaging findings in relapsing-remitting multiple sclerosis patients: a case-control study
İsa Cam, Hande Bickin, Yonca Anik, Hüsnü Efendi
doi: 10.5505/ktd.2020.45467  Pages 27 - 34
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, Multiple Skleroz (MS) hastalarında çeşitli normal görünen beyin anatomik lokalizasyonların Difuzyon Tensor Görüntüleme (DTG) bulgularını incelemek amaçlanmıştır. Ek olarak, MS hastalarında yapısal, fonksiyonel ve klinik hasarı yorumlamak için beyaz ve gri cevherin hacimsel analizi ve bu bulguların Genişletilmiş Özürlülük Durumu Ölçeği (Expanded Disability Status Scale; EDSS) ile korelasyonu yapıldı.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza McDonald 2010 kriterlerine göre tanı almış 32 relapsing remitting MS hastası ve 24 sağlıklı kontrol dahil edildi. Hasta ve kontrol grubuna 3T DTG-traktografi ve volumetrik Manyetik rezonans görüntüleme (MRG) ile hasta grubuna rutin kranial MRG incelemesi yapıldı. Çeşitli anatomik alanlardan traktografi ölçümlerinden ortalama difüzyon (MD) ve fraksiyonel
anisotropi (FA) değerleri kaydedildi. MS hastalarının EDSS skorları kaydedildi ve DTI parametreleri ve volumetrik analiz ile korele edildi.

BULGULAR: FA ve MD ölçümlerinde tüm MS hastalarında incelenen korpus kallozum genu, korpus ve splenium, forniks, bilateral forceps major, forceps minor, inferior longitudinal fasikül, prefrontal korteks, talamus alanlarında FA değerleri kontrol grubuna göre düşük saptanır iken MD değerleri aynı alanlarda kontrol grubuna göre yüksek olarak bulunmuştur. Gri ve beyaz cevher volüm değeri açısından hasta grubu kontrol grubundan istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulunmuştur. Volumetrik analiz ve DTG analizinden FA değerlerinde, MS grubu ile EDSS arasında anlamlı korelasyon izlenmedi. Bilateral forseps majör, prefrontal korteks, globus pallidusta MD değerleri ile EDSS arasında anlamlı bir korelasyon saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: DTI-traktografi ve volumetrik MRG gibi yeni MRG yöntemleri MS’de aksonal dejenerasyon tutulumunun değerlendirilmesinde önemli katkılar sağlayacaktır.
INTRODUCTION: The aim of this study is to determine Diffusion Tensor Imaging (DTI) findings of normal-appearing brain anatomic localizations in Multiple sclerosis (MS) patients. Additionally, volumetric analysis of white and gray matter and correlation with EDDS were performed to interpret structural, functional, and clinical damage in MS patients.

METHODS: 32 patients with relapsing remitting MS diagnosis according to McDonald 2010 criteria and 24 healthy volunteers as the control group were included. 3T DTI-tractography and volumetric Magnetic resonance imaging (MRI) were performed in each group and conventional cranial MRI in MS group as well. Mean diffusivity (MD), fractional anisotropy (FA) values of tractography measurements of from various anatomic locations were obtained. EDSS were recorded in MS patients and correlated with DTI parameters and volumetric analysis.
RESULTS: FA and MD measurements from corpus callosum genu, body and splenium, fornix, bilateral forceps major, forceps minor, inferior longitudinal fasciculus, prefrontal cortex, thalamus areas revealed that FA values were decreased and MD values were increased in MS patients compared with that of the healthy control group. Grey and white matter volume values were significantly lower in MS patients group. Volumetric analysis and FA values from DTI analysis were not significantly correlated with EDSS in MS group. There was a significant correlation between MD values and EDSS in bilateral forceps major, prefrontal cortex, globus pallidus.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Advanced MRI techniques such as DTI-tractography and volumetric MRI seem to make remarkable contributions to the evaluation of axonal degeneration in MS.

9.The Effect of Angiotensin Converting Enzyme Inhibitor Therapy on Mortality and Morbidity in Patients Undergoing Coronary Artery Bypass Grafting Surgery
Özgür Barış, Muhip Kanko, Hakan Parlar, Şadan Yavuz, Kamil Turan Berki
doi: 10.5505/ktd.2020.87369  Pages 35 - 42
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, koroner arter baypas greftleme (KABG) operasyonu geçiren hastalarda anjiyotensin dönüştürücü enzim inhibitörü (ADEI) tedavisinin mortalite ve morbidite üzerindeki etkilerini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: KABG ameliyatı geçiren hastaların hastane kayıtları geriye dönük olarak değerlendirildi. Hastaların demografik özellikleri, komorbiditeleri, fonksiyonel sınıflaması ve postoperatif komplikasyonları kaydedildi.
BULGULAR: Çalışmaya 42'si kadın 101'i erkek toplam 143 hasta dahil edildi. ADEİ kullanmayan 65 kişide ortalama yaş 59.8 ± 8.86 yıl, ADEİ kullanan 78 kişide ise 58.15 ± 8.59 yıl idi. Grupların ameliyat öncesi özellikleri değerlendirildiğinde; diabetes mellitus, hiperlipidemi, sigara içme alışkanlıkları, yakın miyokard enfarktüsü, kronik obstrüktif akciğer hastalığı ve New York Heart Association fonksiyonel kapasite sınıflaması açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p> 0.05). ADEİ grubunda hipertansiyon ve anstabil angina pektoris sıklığı, istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu (p> 0.05). Gruplar arasında postoperatif komplikasyonlar ve mortalite açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu (p> 0.05); zira postoperatif majör olaylar ADEİ kullanan grupta kullanmayanlara göre daha yüksekti (p = 0.007). ADEİ kullanan hastaların% 50'sinde yoğun bakım ünitesinde kalış süresi uzundu. Gruplar arasında yoğun bakım ünitesinde kalış süresi açısından istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p = 0,012).
TARTIŞMA ve SONUÇ: ADEİ kullanan ve kullanmayan gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir mortalite ve morbidite farkı olmamasına rağmen, preoperatif ADEİ kullanımı, KABG operasyonu yapılan hastalarda yoğun bakım ünitesinde uzun süreli kalışla ilişkilidir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to evaluate the effects of angiotensin-converting enzyme inhibitor (ACEI) therapy on mortality and morbidity in patients undergoing coronary artery bypass grafting (CABG) operation
METHODS: Hospital records of patients undergoing CABG surgery were evaluated retrospectively. Demographic characteristics, comorbidities, functional classification and post-operative complications of patients were recorded
RESULTS: 42 women and 101 men, totally 143 patients were included in the study. There were 65 cases, mean aged 59.8 ± 8.86 years in non-user group and 78 cases, mean aged 58.15 ± 8.59 years in ACEI user group. When pre-operative specialties of groups were evaluated; there were no statistically significant difference of diabetes mellitus, hyperlipidemia, smoking habits, pre-operative and recent myocardial infarction, chronic obstructive pulmonary disease and New York Heart Association classification between groups (p>0.05). Hypertension and unstable angina pectoris frequency were statistically significant high in ACEI group (p>0.05). There was no statistically significant difference of post-operative complications and mortality between groups (p>0.05), but post-operative major events were higher in ACEI groups than non-users (p=0.007). Duration of stay in intensive care unit was long in 50% of patients in ACEI group. There was a statistically significant difference for duration of intensive care unit among groups (p=0.012).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Pre-operative therapy with ACEI is associated with a prolonged stay in intensive care unit even though there is no statistically significant difference of mortality and morbidity between ACEI user and non-user groups.

10.The effects of social isolation measures due to Covid-19 pandemia on the exercise status, eating behaviours, metabolic parameters and emotional status of postoperative bariatric surgery patients.
Halit Eren Taşkın, Gözde İn, Muzaffer Al, Abdullah Kağan Zengin
doi: 10.5505/ktd.2020.79990  Pages 43 - 55
GİRİŞ ve AMAÇ: : 2020 yılının ilk aylarından itibaren etkinliği her geçen gün daha da artan covid-19 pandemisi dünya genelinde kronik hastalıklarda dahil olmak üzere bütün diğer hastalıklara yönelik yapılan sağlık hizmetlerinin kısıtlanmasına ve sağlık kaynaklarının pandemiye yöneltilmesine sebebiyet vermiştir. Bu nedenle obezite ve yandaş hastalıkların tedavisi ve hasta takibinde ciddi problemler yaşanmaktadır. Bu dönem ve hemen sonrasında ki normalleşme döneminde hastaların tekrar kilo almamaları, egzersiz ve diyet protokollerinin takibi ve emosyonel durumlarının belirlenmesi ve sorunlarının çözümü son derece önemlidir. Bu çalışmada pandeminin neden olduğu stresin ve hareket kısıtlamasının bariatrik cerrahi geçiren 1 yıllık takip hastalarının, yaşadıkları sosyal, davranışsal ve emosyonel durumların ortaya konulması ve bu dönemde uyguladıkları egzersiz protokollerinin ve beslenme alışkanlıklarının metabolik durumları üzerine etkilerinin belirlenmesi hedeflenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: İ.Ü.C. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalında Roux-en-Y gastrik bypass (n = 15) ve Sleeve gastrektomi (n = 20) geçiren, iki farklı egzersiz programı uygulanan (Kombine egzersiz (Aerobik+progresif dirençli egzersiz) ve Aerobik egzersiz) 35 takip hastanın pandemi öncesi ve başlangıcından itibaren 8 hafta sonrasında ki takip verileri online tıp uygulamaları ve e-posta ile gönderilen anketler sonucunda incelendi ve istatistiksel olarak farklılıklar ortaya konuldu.
BULGULAR: Erken dönem sonuçlarımız değerlendirildiğinde, covid-19 pandemisi sırasında yaşanan sosyal izolasyon önlemleri hem bariatrik cerrahi geçiren hastaların fazla kalori almalarına neden olmuş hem de beslenme alışklanlıklarında ve emosyonel durumlarında köklü değişimlere neden olmuştur
TARTIŞMA ve SONUÇ: İleride gerçekleşmesi muhtemel yeme bozukluklarının ve bunun neticesinde kilo alımının önlenmesi için online tıp uygulamalarının etkin şekilde kullanımı umut vericidir. Çalışmamız pandemi döneminde bu uygulamanın hasta takibi ve egzersiz protokollerinin uygulanması açısından yararlı olduğunu göstermiştir.
INTRODUCTION: Starting from the first months of 2020, Covid19 pandemia caused devastating burden on health systems through out the World casuing restrictions on treatment of chronic disesases and redirection of resources to the treatment of pandemia. For this reason the treatment of obesity and comorbidities has been hindered and follow-up of patients were not bein managed optimally. During and after the pandemia to prevent the weight recevidism and to manage the optimal follow-up patients the current situation should be determined.
METHODS: Here in this study we aimed to determine the pycho-social status, eaiting patterns and exercise protocols of post-bariatric surgery patients in social isolation who has been at least followed-up for 1 years.
RESULTS: We have studied the parameters from the two group of bariatric patients who underwent Roux-en-y gastric bypass (n=15) and sleeve gastrectomy (n=20) in Istanbul University Cerrahpasa-Cerrahpasa Medical Faculty where two different types of execise protocols ( aerobic exercise versus aerobic combined with progressive resistance training) has been applied. Thirty-five patients has been followed up for 8 weeks after the start of pandemia by telemedicine modallities and statistical calculations were made.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our preliminary resluts suggest that social isolation measures resulted in excess calorie intake and changed the eating behaviours of the post-bariatric patients mainly due to emotional stress. The use of telemedicine to determine the current situation is curicial to determine current situation and to prevent eaiting disorders and weight recevidism in post-bariatric patients.

11.Robotic Surgery versus Laparoscopic Nissen Fundoplication For Gastroesophageal Reflux Disease
Volkan Oter, Erdal Bostanci, Ali Bal, Mehmet Aziret, Kerem Karaman, Metin Ercan
doi: 10.5505/ktd.2020.74317  Pages 56 - 60
GİRİŞ ve AMAÇ: Laparoskopik Nissen fundoplikasyonu gastroözofageal reflü hastalığı için altın standarttır, ancak günümüzde robotik cerrahi de güvenli ve etkili bir yöntemdir. Ülkemizde robotik veya laparoskopik cerrahi kullanımı ile ilgili henüz bir fikir birliği yoktur. Bu çalışmanın amacı, standart laparoskopik NF'yi, robotik NF yaklaşımıyla, prosedürleri kullanmanın avantajları ve dezavantajları açısından karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Nissen fundoplikasyonu yapılan toplam 42 hasta çalışmaya dahil edildi. Bunlardan 28' i geleneksel laparoskopi (Grup I) ve 14'ü robotik cerrahi (Grup II) ile tedavi edildi. İki grupta yaş, cinsiyet ve vücut kitle indeksi ile ilgili senkronizasyon sağlandı.
BULGULAR: Tüm hastalara hiatus henioplastisi ve Nissen fundoplikasyonu uygulandı. Ameliyat sırasında açık ameliyata geçilmedi ve sonrası mortalite gözlenmedi. Ortalama ameliyat süresi grup I'de 127.46 ± 42.04 dakika ve grup II'de 253.57 ± 42.48 dakika idi. Bu parametrede I ve II gruplarından istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p <0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: RNF çalışmamızda konvansiyonel laparoskopik NF ile karşılaştırıldığında benzer perioperatif ve postoperatif sonuçları göstermektedir. Bu çalışma, RNF' nin GÖRH tedavisi için güvenli ve etkili bir yöntem olduğunu göstermiştir, ancak ameliyat süresini uzatmaktadır.
INTRODUCTION: Laparoscopic Nissen fundoplication was the gold standard for gastroesophageal reflux disease but nowadays, robotic surgery is also safe and effective method too. No consensus currently exists regarding the use of robotic or laparoscopic surgery in.
The aim of the present study was to compare standard laparoscopic NF with the robotic NF approach in terms of the advantages and disadvantages of using each procedure.

METHODS: A patient group of 42 candidates for Nissen fundoplication. Of these, 28 were treated by traditional laparoscopy (Group I) and 14 by robotic surgery (Group II). The synchronization was provided in the two groups about age, gender and body mass index.
RESULTS: All patients underwent Hiatus hernioplasty and Nissen fundoplication. There were no conversions to open procedures and no in-hospital deaths. Mean operation time was 127.46± 42.04 minutes in group I and 253.57±42.48 minutes in group II. There were statistically significant differences in this parameter from groups I and II (p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: RNF shows similar perioperative and postoperative outcomes compared with conventional laparoscopic NF in our study. This study has demonstrated that RNF is safe and effective method for treating GERD, but it prolongs the operation time.

12.Analysis of the orthopedic forensic cases admitted to the emergency department in a tertiary care setting
Emin Uysal, Yahya Ayhan Acar
doi: 10.5505/ktd.2020.03360  Pages 61 - 65
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı acil servise (AS) başvuran ortopedik adli olguların değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Üçüncü basamak bir sağlık kuruluşunun acil servisine 1 Haziran 2018 ve 30 Haziran 2018 tarihleri arasında başvuran adli olgular geriye dönük olarak incelendi. Ortopedi kliniğine konsulte edilmeyen ve yetersiz verisi olan olgular dışlandı. Yaş grupları (0-18 yaş, 19-64 yaş, 64 yaş üzeri), cinsiyet (kadın, erkek) travma etyolojisi (trafik kazaları, darp, kesici-delici alet yaralanmaları, ateşli silah yaralanmaları, elektrik yaralanmaları, göçük altında kalma yaralanmaları), cerrahi gereksinim, kırık varlığı, etkilenen vücut kısmı, hastaneye yatış durumu ve mortalite durumları, adli raporlar, hastane bilgi sistemi ve hasta dosyalarından kaydedildi.
BULGULAR: Toplamda 3732 adli olgu incelendi ve 500 tane ortopedik olgu çalışmaya dahil edildi. Başvuru nedenleri şu şekilde bulundu; trafik kazaları (n=301, % 60.2), darp (n=136, % 27.2), kesici delici alet yaralanmaları (n=15, % 3.0), düşmeler (n=25, % 5.0), ateşli silah yaralanmaları (n=21, % 4.2), elektrik yaralanmaları (n=1, % 0.2), göçük altında kalma (n=1, % 0.2). Yaralanan bölgelerde şu şekilde bulundu; üst ekstremite (n=195, % 39.0), alt ekstremite (n=174, % 34.8), spinal kolon (n=1, % 0.2), pelvis (n=21, % 4.2), çoklu travma (n=109, 21.8). Toplamda 41 (% 8.2) hastanın hastaneye yatırıldığı ve mortalitenin 4 (% 0.8) olguda görüldüğü bulundu. Cerrahi girişim gereksinimi ve kırık oranları 65 yaş üstü ve altı hastalarda istatistiksel olarak anlamlı şekilde farklıydı (sırasıyla p=0.015 ve p=0.005; Ki-Kare testi).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma ortopedik yaralanmaların eşlik ettiği adli olgularda cerrahi girişim gereksinimi ve kırık ile ilişkili tek faktörün yaş olduğunu göstermiştir.
INTRODUCTION: This study aims to evaluate the orthopedic forensic cases admitted to the emergency department (ED).
METHODS: Forensic cases admitted to the ED were analyzed retrospectively between June 01st, 2018 and June 30th, 2018 in a tertiary care setting. Patients who were not consulted to the Orthopedics clinic and with insufficient data were excluded. Age groups (0-18 years, 19-64 years, >64 years), gender (male, female), trauma etiology (traffic accidents, physical assault, penetrating injuries, falls, gunshot injuries, electrical injuries, dent injuries), surgical intervention requirement, presence of fracture, affected body part, hospitalization and mortality status were recorded from hospital information system, forensic reports, and patient charts.
RESULTS: A total of 3732 forensic cases were analyzed and 500 orthopedic cases were included in the study. Admission causes were as follows: traffic accidents (n=301, 60.2%), physical assault (n=136, 27.2%), penetrating injuries (n=15, 3.0%), falls (n=25, 5.0%), gunshot injuries (n=21, 4.2%), electrical injuries (n=1, 0.2%), dent injury (n=1, 0.2%). Reported injury sites were as follows: upper extremity (n=195, 39.0%), lower extremity (n=174, 34.8%), spinal colon (n=1, 0.2%), pelvis (n=21, 4.2%), multiple trauma (n=109, 21.8%). A total of 41 (8.2%) patients required hospitalization mortality was positive in 4 (0.8%) patients. Surgical intervention and fracture rates were statistically significant between patients over and under 65 years old (p=0.015 and 0.005, respectively; Chi-square test).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The current study showed that the only factor related to fracture and surgical intervention was the age among forensic cases with a complaint of orthopedic injury.

REVIEW ARTICLE
13.
Semer Burun Deformitesi ve Rekonstrüksiyonu
Fatih Özdoğan, Halil Erdem Özel, Selahattin Genç
doi: 10.5505/ktd.2020.11043  Pages 66 - 74
Semer burun deformitesi, nazal dorsumda çökme ile karakterizedir ve çoğunlukla nazoseptal desteğin azalmasına bağlı olarak meydana gelir. Etyopatogenezinde, genellikle cerrahi dışı travma veya burundaki kıkırdak ve kemiklerin cerrahi olarak aşırı eksizyonu yer alır. Semer burun deformitesinde, klinik özelliklerin ve cerrahi tedavinin kombine edildiği çok sayıda sınıflandırma şeması tanımlanmıştır ancak rekonstrüksiyon metodu ve buna en uygun sınıflandırma konusunda bir fikir birliği henüz yoktur. Fonksiyonel ve estetik rekonstrüksiyonda sıklıkla otojen ve alloplastik materyaller kullanılmaktadır. Bu yazıda semer burun deformitesinin etiyolojisi, sınıflandırması ve rekonstrüksiyonu hakkında güncel bilgiler gözden geçirilmiştir

ORIGINAL ARTICLE
14.Publication rates and characteristics of abstracts presented in the first National Pediatric Orthopedics Congress: a bibliometric study.
Ahmet Hamdi Akgülle, Evrim Şirin
doi: 10.5505/ktd.2020.15931  Pages 75 - 78
GİRİŞ ve AMAÇ: Bir kongrede sunulan bildirilerin yayına dönüşme oranları, aldıkları atıf sayıları ve yayınlandıkları dergilerin kaliteleri, kongrenin değerini belirleyen faktörler arasında kabul edilirler. Bu çalışmanın amacı; 1. Ulusal Çocuk Ortopedisi Kongresi’nde sunulan sözel ve poster bildirilerin yayına dönüşme oran ve özelliklerini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Birinci Ulusal Çocuk Ortopedisi Kongresi bildiri özetlerine Çocuk Ortopedisi Derneğinin resmi internet sitesinden ulaşıldı. Yazar isimleri kullanılarak yayınlar bilimsel arama motorları üzerinden tarandı. Çalışmalar; dergi, kongre ile yayın olmaya kadar geçen süre, dergilerin etki faktörü ve Scimago puanı, kayıtlı oldukları indeks, atıf sayısı ve ilk yazarın bağlı oldukları kurum özellikleri açısından değerledirildi.
BULGULAR: Kongre ile çalışma arası sürede bildirilerin %36,7'si yayına dönüşmüştü. Sözlü bildirileri yayınlayan dergilerin etki faktörü 1,524 (0,39-4,154) ve Scimago puanı 0,75 (0,265-1,57) iken bu değerler poster sunumlar için sırası ile 1,051 (0,39-2,383) ve 0,663 (0,355-1,129) olarak hesaplandı. Sözel bildirler kongre sonrası ortalama 20,9 ayda yayınlanırken, poster bildiriler için bu süre 23,75 aydı. Dört yıllık sürenin sonunda sözel bildiriler 0-25, poster bildiriler 0-8 atıf almışlardı. İlk yazarların bağlı olduğu kurumlar; 32 üniversite hastanesi, 18 eğitim araştırma hastanesi, 6 devlet hastanesi ve 5 özel hastane şeklindeydi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Birinci Ulusal Çocuk Ortopedisi kongresinde sunulan sözel bildirilerde daha fazla olmak üzere yüksek oranda yayına dönüşmüşlerdir. Kongre ile ile yayına dönüşme arası süre biraz uzun olsa dahi, yüksek kalitede dergilerde yayınlanmışlardır.
INTRODUCTION: Publication rates, number of citations, and quality of journals publishing presentations in a congress are considered among important factors which defines the value of the congress. The purpose of this study is to evaluate publication rates and characteristics of oral and poster presentations of the first National Pediatric Orthopedics Congress in Turkey.
METHODS: We reached abstracts of oral and poster presentations of first National Pediatric Orthopedics Congress through the official web site of the Pediatric Orthopedic Society. Presentations were searched via scientific databases using author names. Studies; were evaluated in the context of the journal, time between congress and publishing, impact factor, Scimago point, and index of journal, number of citations, and first authors institution.


RESULTS: Between congress and time of this study, 36,7% of presented papers were published. Journals published oral presentations had an average impact factor of 1,524 (0,39-4,154) and Scimago point of 0,75 (0,265-1,57) at the time of the study. These values were for poster presentations; 1,051 (0,39-2,383) and 0,663 (0,355-1,129) respectively. Oral and poster presentations were published an average of 20,9 and 23,75 months after congress respectively. At the end of the four years, the number of citations of oral presentations were 0-25 and poster presentations 0-8. Affiliation of first authors of papers were 32 university hospital, 18 research hospital, 6 general state hospital, 5 private hospitals.

DISCUSSION AND CONCLUSION: A high percentage of orally presented papers and also posters progressed to original articles. Although the time from the presentation to publication was somewhat long, they appeared in high-quality journals.

15.Temporomandibular dysfunction in patients with tension type headache
Aybala Neslihan Alagöz, Seher Şirin, Sena Destan Bünül
doi: 10.5505/ktd.2020.48608  Pages 79 - 85
GİRİŞ ve AMAÇ: Baş ağrısı toplumda yaygındır ve en sık gerilim tipi baş ağrıları (GTBA) görülmektedir.
Temporomandibular disfonksiyon (TMD) hastalarındada en sık görülen üç semptomdan biri
GTBA’larıdır. Ağrılı TMD’ları; primer başağrıları gibi diğer ağrılı durumlar ile güçlü bir şekilde
ilişkilendirilmektedir. Bizim çalışmamızda; GTBA hastalarındaki TMD özellikleri ve TMD konservatif
tedavisinin GTBA üzerine etkisi araştırılmıştır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 50 GTBA hastası alındı, 29 tanesinde ağrılı TMD saptandı. Her iki durum için, ağrılarını vizüel analog skala (VAS) ile derecelendirmeleri istenildi. 4 hafta boyunca bilişsel davranışçı terapi uygulamaları önerildi. Bu tedavi yönetiminin TMD ve GTBA nedenli ağrı kontrolü üzerindeki etkisi değerlendirildi.
BULGULAR: Hem epizodik GTBA (EGTBA) hem kronik GTBA(KGTBA) olgularında, TMD tedavisi öncesine göre tedavi sonrası, VAS ölçümlerindeki düşüşler istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p=0.002; p<0.01, p=0.001; p<0.01). Hem EGTBA hem KGTBA olgularında, TMD tedavisi öncesine göre, tedavi sonrası GTBA VAS ölçümlerindeki düşüşler istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p=0.007; p<0.01, p=0.016; p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bizim çalışmamız; ortak patofizyolojik temeli konuşulan bu iki ağrılı hastalıkta, TMD’nin tedavisinin hem hastalığın kendisinde hem de ilişkili olduğu GTBA şiddetinde belirgin iyilik hali sağladığını göstermektedir.
INTRODUCTION: Headache is common in the world and the most common type is tension type headache (TTH). One of the three most common symptoms in patients with temporomandibular dysfunction (TMD). Painful TMD; it is strongly associated with other painful conditions such as primary headaches. In our study; TMD features and effects of TMD cognitive treatment on TTH were investigated.
METHODS: 50 patients of TTH were included in the study, 29 of them had painful TMD. In boths cases, they were asked to rate their pain with a visual analog scale (VAS). Cognitive behavioral therapy was recommended for 4 weeks. The effects of this treatment on pain control due to TMD and TTH were evaluated.
RESULTS: Decreases in TMD VAS measurements after TMD treatment were found to be statistically significant (p=0.002;p<001, p=0.001;p<0.01), in both episodic and chronic type TTH cases. Decreases in TTH VAS measurements after treatment were found to be statistically significant (p=0.007; p<0.01, p=0.016;p<0.05), in both episodic and chronic type TTH cases.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, the common pathophysiological basis of these two painful diseases, TMD’s cognitive treatment, both in the disease itself and the TTH shows that the improvement in severity

16.Burns in Children: Data Update With 145 Patients
Mustafa Alper Akay, Murat Güven, Hayrünisa Kahraman Esen, Osman Esen, Zekeriya İlce
doi: 10.5505/ktd.2020.31549  Pages 86 - 92
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmada, 3 yıllık süre boyunca, 3. basamak bir yanık tedavi merkezine yatırılarak takip ve tedavi edilen, 0-18 yaş grubundaki hastaların tüm verilerinin sunulması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Olgular yaş, cinsiyet, yanık nedenleri, yanığın meydana geldiği ortam, toplam yanık yüzey alanı, yanık lokalizasyonları, enfeksiyon oranı ve ajanları, yoğun bakım gereksinimleri, operasyon sayıları ve çeşitleri, yatış süreleri ve mortalite oranları dikkate alınarak incelendi.
BULGULAR: Yüzkırkbeş çocuk hastanın 77’si kız, 68’i erkek idi. Yanık en sık 67 (%46) hasta ile 1-3 yaş grubunda meydana gelmişti. Hastaların % 88’inde (131) 2. derece yanık mevcuttu. Tüm vakaların %60’ında yoğun bakım ve %88’inde operasyon gerekti. Otuzaltı hastada enfeksiyon dökümente edildi. En sık izole edilen ajan Acinetobacter Boumani idi. Toplam 1192 adet operasyon yapılırken splitt thickness deri grefti en fazla yapılan operasyon idi. Toplam 3 hasta kaybedildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışma, İngilizce literatürü taradığımızda, çocuk yaş grubu yanıklarında yapılan bu kadar ayrıntılı bir çalışma için en yüksek hasta sayılarından birine sahip olması ile öne çıkmaktadır. Hastalar arasında ev ortamında sıcak su ile haşlanma en sık yanık sebebi idi. Bu da çocuk yaş grubu yanıklarının çoğunun basit koruma eğitimleri ve programları ile engellenebilir olduğunu gösterdi. Tüm vakaların %60’ında yoğun bakım ve %88’inde operasyon ihtiyacı olması yanık sonrası takip ve tedaviler ise mutlaka profesyonel merkezlerde yapılması gerektiğini ortaya çıkardı. Yanık merkezlerin sayısı artırılması ve eğitimli yardımcı sağlık personeli ile mortalite ve morbidite oranı düşürülebileceği sonucuna ulaşıldı
INTRODUCTION: We present the data for pediatric patients who were hospitalized, treated, and followed-up in a tertiary center for burn treatment for three years.
METHODS: The cases were examined for age, gender, causes of burns, the environment where the injury occurred, total burn surface area, the infection rate and agent, intensive care requirements, the number and types of operations and mortality rates.
RESULTS: Of the 145 children, 77 were female, and 68 were male. Second-degree burns were present in 131 patients (88%). Intensive care was required in 60% of the cases and surgical treatment was required in 88%. Infection was documented in 36 patients (24.8%). The most frequently isolated agent was Acinetobacter baumannii. A total of 1,192 operations were performed and split-thickness skin grafts were the most common operation. Three of the patients died.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The study represents a detailed analysis of one of the largest samples of burn cases for this age group in the literature. Scalding with hot water at home was the most common cause of burns, which suggests that simple preventive measures and training programs can prevent most of the pediatric burns. The need for intensive care in 60% of the cases and for surgical treatment in 88% of the cases revealed that treatment and follow-up after burns should be done in specialized centers. It was concluded that increasing the number of healthcare centers equipped for caring burns may reduce the morbidity and mortality related to burns.

17.The impact of preoperative anemia in patients undergoing cardiac surgery
Ayten Saracoglu, Mehmet Ezelsoy, Kemal Saracoglu
doi: 10.5505/ktd.2020.59932  Pages 93 - 99
GİRİŞ ve AMAÇ: Kalp cerrahisi hastalarında preoperatif anemi insidansı ortalama %26 olup maksimum %30'a ulaşmaktadır. Bu çalışmada kalp cerrahisi geçiren hastalarda preoperatif anemi insidansının, mortalite ve perioperatif komplikasyonlar ile ilişkisini değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: İskemik kalp hastalığı nedeniyle koroner bypass ameliyatı geçiren erişkin hastalar çalışmaya dahil edildi. Hastaların demografik özellikleri, kardiyak rezervleri, ameliyat öncesi ve sonrası Hemotokrit değerleri, transfüzyon hacmi, komplikasyonlar ve mortalite oranları kaydedildi. Diğer laboratuvar testleri, yapılan cerrahi ameliyat, re-eksplorasyon sıklığı, yoğun bakım ve hastanede kalış süresi kaydedildi.
BULGULAR: Bu çalışmada 333 hastanın verileri değerlendirildi. Anemi insidansı %43 idi. Hastaların %80’i kan transfüzyonu aldı ve transfüzyonların %75'i anemik gruptaydı. Perioperatif kanama miktarı 715,7 ± 452,3 mL idi ve ortalama kanama miktarı anemik grupta anlamlı derecede yüksekti (p = 0,000). Dokuz hasta re-eksplorasyon geçirdi. Anemik grupta Taze Donmuş Plazma kullanımı daha yüksekti (p=0,019). Gruplar arasında mortalite, drenaj, hastanede kalış ve mortalite bakımından fark yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda preoperatif dönemde anemi insidansı yüksek bulundu. Komplikasyonlarda artış olmamasına rağmen, kan transfüzyonu ile ilişkili riskler mevcuttur. Sonuç olarak preoperatif anemi konusunda farkındalığın artırılması gerektiğine inanmaktayız.
INTRODUCTION: The incidence of preoperative anemia in cardiac surgery patients was found to be 26% on average, up to a maximum of 30%. In this study, we aimed to evaluate the relationship between preoperative anemia incidence, mortality and perioperative complications in patients undergoing cardiac surgery.
METHODS: Adult patients undergoing coronary bypass surgery due to ischemic heart disease were included. Patient demographics, cardiac reserves, preoperative and postoperative Hemotocrit values, transfusion volume, complications and mortality rates were recorded. Other laboratory tests, type of surgery, re-exploration frequency, intensive care and hospital stay were recorded.
RESULTS: The data of 333 patients were evaluated in this study. The incidence of anemia was 43%. Eighty percent of patients received transfusion and 75% of blood transfusions were in anemic group. Perioperative bleeding amount was 715.7±452.3 mL, and the mean amount of bleeding was significantly higher in anemic group (p=0.000). Nine patients were reexplored. The use of Fresh Frozen Plasm in anemic group was higher (p=0.019). There was no difference between groups in terms of mortality, drainage, hospital stay and mortality.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The incidence of anemia in the preoperative period was found high. Although our study did not lead to an increase in complications, the risks associated with blood transfusion exists. We believe that the awareness of preoperative anemia should be increased.

18.Withdrawal of antithrombotic agents and its impact on thrombosis and bleeding in patients undergoing cardiac surgery
Ayten Saracoglu, Mehmet Ezelsoy, Kemal Tolga Saracoglu
doi: 10.5505/ktd.2020.65983  Pages 100 - 105
GİRİŞ ve AMAÇ: Amacımız açık kalp ameliyatı geçiren hastalarda preoperatif antikoagülanların kesilmesi ile ilişkili olabilecek trombotik komplikasyonların insidansını belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Elektif açık kalp ameliyatı geçiren 512 erişkin hastanın verileri değerlendirildi. İkili antiplatelet tedavisi alan hastalar dahil edildi ve iki gruba ayrıldı. Grup 1’deki hastalar (n = 255) cerrahi öncesi aspirin tedavilerini askıya almış olup, Grup 2'deki hastalarda (n = 257) askıya alınmamıştır. Demografik özellikler, kalp rezervleri, preoperatif ve postoperatif Htc düzeyleri, antikoagülan türleri, kan ürünlerinin transfüzyonu, olası komplikasyonlar ve mortalite oranları kaydedildi.
BULGULAR: Demografik özellikler, ameliyat süresi, hastane ve yoğun bakımda kalış süresi, Kardiyopulmoner Bypass zamanı, mortalite oranı, re-eksplorasyon oranı, transfüzyon ihtiyacı gruplar arasında farklılık göstermedi. Antitrombotik gruptaki transfüze edilen trombosit süspansiyonu miktarı, antitrombotik ajan içermeyen gruptan anlamlı olarak daha yüksekti (p ˂ 0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Aspirin tedavisindeki kardiyak hastalar için ne re-eksplorasyon ne de transfüzyon oranları farklılık göstermemiştir. Üstelik aspirin, heparinizasyon ve ekstra korporeal dolaşımın gerekli olduğu kardiyak cerrahi için postoperatif komplikasyon insidansını artırmamıştır. Aspirinin hasta sonuçları üzerinde olumsuz bir etkisi bulunmadığından, major cerrahi geçiren hastalarda kesilmemesi gerektiği kanısına varılmıştır.
INTRODUCTION: Our aim is to determine the incidence of thrombotic complications that may be associated with discontinuation of preoperative anticoagulants in patients undergoing open heart surgery.
METHODS: The data of 512 adult patients undergoing elective open hearth surgery were evaluated. Patients treated with dual antiplatelet therapy were included and divided into two groups. Group 1 patients (n=255) have suspended their aspirin therapy prior to surgery. Group 2 patients (n=257) have not suspended. Demographics, cardiac reserves, preoperative and postoperative Htc levels, the types of anticoagulants, the transfusion of blood products, possible complications and mortality rates were recorded.
RESULTS: The demographics, the duration of surgery, hospital and internal care unit (ICU) stay, cardiopulmonary bypass (CPB) time, mortality rate, reexploration rate, the need for transfusion did not differ between groups. The amount of platelet suspension in antithrombotic group was significantly higher than in group without antithrombotic agent (p ˂ 0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Neither reexploration nor transfusion rates were different for cardiac patients on aspirin therapy. Therefore, aspirin did not increase the incidence of postoperative complications even for cardiac surgery, where heparinization and extra corporeal circulation are necessary. As aspirin has not a negative effect on patient outcomes, should not be discontinued in patients undergoing major surgery.

19.Longitudinal incision versus transverse incision in De Quervain’s tenosynovitis surgery
erdinç acar, alper gültekin
doi: 10.5505/ktd.2020.78989  Pages 106 - 110
GİRİŞ ve AMAÇ: Cerrahi uygulanan De Quervain tendinitli hastalarda, longitudinal insizyon ile transvers insizyon arasında fark olup olmadığı değerlendirildi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya, Aralık 2017 ile Mayıs 2019 tarihleri arasında De Quervain tenosinovit cerrahisi yapılan 17 hasta (12 bayan, 5 erkek) dahil edildi. Birinci gruba longitudinal insizyon (7 bayan, 2 erkek), ikinci gruba transvers veya oblik insizyon (5 bayan, 3 erkek) uygulandı. Bu hastalarda yineleme oranı ve memnuniyet oranları değerlendirildi. Cerrahi sonrası damar-sinir hasarı, yara yeri enfeksiyonu, yarada belirgin skar dokusu gelişimi ve eklem hareket açıklığında kısıtlanma gibi komplikasyonlar değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 41,2 (22-69). Hastaların 12’si (%70,6) bayan, 5’i (%29,4) erkek idi. Hastalar ortalama 10 ay (8-14) takip edildi. Her 2 grupta da yineleme izlenmedi. Hastaların tamamı, cerrahi tedaviden memnun kaldıklarını belirtti. Her 2 grupta da ciddi komplikasyon görülmedi. İkinci gruptaki bir hastada belirgin skar dokusu gelişimi izlendi (p=0.03)
TARTIŞMA ve SONUÇ: De Quervain tenosinovit cerrahisi; cerrahi deneyimin ön planda olduğu, nüks ve komplikasyon gelişmemesi açısından yararlı bir yöntem olmakla birlikte, uygulanan iki ayrı cerrahi insizyon arasında hipertrofik skar dokusu gelişimi olan bir hasta dışında fark olmadığı görüldü.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to compare longitudinal incision versus transverse incision in surgical treatment of De Quervain’s tenosynovitis.
METHODS: Between December 2017 and May 2019, a total of 17 patients who were operated for De Quervain’s tenosynovitis were included. The patients were divided into two groups as Group 1 (n=9) undergoing longitudinal incision and as Group 2 (n=8) undergoing transverse incision. The recurrence rate and patient satisfaction were recorded. Postoperative complications including vessel and nerve damage, wound infection, scar formation, and limited range of motion of the joint were evaluated.
RESULTS: Of the patients, 12 (70.6%) were females and five (29.4%) were males with a mean age of 41.2 (range, 22 to 69) years. There were seven females and two males in Group 1 and there were five females and three males in Group 2. The mean follow-up was 10 (range, 8 to 14) months. No recurrence was observed in any of the patient groups. The rate of patient satisfaction was 100% in both groups. No significant surgery-related complication was seen. An evident scar formation was observed in only one patient in Group 2 (p=0.03).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Surgical treatment of De Quervain’s tenosynovitis is an effective and safe method without recurrence or postoperative complications in experienced hands. Our study results suggest no significant difference between the longitudinal incision and transverse incision, except for hypertrophic scar formation through the transverse incision.

20.The Effectiveness of Neutrophil / Lymphocyte Ratio in Hospitalization of Childhood Viral Gastroenteritis
Emrah Çelik, Hüseyin Cahit Halhalli, Emre Şancı
doi: 10.5505/ktd.2020.26986  Pages 111 - 119
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut gastroenterit inflamatuar bir hastalıktır. İnflamasyon biyobelirteçlerinden biri olan nötrofil/lenfosit oranı (NLO) akut gastroenteritli hastalarda hastalığın ciddiyeti ile uyumlu olabilir. Bu çalışmada dışkıda rota ve/veya adeno virüs antijen pozitifliği olan akut gastroenteritli çocuklarda kanda NLO’nun servis yatışına etkisinin olup olmadığının belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada Ocak 2018 ile Ocak 2019 tarihleri arasında akut gastroenterit nedeniyle acil servise başvuran ve dışkıda rota ve/veya adeno virüs antijeni pozitifliği saptanan 438 çocuk hasta retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: Çalışmaya dışkıda rota ve/veya adeno virüs antijeni pozitif olan 438 çocuk dahil edildi. NLO ile hastaların hospitalizasyonu arasında da gruplar arasında istatiksel olarak anlamlı bir fark bulunmaktadır (p<0,001). Yatan hastaların NLO’su 2,60± 3,73, ayaktan takip edilen hastaların nötrofil lenfosit oranı 4,23±5,37.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Akut gastroenterit nedenli pediatrik başvurularda; dışkıda adeno ve rotavirüs antijen pozitifliği ile adenovirüs antijen pozitifliği saptanan hastalar arasında NLO oranında, hospitalizasyon açısından istatistiksel olark anlamlı bir fark saptanmıştır.
INTRODUCTION: Acute gastroenteritis is an inflammatory disease. Neutrophil / lymphocyte ratio (NLR), one of the inflammation biomarkers, may be compatible with the severity of the disease in patients with acute gastroenteritis. In this study, we aimed to determine whether NLR in the blood has an effect on hospitalization in children with acute gastroenteritis with rota and / or adenovirus antigen positivity in the stool.
METHODS: Between January 2018 and January 2019, 438 children admitted to the emergency department due to acute gastroenteritis and who were found to have rota and / or adenovirus antigen positivity were examined retrospectively.
RESULTS: 438 children with rota and / or adenovirus antigen positive in their stool were included in the study. There was a statistically significant difference between NLO and hospitalization of patients as well as between groups (p <0.001). NLR of inpatients was 2.60±3.73 and neutrophil lymphocyte ratio of outpatients was 4.23±5.37.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In pediatric admissions due to acute gastroenteritis, there was a statistically significant difference in terms of hospitalization in NLR between the adeno and rotavirus antigen positivity in the stool and adenovirus antigen patients with antigen positivity.

21.
Kardiyovasküler Hastalıkların Tanısında Yeni Nesil Dizi Analizi Yöntemi ile Genetik Varyasyonların Tespitinin Önemi
Sinem Yalçıntepe, Hakan Gürkan, Sezgi Sarıkaya Solak, Selma Demir, Emine İkbal Atlı, Engin Atlı, Servet Altay
doi: 10.5505/ktd.2020.48108  Pages 120 - 127
GİRİŞ ve AMAÇ: Kardiyovasküler hastalıklar (KVH) geniş bir hastalık grubu olup, etiyopatogenezinde farklı risk faktörleri olmakla birlikte, genetik faktörler ayrı bir öneme sahiptir. Çalışmamızda, hedefli genlerin moleküler genetik analizinin KVH’da klinik tanıya hangi oranda katkı sağladığını belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: KVH klinik tanısı ile takip edilen 38 hastada, periferik kandan DNA izolasyonu sonrasında 54 OMIM genini kapsayan hedefli panel kullanılarak, Illumina NextSeq550 sisteminde bu 54 genin analizi gerçekleştirildi.
BULGULAR: Çalışmaya 23 erkek, 15 kadın olmak üzere dahil edilen hastaların yaş ortalaması kadınlarda 33.6, erkeklerde 32.8 olmak üzere tüm olgularda ortalama 33.1’di. 11 olguda (%28.9) 13 patojenik/olası patojenik varyasyon, 13 (%34.2) olguda 16 klinik önemi bilinmeyen varyasyon (VUS) saptadık. 6’sı patojenik/olası patojenik, 3’ü VUS olmak üzere toplam 9 varyasyon açık erişimli veri tabanlarında bugüne kadar rapor edilmemiş yeni varyasyondu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: KVH grubunda yeni nesil dizi analizi (NGS), çalışmamızda tanıya % 28.9 oranında bir katkı sağladı. NGS ile, nedeni belirlenemeyen kardiyovasküler hastalık bulgusu olan olgularda, çoklu gen analizi tanı oranlarını arttırmakta, tanı koyma süresini kısaltmaktadır.

22.The Effect of Extended Hydroxychloroquine in Intensive Care Management of Covid-19 on Survival and Costs
Fulya Ciyiltepe, Ayten Saracoglu, Ersin Kahraman, Yeliz Bilir, Elif Bombacı, Kemal Tolga Saraçoğlu
doi: 10.5505/ktd.2020.93357  Pages 128 - 135
GİRİŞ ve AMAÇ: Hidroksiklorokin, çoğu koronavirüse ve özellikle SARS-CoV-2 dahil olmak üzere virüslere karşı geniş bir etki yelpazesi vardır. Ulusal tedavi kılavuzlarındaki hidroksiklorokin tedavi önerisi pandeminin başlangıcında 5 gün iken, 14 Nisan'dan itibaren hidroksiklorokin tedavisi altında kliniğin kötüleştiği durumlarda 10 gün olarak önerilmiştir.
Bu retrospektif, gözlemsel, tek merkezli çalışmada, yoğun bakımda COVID-19 ile izlenen hastalarda hidroksiklorokin tedavi süresinin hastanede kalış günü, mekanik ventilasyon gereksinimi, süresi, sağkalıma ve maliyet üzerine etkisinin ortaya çıkarılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Etik Kurul onayının ardından 5 gün süreyle hidroksiklorokin alan ilk 50 hastanın (Grup 1) ve 10 gün alan ilk 50 hastanın (Grup 2) verileri çalışmaya dahil edildi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, ek hastalıkları, COVID-19 testleri, hidroksiklorokin tedavi günleri, invazif mekanik ventilatör ihtiyacı ve süresi, yoğun bakımda yatış günü, mortalite varlığı ve maliyetleri kaydedildi.
BULGULAR: Grup 2'deki hastaların hastanede kalış süresi grup 1'den daha uzundu (9,4 güne karşı 13,8 gün, p = 0 <0001). Mortalite açısından gruplar arasında fark yoktu (sırasıyla% 68,% 62, p = 0.383). Grup 2'de yoğun bakımda yatış maliyeti daha yüksekti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu retrospektif gözlemsel çalışmada 10 günlük tedavi alımının mekanik ventilatör ihtiyacını ve mortaliteyi etkilemediği, yoğun bakımda yatış süresini uzattığı ve maliyetini önemli ölçüde artırdığı ortaya konulmuştur.
INTRODUCTION: There is a broad spectrum of action against most coronaviruses and especially viruses, including SARS-CoV-2. While the hydroxychloroquine treatment recommendation in the national treatment guidelines was 5 days at the beginning of the pandemic, it was recommended as 10 days in cases where the clinic deteriorated under hydroxychloroquine treatment since 14 April.
In this retrospective, observational, single-center study, it was aimed to reveal the effect of hydroxychloroquine treatment duration on the day of hospitalization, mechanical ventilation requirement, duration, survival and cost in patients with COVID-19 in intensive care unit.
METHODS: Following the approval of the Ethics Committee, the data of the first 50 patients (Group 1) who received hydroxychloroquine for 5 days and the first 50 patients (Group 2) who received 10 days were included in the study. Patients' age, gender, additional diseases, COVID-19 testings, hydroxychloroquine treatment days, invasive mechanical ventilator requirement and duration, intensive care hospitalization day, mortality and costs were recorded.
RESULTS: The duration of hospitalization in patients in group 2 was longer than group 1 (9,4 days vs 13,8 days, p=0<0001). There was no difference between the groups in terms of mortality (68%, 62%, respectively, p=0.383). The cost of intensive care unit hospitalization was higher in Group 2.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this retrospective observational study, it was found that 10 days of treatment intake did not affect the need for mechanical ventilator and mortality, while extending the intensive care hospitalization period and significantly increasing its cost.

CASE REPORT
23.A 3-Year-Old Boy Presenting With Celiac Crisis: A Case Report
Sibel Yavuz, Gökhan Tümgör
doi: 10.5505/ktd.2020.67790  Pages 136 - 138
Çölyak hastalığı (ÇH), genetik olarak yatkın kişilerde glutenin tüketilmesine bağlı ortaya çıkan immün aracılı kronik otoinflamatuar bir hastalıktır. Çölyak krizi (ÇK) şiddetli sulu ishal, dehidratasyon, elektrolit bozuklukları ve metabolik asidoz ile karakterize bir tıbbi acildir. 3 yaşında erkek olgu genel durum bozukluğu, şiddetli ishal ve karın şişkinliği nedeniyle acil kliniğimize başvurdu. Öykü, fizik muayene ve laboratuvar testleri ile akut çölyak krizi tanısı konuldu ve intravenöz sıvı, magnezyum, kalsiyum, fosfor ve metilprednizolon tedavisi verildi. Destekleyici tedaviye rağmen yakınmaları devam eden hastalarda steroid tedavisi verilmesi akılda tutulmalıdır. Bu olgu raporunda, çölyak krizi çok nadir görülmesine rağmen erken tanı konulmaz ve tedavi edilmezse ölümcül potansiyeli açısından taşıdığı önemi vurgulamayı amaçladık.
Celiac disease (CD) is a chronic, immune-mediated, autoinflammatory disorder that occurs in relation to intake of gluten in genetically predisposed patients. Celiac crisis (CC) is a medical emergency characterized by severe watery diarrhea, dehydration, electrolyte disturbances and metabolic acidosis. A 3-year-old boy was brought to our emergency department with poor general condition, profuse diarrhea and abdominal distention. Acute celiac crisis was diagnosed based on history, physical examination and laboratory tests. Intravenous fluids, magnesium, calcium, phosphorus and methylprednisolone therapy were administered. The use of steroid therapy should be considered in patients with persistent symptoms despite supportive measures. We aimed to draw attention to the potential risk of death associated with celiac crisis if not diagnosed and treated at an early stage, although it is a very rare occurrence.