Volume : 11 Suppl : 2 Year : 2024
Index
Membership
Application
Kocaeli Medical Journal - Kocaeli Med J: 11 (2)
Volume: 11  Issue: 2 - August 2022
1.Cover

Page I

2.Editorial Board

Pages III - V

3.Contents

Pages VI - VIII

ORIGINAL ARTICLE
4.Small Bowel Obstruction due to Phytobezoar
Metin Şenol, Mehmet Ali Gök
doi: 10.5505/ktd.2022.01878  Pages 1 - 6
GİRİŞ ve AMAÇ: Gastrointestinal sistemde sindirilemeyen gıdaların ya da maddelerin birikmesine bezoar adı verilir. Bezoarlar, içerisinde biriken materyale göre farklı isimler alırlar. Sindirilememiş gıdalar, meyve lifleri ve çekirdeklerinin birikimine fitobezoar denir.Fitobezoara en çok neden olan meyve de (persimmon) Trabzon hurmasıdır. Bezoara bağlı ince bağırsak tıkanıklığı %0,4-4 oranında görülür. Bu çalışmanın amacı fitobezoara bağlı ince bağırsak tıkanıklığı tespit edilen ve opere edilen hastaların değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada Aralık 2014 ile Ocak 2019 tarihleri arasında hastanemize ileus bulgularıyla başvuran ve yapılan tetkikleri sonucunda fitobezoara bağlı ince bağırsak tıkanıklığı tespit edilen 20 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 61,3’dü. En yaşlı hasta 77 yaşındayken en genç hasta da 35 yaşındaydı. Hastaların %55’i (11) erkek iken %45’i (9) kadındı. Sekiz hastaya (%40) operasyon öncesinde gastroskopi yapıldı. Hastaların %85’i (17) kış mevsiminde başvurmuştu ve bu hastaların hepsinde fazla miktarda, bir kış meyvesi olan Trabzon hurması yeme öyküsü vardı. Hastaların yarısının öz geçmişinde geçirilmiş mide ameliyatı vardı. İnce bağırsağında fitobezoar olan bu yirmi hastanın 11 tanesinde aynı anda midede de fitobezoar görüldü. Hastaların 9 tanesinde sadece ince bağırsakta fitobezoar vardı. İnce bağırsaktaki fitobezoarlar için en sık uygulanan yöntem sıvazlamaydı ve 14 hastaya uygulandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Trabzon hurması (persimmon) meyvesinin endemik olarak yetiştiği ve sıkça tüketildiği bölgelerde, ince bağırsak tıkanıklığı tespit edilen hastalarda; geçirilmiş mide cerrahisi öyküsü olsun ya da olmasın, tıkanıklığın nedeninin fitobezoar olabileceği akılda tutulmalıdır.
INTRODUCTION: Bezoar is the accumulation of indigestible food or material in the gastrointestinal system. Bezoars have different names according to the accumulated material. Phytobezoar is the accumulation of indigestible food, fruit fibers and seeds. Most common cause of phytobezoar is the persimmon fruit. Small bowel obstructions caused by bezoars may account for 0.4-4%of total cases. The aim of this study is to evaluate the patients who were diagnosed and operated with small bowel obstruction duo to the phytobezoar.
METHODS: In this study, data of 20 patients have been evaluated retrospectively who were operated with small bowel obstructions associated with phytobezoars in between December2014 and January 2019.
RESULTS: Median age of patients who were enrolled in the study was 61.3. Oldest patient was 77 years old whereas youngest was 35. Out of 20 patients, 11 were male and 9 were female. 17 of the patients were admitted during winter and all had a history of eating excess amount of persimmon fruit. Half of the patients had a history of gastric surgery. Of these 20 patients diagnosed with phytobezoar in their small bowels, 11 had phytobezoar also in their stomach. 9 of the patients were detected phytobezoar only in their small bowels.Milking was the common technique for small intestinal phytobezoars and done to the 14 patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Phytobezoar might be the reason of obstruction in patients who had small intestine obstruction; either with a history of previous gastric surgery or not, especially in regions where persimmon fruit is grown and consumed frequently

5.Relationship between 25-hydroxyvitamin D Level and Idiopathic Premature ventricular Complexes
Barış Şensoy, Lale Dinç Asarcıklı, Selçuk Kanat
doi: 10.5505/ktd.2022.09735  Pages 7 - 13
GİRİŞ ve AMAÇ: İdiyopatik erken ventriküler kasılmalar (PVC’ler) en sık görülen ventriküler aritmilerdir. D vitamini ve parathormon (PTH) kardiyovasküler sonuçlarla ilişkilendirilmiştir, ancak bunların Prematüre ventriküler kompleks (PVC) gelişimi üzerindeki etkileri hala belirsizdir. Çalışmamızda, hastalarımızda serum 25-hidroksivitamin D (25[OH]D) ve PTH’nin PVC riski üzerindeki etkisini araştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza, elektrokardiyografi (EKG), 24 saatlik Holter kaydı ve transtorasik ekokardiyografik inceleme yapılan toplam 128 hasta alındı. Ayrıca serum 25-hidroksivitamin D (25[OH]D), iPTH düzeyleri ölçüldü. Hastalar 64’ü PVC’li ve 64’ünormal sağlık kontrol grubu olmak üzere iki gruba ayrılarak değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya sık PVC’si olan 64 hasta (ortanca yaş 41 [16-84], erkek 33/64) ve 64 kontrol (ortanca yaş 38 [19-72], erkek 34/64) dahil edildi. Çalışmamızın sonucunda PVC’li hastalar kontrol grubu ile karşılaştırıldığında paratiroid hormon düzeyleri daha yüksek (73.60 [40.40-139.30] ‘a karşı 51.70 [18.35-139.30], p<0.001) ve 25-hidroksivitamin D düzeyleri daha düşük (17.08±6.36’ a karşı 27.84±6.79, p<0.001) saptandı.. Fosfor ve diğer kan kimyası parametreleri açısından çalışma grupları arasında anlamlı fark bulunmazken, kontrol grubunda serum kalsiyum düzeyleri daha yüksek saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: PVC oluşumunun patofizyolojisinde rol oynayabilecek yüksek PTH seviyeleri veya daha düşük 25- hidroksivitamin D seviyeleri, normal olarak kabul edilen referans aralığında bile ventriküler aritmileri etkileyebilir.
INTRODUCTION: Idiopathic premature ventricular contractions (PVCs) are the most prevalant ventricular arrhythmias. Vitamin Dand intact parathyroid hormone (iPTH) play role in cardiovascular system, but their affect on premature ventricular complex (PVC) triggering is still uncertain. We investigated the effect of serum 25-hydroxyvitamin D (25[OH]D) and iPTH on PVC burden in our patients.
METHODS: In this study, a total of 128 patients, who underwent electrocardiography (ECG), 24-hour Holter recordings and transthoracic echocardiographic examination as a study protocol were enrolled. In addition, serum 25(OH)D, iPTH levels were measured. The patients were divided into two groups as 64 of them with PVC and 64 of them as normal healthy controls
RESULTS: A 64 patients with frequent PVCs (median age 41 [16-84], male 33/64) and Sixty-four controls (median age 38 [19-72], male 34/64), were included in the study. Parathyroid hormone levels were higher (51.70 [18.35-139.30] vs 73.60 [40.40-139.30], p<0.001) and 25(OH)D levels were lower (27.84±6.79 vs. 17.08±6.36, p<0.001) in patients compared to controls. There were no significant differences between the study groups in terms of phosphorus and other blood chemistry parameters, whereas serum calcium levels were lower in the PVC group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: High iPTH levels or lower 25-hydroxyvitamin D levels that might be implicated in the pathophysiology of PVC occurrence; even at the normally accepted reference range, may affect ventricular arrhythmias.

6.Evaluation of Clinic and Radiologic Findings and Side Effect Profiles in Pulmonary Tuberculosis Patients, A Single Center Experience
Aysun Şengül
doi: 10.5505/ktd.2022.15821  Pages 14 - 21
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda 2005-2011 yılları arasında Kocaeli Verem Savaş Dispanseri’nde takip edilen akciğer tüberkülozu olgularının klinik, radyolojik özelliklerini ve yan etki profillerini değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kocaeli Verem Savaş Dispanseri’nde 2005-2011 yılları arasında takip edilen akciğer tüberkülozu tanılı hastaların dosyaları incelendi. Başka bölgeye nakil olan, 15 yaş altı, dosyalarına ulaşılamayan, 2. grup ilaçlarla tedavi edilen hastalar çalışmaya alınmadı. Akciğer tüberkülozu tanısı alan hastalar demografik özellikleri, klinik özellikleri, yan etki varlığı, grafi bulguları ve daha önceki tedaviöyküsü bakımından değerlendirildi.
BULGULAR: Akciğer tüberkülozu tanılı 818 hastanın dosyası değerlendirildi. Hastaların yaş ortalaması 36,9±14,6 yıl, 285’i (%34,8) kadın, 533’ü (%65,2) erkek idi. Olguların 81’i (%9,9) daha önce tedavi görmüş olgu idi. En sık görülen şikayet olan öksürük 555 (%67,8) hastada mevcut idi, 264 hastada (%32,3) sistemik bulgular izlendi. Radyolojik bulgular değerlendirildiğinde olguların 508 ‘inde (%62,1) tek zon tutulumu, 90’ında (%11) aynı akciğerde multizon tutulumu, 220 (%26,9) olguda bilateral tutulum izlendi. 84 hastada izole alt lob tutulumu izlendi. 73 (%8,9) hastada yan etki izlendi, en sık görülen yan etki hepatotoksisite idi (%74). 76 (%9,3) hastada tüberküloz, tarama sırasında tespit edilmişti. Sistemik bulgu varlığı, yaygın radyografik tutulum ile ilişkili bulundu (p=0,021). Yaygın radyografik tutulum, ileri yaş ve ek hastalık varlığı ile ilişkili bulundu (sırasıyla p<0,001; p=0,029). Yalnız alt lob tutulumu ileri yaş, kadın cinsiyet ve ek hastalık varlığı ile ilişkili bulundu (sırasıyla p= 0,005; 0,001; 0,014). Yan etki varlığı ile yaş, cinsiyet, ek hastalık varlığı, tedavi görmüş olma ilişkisiz izlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Akciğer tüberkülozu hastalarımızda en sık görülen semptomlar akciğere özgü olup, sistemik bulgular yaygın radyolojik tutulum ile ilişkili bulunmuştur. İleri yaş ve ek hastalık varlığında akciğer grafisinde yaygın radyolojik tutulum ve alt lob tutulumu görüldüğünde tüberkülozun akılda tutulması gerektiğini düşünmekteyiz. Hepatotoksisite en sık görülen yan etki olup düzenli biyokimya takibinin önemli olduğu düşünülmüştür. Seçili durumlarda işe giriş ve işyeri taramalarının tüberküloz tanısında faydalı olabileceği düşünülmüştür.
INTRODUCTION: We aimed to evaluate the clinical and radiological signs and side effects of patients with pulmonary tuberculosis treated between years 2005 and 2011 in Kocaeli Tuberculosis Dispansary, Turkey.
METHODS: We retrospectively reviewed medical charts of patients with pulmonary tuberculosis who were treated between years 2005 and 2011 in Kocaeli Tuberculosis Dispansary, Turkey. Exclusion critera were as follows: patients who transferred out, younger than 15 years, treated with second-line drugs and whose medical charts could not be obtained.
RESULTS: Of 818 patients, 285 were females (34.8%), and 533 were males (65.2%), the mean age was 36.9±14.6 years. Of the cases, 81 received previous treatment. The most common symptom was cough and was present in 555 (67.8%) patients, systemic findings were present in 264 patients. 508 of patients (62.1%) had single zone, 90 (11%) had multizone abnormality in the same lung and 220 (26.9%) had bilateral radiologic abnormality. In 84 patients, isolated lower lobe involvement was present. During antituberculosis therapy 73 patients (8.9%) had side effects, most of those patients had liver related side effects (74%). In 76 (9.3%) patients, tuberculosis was diagnosed through radiographic screening. Expansive radiologic abnormality was related with old age and comorbidity (p<0.001; p=0.029, respectively). Isolated lower lobe abnormality was related with older age, women gender and comorbidity (p= 0.005; 0.001; 0.014, respectively). Adverse effects weren’t found related with age gender, comorbidity and to be retreatment.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Lung specific symptoms were most common symptoms of pulmonary tuberculosis. Systemic symptoms are related with expansive chest radiologic abnormality. Advanced age and comorbidity were related with expansive radiologic signs and lower lobe abnormality. Hepatotoxicity was the most common adverse effect of treatment and it was considered routine biochemical examination is necessary for all patients. Tuberculosis screening can be useful in some work places which have unsuitable conditions.

CASE REPORT
7.Fetus-in-fetu: Disguising Lymphocyst
Gözde Atasever Yıldırım, Önder Özden, Sevgül Köse, Emine Kılıç Bagir, Serhan Küpeli
doi: 10.5505/ktd.2022.37531  Pages 22 - 25
Fetus in fetu, anormal embriyogenez sonucu oluşan oldukça nadir bir hastalık grubudur. Hastalar genellikle abdominal kitle nedeni ile başvururlar. Bizde kliniğimizde intrauterin dönemde lenfokist olarak takip edilmiş olan ve sonrasında FIF tanısı alarak takip edilen bir vakayı sunmak istedik.
Fetus in fetu (FIF) is a rare anomaly resulting from abnormal embryogenesis. Patients often present with an abdominal mass. We report a case of FIF initially diagnosed as a lymphocyst in fetal ultrasonography (USG) during prenatal screening.

ORIGINAL ARTICLE
8.The Relationship between Perceived Stress Level and Eating Awareness of University Students
Zeynep Meva Altaş, Dilşad Save, Tuba Soğukpınar, Ömer Faruk Domruk, Serra Bayram, Şeyma Betül Ladikli, Ceren Cihanyurdu
doi: 10.5505/ktd.2022.54037  Pages 26 - 34
GİRİŞ ve AMAÇ: Üniversite öğrencileri beslenme sorunlarının en fazla görüldüğü gruplardan biridir. Çalışmada, üniversite öğrencilerinde algılanan stres düzeyi ve yeme farkındalığı arasındaki ilişkiyi belirlemek amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı tipteki bu çalışma, İstanbul’da bir devlet üniversitesinin Sağlık Yönetimi (SY), Beslenme ve Diyetetik (BVD) ve Beden Eğitimi ve Spor Öğretmenliği (BESÖ) bölümlerinin 1. ve 4. sınıf öğrencileri ile yürütülmüştür. Katılımcılara sosyodemografik sorular ve Yeme Farkındalığı Ölçeği (YFÖ), Algılanan Stres Ölçeği (ASÖ), Beslenme-Egzersiz Davranış Ölçeği (BEDÖ)’nin egzersizle ilgili 6 sorusu olmak üzere toplam 65 soruluk anket uygulanmıştır. Örneklem hesabı, öğrencilerde yeme farkındalığı yüksekliği oranı %50, güven düzeyi %95, hata payı %5 kabul edilerek toplam 384 kişi bulunmuştur. Her üç bölümün 1. ve 4. sınıf öğrencileri birer tabaka kabul edilerek her sınıftan listeden randomize şekilde 64’er kişinin örnekleme dahil edilmesi hedeflenmiştir.
BULGULAR: Araştırmaya katılım oranı %68,5’tir (n=263). Katılımcıların %76,4’ü (n=201) kadındır ve %44,1’i (n=116) beslenme ve diyetetik (BVD), %31,2’si (n=82) sağlık yönetimi (SY), %24,7’si (n=65) beden eğitimi ve spor öğretmenliği (BESÖ) bölümündendir. Öğrencilerin %51,0’i (n=134) 1.sınıfa; %49,0’u (n=129) 4.sınıfa devam etmektedir. Katılımcıların %77,1’inin (n=202) yeme farkındalığı yüksek bulunmuştur. Yeme farkındalığı yüksekliği oranı açısından bölümler arasında istatistiksel anlamlı fark bulunmuştur (p=0,007). Öğrencilerin ASÖ puanları ile BEDÖ ve YFÖ puanları arasında anlamlı negatif korelasyon bulunmuştur (sırasıyla r= -0,209, p=0,001; r= -0,224, p<0,001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Literatüre göre bilinçli farkındalık temelli müdahaleler stresi azaltırken, yeme farkındalığını da arttırabilmektedir. Bu çalışmada da benzer şekilde öğrencilerin stres seviyesi arttıkça yeme farkındalıkları düşmektedir. Üniversite öğrencilerinde yeme farkındalığını arttırmak için stres seviyesini azaltabilecek etkinlikler planlanabilir.
INTRODUCTION: Eating disorders are common in university students. We aimed to determine the relationship between perceived stress level and eating awareness of university students.
METHODS: This research is a descriptive type of study and performed with Health Management, Nutrition and Dietetics, Sports Teaching departments’ students. Sociodemographic questions, Mindfull Eating Questionnaire (MEQ), Perceived Stress Scale (PSS) and 6 questions of Eating-Exercise Habits Scale (EEHS) were asked. Sample size was calculated as 384, assuming that the rate of eating awareness in students as 50%, the confidence level as 95%, and the margin of error as 5%. Class based stratified sampling method was used and 64 pupils from first and fourth grade students of each department were randomly selected from the school lists.
RESULTS: This study was conducted with 263 participants with the acceptance rate of 68,5%. Among 263 participants, 76,4% (n= 201) were women. Of the students 44,1% (n=116) were at the department of nutrition and dietetics, 31,2% (n=82) at health management, 24,7% (n=65) at sports teaching. Of the participants 51,0% (n=134) were 1st grade. Of the participants 77,1% (n=202) had high eating awareness. A statistically significant differece was found between the percentages of students with high eating awareness and the departments (p=0,007). Negative correlation was found between PSS scores and EEHS and MEQ scores (respectively r=-0,209,p=0,001; r=-0,224, p<0,001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Mindfulness-based interventions can reduce stress and increase eating awareness. Similar to literature knowledge, eating awareness falls as the stress level rises in this study population. Activities for university students may be planned to improve eating awareness.

LETTER TO THE EDITOR
9.Evaluation of Clinical Symptoms in Carbon Monoxide Poisoning with Biochemical Parameters
Serdar Özdemir, Hatice Şeyma Akça
doi: 10.5505/ktd.2022.46656  Pages 35 - 37
Abstract |Full Text PDF

ORIGINAL ARTICLE
10.Knowledge Attitudes and Practices of Pregnants about the Influenza Vaccine
Fatma Kılıç, Yasemin Derya Gülseren, Mehmet Özdemir
doi: 10.5505/ktd.2022.68094  Pages 38 - 45
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı 2019-2020 sezonunda hamile kadınlardaki grip aşılanma oranlarının belirlenmesi ve aşı hakkındaki bilgi, tutum ve davranışlarının araştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma Haziran 2020-Temmuz 2020 tarihleri arasında Kadın-Doğum polikliniğine başvuran hastalarda yapıldı. Araştırmanın örneklem seçiminde kolaylıkla bulunan örnekleme yöntemi kullanıldı. Tanımlayıcı ve kategorik değişkenler kullanıldı. Nominal veriler sayı ve yüzde olarak belirtildi. Kategorik değişkenlerin karşılaştırılmasında ki-kare testi kullanıldı. P değeri 0.05’in altında olan sonuçlar anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: Planlanan süre içinde 402 kişi çalışmaya katılmayı kabul etti. Çalışmaya katılma oranı %80,4 idi. 402 hastanın 56 (%13,9) sı gebelik öncesi daha önceki grip sezonunda aşı yaptırmıştı. 346 (%86) hasta daha önce hiç aşı yaptırmamıştı. Beş (%1,2) hasta gebelikte aşı yaptırmıştı. Daha önce en az bir kez aşı yaptıran grup ile daha önce hiç aşılanmayan grup çeşitli özellikler yönünden karşılaştırıldı. Hekim tarafından bilgilendirilme aşılı grupta anlamlı olarak yüksekti. Her iki grupta, gebelikte aşıyı reddetme nedeni güvenlik endişeleriydi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastaların %13,9’u önceki grip sezonlarında aşı olduğu halde, gebelikte aşı yaptıranların oranı sadece %1,2 idi. Bunun en önemli nedeni Aile Hekimi veya Kadın-Doğum Uzmanı tarafından hastaların yeterince bilgilendirilmemesi olabilir. Ülkemizde grip aşısı hakkında temel sağlık hizmetlerinin geliştirilmesine ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: The aim of this study was to determine the extent of influenza vaccination coverage among pregnants during the 2019-2020 season, as well as their knowledge, attitudes and behaviors towards vaccination.
METHODS: Pregnant patients who applied to an obstetrics outpatient clinic between June and July 2020 were included in the report. The convenience sampling method was used for sample selection in the study. Descriptive and categorical statistics were used for the study. Nominal data are given as numbers and percentages. Categorical variables were compared using the Chi-square test. Results were considered statistically significant when p < 0.05.
RESULTS: A total of 402 patients accepted participation in the study. The rate of participation in the study was 80.4%. Of the participants, 56 (13.9%) were vaccinated before pregnancy and 346 (86%) were never vaccinated. Only five cases (1.2%) were vaccinated during pregnancy. A statistical comparison was made between the pregnant groups that had received at least one influenza vaccine and the group that never received one. There was a significant difference between the two groups in terms of sources of information. The reason for rejection of vaccine in both groups was safety concerns.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, 13.9 % of patient had a previous history of vaccinations against influenza but only 1.2% were vaccinated during pregnancy. The reason for this low rate might be that the vaccine is not routinely recommended by the obstetrician or family physician. It is necessary to develop primary health care services for vaccines in our country.

11.The Predictive Value of Pre-biopsy İnflammatory Response Biomarkers in The Post- Biopsy Systemic Inflammatory Response
Bekir Voyvoda, Ömür Memik, Ahmet Ömer Halat, Murat Üstüner
doi: 10.5505/ktd.2022.71084  Pages 46 - 50
GİRİŞ ve AMAÇ: Sepsis, transrektal ultrason (TRUS) kılavuzluğunda iğne prostat biyopsisini takiben nadir görülen ancak hayatı tehdit eden bir komplikasyondur. Teknolojik ve farmakolojik gelişmelere rağmen prostat biyopsisi sonrası bakteriyel ürosepsis sorunu devam etmektedir. Dirençli suşların yüksek prevalansı olan bölgelerde veya risk faktörleri taşıyan hastalarda TRUS prostat biyopsisini takiben ürosepsisin önlenmesi için bir strateji bulunmamaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde 2015-2020 yılları arasında ultrason kılavuzluğunda transrektal prostat biyopsisi yapılan 500 hasta çalışmaya dahil edildi. Hasta verileri retrospektif olarak TRUSG-Bx veritabanından tarandı. Hastalar, biyopsi sonrası sistemik enfeksiyon gelişen ve gelişmeyen olarak iki gruba ayrıldı. Hastaların klinik durumları ve hemogram parametlerindeki lenfosit,nötrofil,trombosit sayıları ile CRP değerleri,PSA değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya katılan 498 hastanın 13’ünde biyopsi sonrası SIRS gelişti. SIRS gelişen 13 hasta ile SIRS gelişmeyen 485 hasta karşılaştırıldığında yaş, tPSA, fPSA, PSA dansitesi, Qmax ve prostat volümü açısından 2 grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark görülmedi. Univariete analizlerde N/L oranı SIRS grubunda 3.85 (1.96-7.21) iken 2. Grupta 2.12 (1.56-2.90) olarak bulundu (p=0.005). P/L oranı ise 1. Grupta 112.78 (86.50-145.60), 2. Grupta ise 138.57 (114.76 - 168.18) olarak bulundu (p=0.037) ancak multivariete analizlerde bu farkların istatistiksel olarak anlamlı olmadığı görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Son yıllarda kolay ulaşılabilir ve maliyeti düşük testler olan kan parametrelerinin enfeksiyon ve kanser tanısı veya progresyonunu öngörmede sıklıkla kullanıldığı görülmektedir. Sensitivitesi ve spesifitesi düşük olan bu testlerin prostat biyopsisi sonrası gelişen enfeksiyonu öngörmede etkisinin sınırlı olduğu görülmüştür.
INTRODUCTION: Sepsis is a rare but life-threatening complication following transrectal ultrasound (TRUS)-guided needle prostate biopsy. Despite technological and pharmacological developments, the problem of bacterial urosepsis after prostate biopsy continues. There is no strategy for the prevention of urosepsis following TRUS prostate biopsy in areas with a high prevalence of resistant strains or in patients with risk factors.
METHODS: 500 patients who underwent ultrasound-guided transrectal prostate biopsy in our clinic between 2015 and 2020 were included in the study. Patient data were searched retrospectively from the TRUSG-Bx database. The patients were divided into two groups as those with and without systemic infection after biopsy. The clinical status of the patients and the lymphocyte, neutrophil, thrombocyte counts in the hemogram parameters, CRP values and PSA were evaluated.
RESULTS: SIRS developed after biopsy in 13 of 498 patients included in the study. When 13 patients who developed SIRS and 485 patients who did not develop SIRS were compared, no statistically significant difference was found between the two groups in terms of age, tPSA, fPSA, PSA density, Qmax and prostate volume. In the univariate analysis, the N/L ratio was
3.85 (1.96-7.21) in the SIRS group, while it was 2.12 (1.56-2.90) in the 2nd group (p=0.005). The P/L ratio was found to be
112.78 (86.50-145.60) in Group 1 and 138.57 (114.76 - 168.18) in Group 2 (p=0.037), but these differences were not statistically significant in multivariate analyzes.

DISCUSSION AND CONCLUSION: In recent years, blood parameters, which are easily accessible and low-cost tests, are frequently used to predict infection and cancer diagnosis or progression. These tests, which have low sensitivity and specificity, have a limited effect in predicting infection after prostate biopsy.

CASE REPORT
12.May Covid-19 Disease Cause Renal Infarction in Young People without Comorbidity?
Soner Çoban, Özgür Ekici, Ali Rıza Türkoğlu, Muhammet Güzelsoy, Enes Yavuz, Çağlar Boyacı, Metin Kılıç, Anıl Erkan, Abdullah Gül, Akif Koç
doi: 10.5505/ktd.2022.80008  Pages 51 - 55
Coronavirus Disease 19(COVİD- 19) hastalığı, yaşamı tehdit eden, koronavirüs 2’nin (SARS-CoV-2) neden olduğu bulaşıcı bir enfeksiyondur. COVID-19 enfeksiyonunda oluşan hipertrombotik durum ve endotelyopati bir çok organı etkileyebildiği gibi böbrek tübüler ve endotel hücrelerini de etkileyerek nadir görülen bir durum olan akut renal enfarkta sebep olabilir. Bu durum virüsün meydana getirdiği mikrovasküler ve endotel hasarının ne derece önemli boyutta olduğunu gözler önüne sermektedir. Literatürde, yukarıdaki tanıma benzer şekilde, tromboza yatkın yaşlı ve/veya komorbiditesi olan hastalarda COVİD-19 hastalığı ile indüklenen akut renal enfarkt vakaları bildirilmiştir. Bizde burada tipik covid 19 belirtisi ve komorbiditesi olmayan COVİD-19’a sekonder gelişen akut renal enfarkt olgusunu sunduk.
Coronavirus disease 19 (COVID- 19) is a life threatening contagious infection caused by coronavirus 2 (SARS- CoV-2). Hypertrombotic state and endotheliopathy occurring in COVID-19 infection may affect numerous organs as well as influence renal tubular and endothelial cells, causing ARI that is a rarely seen condition. This reveals the significant extent of microvascular and endothelial damage caused by the virus. Similarly to the above mentioned definition, cases of ARI induced by COVID-19 in elderly and/or patients with comorbidity prone to thrombosis have been reported in the literature. Herein, we present a case of ARI secondary to COVID-19 that was developed in a patient without typical COVID-19 symptoms and comorbidity.

REVIEW ARTICLE
13.The Effect of Nintedanib on Acute Exacerbations of Idiopathic Pulmonary Fibrosis
Uğur Gönlügür, Tanseli Gönlügür
doi: 10.5505/ktd.2022.93753  Pages 56 - 59
Yeni antifibrotik ajanlar (nintedanib, pirfenidon) idiyopatik akciğer fibrozisinin tedavisinde kullanımı onaylanmıştır. Bununla beraber akut solunumsal bozulmalar üzerindeki rolleri belli değildir. Bu derlemenin yazılmasının amacı söz konusu ilaçların olası koruyucu etkilerini araştırmaktır. Pubmed’de “nintedanib” anahtar kelimesini kullanarak tarama yapıldığında 101 klinik çalışma veya randomize kontrollü araştırma olduğu görülmüştür. Bunların altmış tanesi onkolojik yazı idi. Nintedanibin interstisyel akciğer hastalıkları üzerine etkisinden bahseden tüm çalışmalar ya maddi açıdan desteklenmiş çalışmalardı ya da ilaç firmaları tarafından desteklenmiş INPULSIS, INSTAGE ve TOMORROW gibi araştırmalardan türetilmişti. Önceden steroid gibi immünosupresif ilaçların kullanılması idiyopatik akciğer fibrozisinde akut alevlenme riskini arttırmaktadır. Alevlenmeler üzerinde gerek plasebo ile pirfenidon arasında gerekse pirfenidon ile nintedanib arasında anlamlı farklılık yoktur. Ciddi advers olayların doğru kategorize edilmesi akut alevlenme tanılarının doğruluğu açısından önemlidir. Ağır olguların klinik çalışmalardan dışlanması araştırmanın tarafsızlığını bozabilir. Sonuç olarak nintedanib tedavisinin akut alevlenme sıklığı üzerinde anlamlı bir etkisi olmadığını düşünüyoruz
New antifibrotic agents (nintedanib, pirfenidone) have been approved for the treatment of idiopathic pulmonary fibrosis. However, the roles of these drugs on acute respiratory deteriorations are not clear. The aim of this review was to investigate possible preventive effects of the drugs. There were 101 clinical trials or randomized controlled trials in Pubmed using keyword “nintedanib”. Sixty of them were oncological papers. All trials about the effect of nintedanib on interstitial lung diseases were funded or derived industry-sponsored studies such as INPULSIS, INSTAGE, and TOMORROW. Previous immunosuppressive therapy such as steroids increases the risk of acute exacerbations in idiopathic pulmonary fibrosis. There is not a significant difference between placebo and pirfenidone, and between pirfenidone and nintedanib on the exacerbations. Adjudication of acute exacerbations is essential to an accurate categorization of serious adverse events. The exclusion of severe patients from the clinical trials may result in selection bias. In conclusion, we think that no significant impact of nintedanib treatment on the incidence of acute exacerbations.

ORIGINAL ARTICLE
14.Procedural and Short-Term Results of Percutaneous Ventricular Septal Defect Closure in Adolescents and Adults
Yusuf Can, İbrahim Kocayiğit, Muhammed Necati Murat Aksoy, Mustafa Tarık Ağaç, Ersan Tatlı, Harun Kılıç, Ramazan Akdemir
doi: 10.5505/ktd.2022.60243  Pages 60 - 66
GİRİŞ ve AMAÇ: Ventriküler septal defekt (VSD), sol ve sağ ventrikül arasında interventriküler septumda anormal bağlantı ile karakterize konjenital bir kalp hastalığıdır. Tedavi edilmeyen VSD hastalarında, kalp yetmezliği, kardiyak aritmi, enfektif endokardit ve pulmoner hipertansiyon gibi komplikasyonlar gelişebilir. Bu yüzden perkütan kapatmaya uygun hastalarda, hemodinamik olarak anlamlı ve semptomatik tüm VSD’ler kapatılmalıdır. Bu çalışmada perkütan VSD kapaması yapılan hastaların kısa dönem sonuçlarını değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemizde Eylül 2011 ile Ocak 2021 tarihleri arasında perkütan kapama yapılan 29 VSD’li hasta retrospektif olarak değerlendirildi. İşlem başarısı, cihaz embolisi, aritmi ve rezidüel şant değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 28,79 ± 12,16 yıl olup bunların 17’si (% 58,62) kadındı. Yirmi altı hastada perimembranöz VSD vardı. Hastaların % 86.21’inde başarılı perkütan kapama yapıldı. Bir hastada işlem sırasında cihaz embolisi görüldü ve VSD kapama cihazı iliak arterden kapan sistemi ile başarıyla geri alındı. Bir hastada tam atriyoventriküler tam blok gelişti ve 24 saat içinde düzeldi. Dört hastada defekt kenarlarında rezidüel şant vardı ve üçü bir aylık takipte kapandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Perimembranöz ve kaslı VSD'nin perkütan kapatılması güvenli, etkili bir tedavi yöntemidir ve deneyimli merkezlerde yapısal kalp hastalıklarının tedavisinde uzmanlaşmış kardiyologlar tarafından yapılmalıdır.
INTRODUCTION: Ventricular septal defect (VSD) is a congenital cardiac disease which is characterized by abnormal connection between left and right ventricle through interventricular septum. Untreated VSD patients may have experience complications such as heart failure, cardiac arrhythmia, infective endocarditis, and pulmonary hypertension. So, hemodynamical significant and symptomatic all VSDs should be closed in patients who are suitable for closure percutaneous. In this study, we aimed to evaluate the short-term results of patients who underwent percutaneous VSD closure.
METHODS: Twenty-nine patients with VSD who underwent percutaneous closure in our hospital between September 2011 and January 2021 were retrospectively evaluated. Procedural success, device embolism, arrhythmia and residual shunt were assessed.
RESULTS: The mean age was 28.79 ± 12.16 years and 17 (58.62%) of them were female. Twenty-six patients had perimembranous VSD. Successful percutaneous closure was achieved in 86.21% of the patients. Device embolism was observed during the procedure in one patient and the VSD closure device was successfully retrieved using with a snare system from the iliac artery. In one patient complete AV block developed and improved within 24 hours. In four patients, there was residual shunt in defects edges and three of them closed in one month follow-up.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Percutaneous closure of perimembranous and muscular VSD is a safe, effective treatment method and should be performed in experienced centers by cardiologists specialized in the treatment of structural heart diseases.

15.Investigation of CD40 -1C>T Genetic Variant and sCD40 Levels in Colorectal Cancer
Cem Horozoğlu, Hazal Karadağ, Dilara Sönmez, Şeyda Demirkol, Mehmet Tolgahan Hakan, Özlem Küçükhüseyin, Ümit Zeybek, Soykan Arıkan, İlhan Yaylım
doi: 10.5505/ktd.2022.62343  Pages 67 - 73
GİRİŞ ve AMAÇ: Fonksiyonel çalışmalar, kanser hücrelerinin CD40L ekspresyonunu inhibe ederek immün kaçışa katkıda bulunan CD40-CD40L kostimülatörlerini etkisiz hale getirdiğini göstermiştir. CD40 -1C>T (rs1883832) bir 5′ UTR varyantıdır ve translasyon sonrası süreçte protein düzeyinde veya işlevinde değişikliklere neden olabilir. Bu yazıda, KRK (kolorektal kanser) hastalarında CD40 -1C>T varyantının histopatolojik kriterler açısından önemini ve sCD40 düzeylerine etkisini belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Doksan üç KRK ve Yüz altmış üç kontrole ait periferik kan örneklerinde ELISA ile sCD40 düzeyi ve PCR-RFLP ile CD40-1C>T varyantı saptandı.
BULGULAR: KRK'de CT genotipi taşıyanlarda CC'ye göre 1.48 kat daha yüksek sCD40 seviyesi bulundu (p=0.007). CT ve TT genotiplerinin sıklığı, erken tümör evresinde, ileri evre tümör evresine göre daha yüksek olarak saptandı (p=0.041). CT genotipi sıklığı uzak organ metastazı taşıyanlarda taşımayanlara göre yüksek olduğu izlendi (p=0.02).
TARTIŞMA ve SONUÇ: CD40-1C>T varyantının CRC başlatmanın önemli bir parçası olduğunu düşünmüyoruz. Öte yandan metastaz lehine bulgularımız CD40'ın progresyon evrelerinde etkili olabilecek bir faktör olduğunu düşündürmektedir.
INTRODUCTION: Functional studies have shown that cancer cells inactivate CD40-CD40L costimulators, which contribute to immune escape by inhibiting CD40L expression. CD40 -1C>T (rs1883832) is a 5′ UTR variant and may cause changes in protein level or function in the posttranslational process. In this article, we aimed to determine the importance of CD40 -1C>T variant in terms of histopathological criteria and its effect on sCD40 levels in patients with CRC (colorectal cancer).
METHODS: In peripheral blood samples of ninety-three CRC and one hundred sixty-three controls, sCD40 level was detected by ELISA, and CD40-1C>T variant was detected by PCR-RFLP.
RESULTS: 1.48 times higher sCD40 level was found in CRC with CT compared to those with CC (p=0.007). The frequency of CT and TT genotypes was found to be higher in early tumor stage than in advanced tumor stage (p=0.041). It was observed that the frequency of CT genotype was higher in patients with distant organ metastases compared to those without. (p=0.02).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We do not think that the CD40-1C>T variant is an important part of CRC initiation. On the other hand, our findings in favor of metastasis suggest that CD40 is a factor that may be effective in the progression stages.

16.Carotid Artery Stenting: Experiences of a Neurology Department
Serhan Yıldırım
doi: 10.5505/ktd.2022.66743  Pages 74 - 80
GİRİŞ ve AMAÇ: Karotid arter stentlemesi(KAS), ekstrakraniyal karotis darlıklarında önrerilen bir tedavi yöntemidir. KAS, daha az invaziv olması ve iyileşme süresinin daha kısa olması nedeni ile endarterektomiye göre günümüzde daha fazla tercih edilmektedir. Bu çalışmada Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nöroloji Kliniği’nde KAS yapılmış hastaları inceledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nöroloji Kliniği’nde 2018-2020 arasında KAS yapılmış hastaların dosyaları retrospektif olarak tarandı. Demografik bilgiler, anjiograf bulguları, periprosedürel işlemler ve komplikasyonlar, 1 yıllık süre içerisinde iskemik inme, akut miyokard infarktı ve ölüm olup olmadığı araştırıldı.
BULGULAR: Yetmişbir hasta KAS ile tedavi edildi. Ellidokuz(%83,1) hasta erkekti. Ortalama yaş 67,4±8,7 yıl olarak bulundu. Hastaların 32’sinin (%45,1) sadece sağ karotid arteri, 36’sının (%50,7) sadece sol karotid arteri, 3’ünün(%4,2) ise her iki karotid arteri stentlendi. Otuzdokuz (%54,9) hastaya açık hücreli stent yerleştirildi. Hemodinamik depresyon 21(%29,5) hastada gözlendi. Hemodinamik depresyonun açık hücreli stent yerleştirilmesi (p=0,005) ve koroner arter hastalığı öyküsü olması (p=0,030) ile ilişkili olduğu saptandı. Bir yıllık takip süresinde sadece 2 (2,8) hastada iskemik inme gelişti. Hastalarda akut MI ya da ölüm izlenmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: KAS, karotid arter darlıklarının tedavisinde etkili ve güvenli bir yöntemdir. Açık hücreli stentlerin hemodinamik depresyonu artırdığı izlenmiştir. Ancak bunun mekanizması bilinmemektedir.
INTRODUCTION: Carotid artery stenting (CAS) is a recommended technique for extracranial carotid artery stenosis. CAS is prefered more than carotid endarterectomy because of more non-invasive technique, decrased recovery period, decresed patient discomfort. In this study, we evaluated the datas of patients treated with CAS in Kocaeli Derince Training and Research Hospital.
METHODS: We retrospectively evaluated the datas of patients who were treated with CAS in Kocaeli Training and Research hospital Neurology Department between 2018 and 2020 were included to our study. Demographic datas, angiographic findings, periprocedural processes and complications, ischemic stroke, acute myocardial infarction (MI) and death rates in 1 year follow- up were evaluated.
RESULTS: Seventy-one patients were treated with CAS. Fifty-nine (83.1%) patients were male. Mean age was found as 67,4±8,7 years. CAS was applied to only right carotid artery in 32(45.1%) patients, only lef t carotid artery in 36(50.7%) patients and bilateral carotid arteries in 3(4.2%) patients. Open-cell stents were placed to 39 (54.9%) patients. Hemodynamic depression occured in 21(29.5%) patients. Hemodynamic depression was associated with open-cell stents (p=0.005) and coronary artery disease in medical history (p=0.030). Only 2(2.8%) patients had acute ischemic stroke in 1 year follow-up. Acute MI and death didn’t occur in our patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: CAS is a safe and effective method in treatment of extracranial carotid artery stenosis. Open-cell stents may increase the risk of hemodynamic depression, but mechanism is unclear.

17.Can Peripheral Blood Parameters Be a Prognostic Factor in Patients with EGFR Positive Lung Adenocarcinoma?
Özgür Batum, Gülru Polat, Sinem Ermin, Yasemin Özdoğan, Fatma Üçsular, Eylem Yıldırım, Berna Kömürcüoğlu, Emel Cireli, Nimet Aksel, Fevziye Tuksavul, Zühre Sarp Taymaz, Filiz Güldaval, Ufuk Yılmaz
doi: 10.5505/ktd.2022.78700  Pages 81 - 89
GİRİŞ ve AMAÇ: Akciğer kanseri en agresif tümörlerden biridir ve dünyada kanser ölümünün en önemli nedenidir. Küçük hücreli olmayan
akciger kanseri (KHDAK) tüm akciğer kanserinin yaklaşık % 85’ini oluşturur ve KHDAK’ li hastaların yaklaşık % 70’i başlangıçta kötü prognozla giden ileri evre hastalık teşhisi ile sonuçlanır. Epidermal büyüme faktörü reseptör tirozin kinaz inhibitörleri (EGFR-TKIs) EGFR mutasyonu pozitif KHDAK hastaları için yeni bir tedavi stratejisi oldu ve progresyonsuz sağkalımı (PFS), ortalama sağkalımı (OS) ve hastalardaki yaşam kalitesini standart platin bazlı kombinasyon kemoterapilerine kıyasla arttırdı. Diğer kanser türlerinde, prognozda etkisi belirlenmiş periferal kan prognostik enflamatuar belirteçlerinin; nötrofil- lenfosit oranı (NLR), lenfosit-monosit oranı (LMR), trombosit-lenfosit oranı (PLR) ve kırmızı hücre dağılım genişliği (RDW), EGFR mutasyonu pozitif akciğer kanseri hastalarındaki durumu halen belirsizdir. Bu çalışma, EGFR pozitif adenokarsinom olgularında PFS ve OS açısından NLO, LMR, PLR ve RDW’nin prognostik değerini araştırmayı amaçlamaktadır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: EGFR mutasyou saptanan hastalar arasında, 18 yaşından büyük olanlar, birinci basamakta veya bir seri kemoterapi sonrası ikinci basamakta EGFR-TKI ile tedavi edilenler, tedavi öncesi tamkan sayımı (CBC) olanlar ve 3 ayda bir bilgisayarlı tomografi ile değerlendirilenler çalışmaya alındı.
BULGULAR: EGFR TKI ile tedavi edilen EGFR pozitif KHDAK hastalarında sadece yüksek PLR parametresinin OS için anlamlı bir bağımsız negatif prognostik faktör olduğunu bulduk (HR 2.18,% 95 CI 1.17-4.07, p = 0.014).
TARTIŞMA ve SONUÇ: EGFR TKI’lerle tedavi edilen EGFR pozitif KHDAK hastalarından oluşan kohortumuzda, OS için bağımsız, kötü prognostik faktör olarak yüksek bir PLR seviyesi (> 322) tespit edildi. Bununla birlikte, bu hasta grubunda diğer parametrelerin ve PLR’nin kesin prognostik rolünü tanımlamak için yeni ve çok merkezli çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Complete blood count (CBC) is the most commonly used laboratory test in the clinic. The number and distribution of neutrophils, lymphocytes and monocytes are tests that reflect the inflammatory response and the general immune status of the body. In other types of cancer, the status of the peripheral blood prognostic inflammatory markers; neutrophil-lymphocyte ratio (NLR), lymphocyte-monocyte ratio (LMR), platelet-lymphocyte ratio (PLR), and red cell distribution width (RDW), which were determined to be associated with prognosis and treatment, is still unclear in patients with EGFR mutation-positive lung cancer. This study aims to investigate the prognostic value of NLR, LMR, PLR, and RDW in terms of PFS and OS in EGFR positive adenocarcinoma cases.
METHODS: Among the patients with EGFR sensitizing mutations, those who were older than 18 years of age, who were treated with EGFR-TKI in primary care or the secondary care after series 1 chemotherapy, those with pre-treatment complete blood count (CBC) and those who were evaluated by computed tomography every three months were included in the study.
RESULTS: We found that only the high-PLR parameter was a significant independent negative prognostic factor for the OS in EGFR-positive NSCLC patients treated with EGFR TKI (HR 2.18, 95% CI 1.17-4.07, p=0.014).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our cohort of patients with EGFR-positive NSCLC treated with EGFR TKIs, a high PLR level (>322) was detected as an independent, poor prognostic factor for OS. However, new and multi-center studies are needed to define the precise prognostic role of other parameters and PLR in this group of patients.

18.Comparison of CD1a Staining and other Prognostic Parameters in Dendritic Cells in Breast Carcinomas
Nermin Gündüz, Tülay Zenginkinet
doi: 10.5505/ktd.2022.80148  Pages 90 - 96
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmanın amacı primer meme karsinomlarında CD1a pozitif dendritik hücrelerin (DH) varlığını ve meme karsinomlarında prognostik öneme sahip diğer parametrelerle ilişkisini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 66 primer meme karsinomu olgusu çalışmaya dahil edilmiştir. Hastaların yaş, tümör çapı, histolojik derece, lenf nodu tutulumu, lenfovasküler invazyon, östrojen reseptörü, progesteron reseptör durumu, in situ komponentin varlığı kaydedildi. İmmunohistokimyasal boyama için uygun olan tümör bloklardan 3-4 μm kesitler alınarak, CD1a ekspresyonu araştırılmıştır.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 66 hastanın tamamı kadındı. Ortalama yaş 54±11,07’dir. Vakaların %54,55’ünde in situ komponent varken, %45,45’inde in situ komponent yoktu. Tümörlerin ikisi derece 1, 31’i derece 2 ve 33’u derece 3’tü. Tümör çapları 0,6 cm ile 13 cm arasında değişmekteydi. Hastaların %51,52’inde lenf nodu metastazı, %81,82’inde lenfovasküler invazyon görüldü. Çalışmada invaziv ve in situ tümörler arasında CD1a boyanma yoğunluğu, hasta yaşı, tümör çapı, histolojik derece, lenf nodu metastazı, lenfovasküler invazyon ve reseptör durumu arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda meme karsinomlarında CD1a+ dendritik hücreler ve prognostik faktörler arasında ilişki saptanmasa da tümör alanlarında immatür dendritik hücrelerin varlığını göstermiş olmamız yeni tedavi yöntemlerinin geliştirilmesine katkıda bulunabilir.
INTRODUCTION: The aim of the study was to determine the presence of CD1a positive dendritic cells (DCs) in primary breast carcinomas and to analyze their relationship with other parameters of prognostic importance in breast carcinomas.
METHODS: 66 primary breast carcinoma cases were included in the study. Age, tumor size, histological grade, lymph node involvement, lymphovascular invasion, estrogen receptor, progesterone receptor status, and presence of in situ component were taken into account when the patients were examined. From the blocks suitable for immunohistochemical staining, 3-4 μm sections were taken and CD1a expression was investigated.
RESULTS: All 66 patients included in the study were women. The average age is 54±11,07. While 54.55% of the cases had an in situ component, 45.45% had no in situ component. Two of the tumors were grade 1, 31 of the tumors were grade 2, and 33 of the tumors were grade 3.Tumor diameters varied between 0,6 cm and 13 cm. Lymph node metastasis was observed in 51,52% of the patients, and lymphovascular invasion was observed in 81,82%. In the study, no statistically significant relationship was found between CD1a staining intensity, patient age, tumor diameter, histological grade, lymph node metastasis, lymphovascular invasion and receptor status among invasive and in situ tumors.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although no relationship was found between CD1a + dendritic cells and prognostic factors in breast carcinomas in our study, our demonstration of the presence of immature dendritic cells in tumor areas may contribute to the development of new treatment methods.

19.Evaluation of Treatment Responses of COVID-19 Patients Receiving Hydroxychloroquine Treatment: a Retrospective Analysis in a Tertiary Reference Hospital in Turkey
Gülru Polat, Damla Serçe Unat, Aysu Ayrancı, Ömer Selim Unat, Ceyda Anar, Enver Yalnız, Fatma Demirci Üçsular, Gülistan Karadeniz, Mine Gayaf, Filiz Güldaval, Melih Büyükşirin, Özgür Batum, Cenk Kirakli, Covid Study Group
doi: 10.5505/ktd.2022.87259  Pages 97 - 106
GİRİŞ ve AMAÇ: İçinde bulunduğumuz pandemi sırasında COVID-19’u anlamak ve etkili bir tedavi bulmak için büyük çaba sarf edilmektedir. Yine de, COVID-19’un önlenmesi veya tedavisi için FDA tarafından onaylanmış belirli bir ilaç yoktur. Bu çalışma, COVID-19 hastalarında hidroksiklorokin (HCQ) tedavisinin etkisini değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 11 Mart-15 Mayıs 2020 arasında tedavi edilen COVID-19 hastalarının klinik ve radyolojik bulgularını geriye dönük olarak analiz ettik. COVID-19 tanısının doğrulanması pozitif Gerçek Zamanlı -Ters Transkriptaz Polimeraz Zincir Reaksiyonu (RT-PCR) sonucuna ve / veya tipik yüksek çözünürlüklü bilgisayarlı tomografi (HRCT) bulgularına göre yapıldı. Tedaviyi takiben klinik ve radyolojik yanıt, mortalite ve genel sağkalım oranları değerlendirildi.
BULGULAR: 469 hasta çalışmaya dahil edildi. Bu hastaların %58,8’i erkek, %41.2’si kadındı. 36 hasta (%7.7) HCQ almamış ve 433 hasta (%92.3) HCQ almıştır. HCQ alan ve almayan gruplar benzer yaştaydı, cinsiyet dağılımı ve sigara içme alışkanlıkları benzerdi. Bu iki grup arasında komorbiditeler açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Hastaların radyolojik regresyon süreleri karşılaştırıldığında anlamlı fark bulunmadı. HCQ almayan grup ile HCQ alan grubun ölüm oranları karşılaştırıldı (sırasıyla
%11’e karşı %11). Genel sağkalımda (OS) istatistiksel bir fark yoktur.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu retrospektif gözlemsel çalışmada, HCQ kullanımının Covid-19 hastalarında mortalite ve yaşam beklentisine katkı sağlamadığı gözlemlendi.
INTRODUCTION: During the current pandemic, a great effort is being made to understand COVID-19 and find an effective treatment. Still, there is no specific drug that has been approved by the FDA for the prevention or treatment of COVID-19. This study aims to evaluate the effect of hydroxychloroquine (HCQ) treatment in COVID-19 patients.
METHODS: We retrospectively analyzed the clinical and radiological findings of COVID-19 patients that were treated between March 11-May 15 2020. Confirmation of a COVID-19 diagnosis was made according to a positive Real Time -Reverse Transcriptase Polimerase Chain Reaction (RT-PCR) result and/or with a consistent high-resolution computerized tomography (HRCT) findings. Following treatment, the clinical and radiological response, mortality and overall survival rates were evaluated.
RESULTS: 469 patients were included in the study. 58.8% of these patients were male and 41.2% of were female. 36 patients (7.7%) did not receive HCQ and 433 patients (92.3%) received HCQ. The groups who received and did not receive HCQ were at similar ages, had a similar gender distribution and smoking habits. There is no statistically significant difference for comorbidities between these two groups. No significant difference was found when the radiological regression times of the patients were compared. Mortality rates of the non-HCQ group and HCQ group were comparable (11% vs. 11% respectively). There is no statistical difference in overall survival (OS).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this retrospective study, it was observed that the use of HCQ does not contribute to mortality and life expectancy in patients with Covid-19.

20.Donor Renal Artery Diameter (RAD) is Associated with Graft Function in Kidney Transplantation
Sedat Taştemur, Esin Ölçücüoğlu, Mustafa Karaaslan
doi: 10.5505/ktd.2022.91568  Pages 107 - 113
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, canlı donör renal arter çapının (RAD), donör renal parankim hacmi (RPV) ve nakil sonrası alıcı greft fonksiyonu ile arasındaki ilişkiyi araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Canlı böbrek vericisi olan hastaların verilerini retrospektif olarak topladık. Çalışmaya böbrek donör kriterlerini karşılayan 63 canlı donör ve alıcı dahil edildi. Tüm canlı böbrek donörlerine abdomen bilgisayarlı tomografi protokolü uygulandı. Donörlerin yaş, cinsiyet, VKİ, renal arter sayısı, renal parankim hacmi, renal kortikal hacim, renal arter çapı verileri kaydedildi.
BULGULAR: Renal arter çapı ve renal parankimal hacim arasında istatistiksel olarak anlamlı bir pozitif korelasyon bulundu (r = 0.493). Youden indeksine göre ROC (Receiver Operating Characteristic) eğrisi analizi ile eGFR >60 (ml/dk/1.73 m2) için renal arter çapı cut-off değerinin 6,65 (duyarlılık %68, özgüllük %62) olduğu bulundu.. Çok değişkenli lojistik regresyon analizinde 6,65 mm’nin üzerindeki renal arter çapı (OR=5.533, %95 GA = 1.193 - 25,655, p =,029) 6 aylık eGFR ile ilişkili bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Transplantasyon öncesi rutin olarak kullanılan bilgisayarlı tomografide renal hacimden daha kolay ölçülebilen renal arter çapı, greft fonksiyonunun öngörmede kullanılabilir.
INTRODUCTION: The aim of this study is to investigate the relationship between living donor renal artery diameter(RAD), donor renal parenchymal volume(RPV) and post-transplant recipient graft function.
METHODS: We retrospectively collected data of patients with living kidney donor-recipients. 63 living donors and recipients who met the criteria for kidney donor were included in the study. Abdomen CT protocol was performed for all living renal donors. Data of age, gender, BMI, number of rhe renal artery, renal parenchymal volume (RPV),renal cortical volume(RCV), renal artery diameter (RAD) of the donors were recorded.
RESULTS: A statistically significant positive correlation was found between RAD and RPV (r = 0.493). It was found that the cut- off value of RAD for eGFR >60 (ml/min/1.73 m2) was 6,65 (sensitivity 68%, specificity 62%) with ROC (Receiver Operating Characteristic) curve analysis according to the Youden index. In the multivariate logistic regression analysis, RAD above 6,65 mm (OR=5,533, 95% GA = 1,193 - 25,655, p =,029) was found to be associated with 6 months eGFR.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Renal artery diameter, which can be measured more easily than renal volume in CT routinely used before transplantation, may apply for the prediction of graft function.

21.Porous Polyethylene Implants in Orbital Floor Reconstruction: Outcome and Complications
Can İlker Demir, Emrah Kağan Yaşar, Zeynep Arıcı, Murat Şahin Alagöz
doi: 10.5505/ktd.2022.97355  Pages 114 - 121
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma blow-out kırıklarının rekonstrüksiyonunda herhangi bir sabitleme prosedürü uygulamadan kullanılan porlu polietilen implantın güvenirliğini değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma grubunu orbita taban kırıklarının tedavisinde porlu polietilen implant kullanılan hastalar oluşturuyordu. Enoftalmus, distopi, göz hareketlerinde kısıtlılık, çift görme, bilgisayarlı tomografide orbital prolapsus görülmesi cerrahi endikasyon olarak kullanıldı. Hastaların cinsiyeti, yaşı, yaralanma mekanızması, eşlik eden kırıklar, cerrahi insizyon, takip süresi, cerrahi zamanı ve komplikasyonlar (çift görme, enoftalmus, distopi, göz hareketlerinde kısıtlılık, infraorbital bölgede his kabı) açısından retrospektif olarak incelendi. Tüm istatistiksel analizler IBM SPSS for Windows version 20.0 (IBM Corp., Armonk, NY, ABD) kullanılarak yapıldı. Sürekli değişkenler medyan(25.-75. persentil) ve standart sapma olarak ifade edildi. Kategorik değişkenler sayılar (yüzde) olarak ifade edildi.
BULGULAR: Çalışmaya 101 hasta dahil edildi. Ortalama takip süresi 8.6 ±3.8 aydı. Ameliyat sonrası komplikasyon oranları; enoftalmus, 4 hasta (ameliyat öncesi 20 hasta); çift görme, 2 hasta (ameliyat öncesi 17 hasta); distopi 1 hasta (ameliyat öncesi 13 hasta); göz hareketlerinde kısıtlılık, 3 hasta (ameliyat öncesi 21 hasta); infraorbital sinir hipostezisi, 8 hasta (ameliyat öncesi 56 hasta) şeklindeydi. Hiçbir hastada enfeksiyon, implant ekspozisyonu veya migrasyonu, çift görmede kötüleşme veya görme kaybı gelişmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Porlu polietilen implant herhangi bir sabitleme yöntemi olmadan orbita taban kırıklarının tedavisinde güvenle kullanılabilir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to determine the safety and efficacy of porous polyethylene sheet implants in the reconstruction of blow-out fracture without any fixation procedure.
METHODS: Patients who underwent orbita reconstruction using porous polyethylene sheets for the repair of orbital floor fracture were included in the study group. Indication for surgery were patients with enophthalmos, dystopia, limited ocular motility or diplopia on physical examination, fracture of the orbital floor, orbital entrapment or prolapse during computed tomography. Patients were retrospectively analyzed in terms of gender, age, mechanism of injury, concomitant fractures, surgical approach, follow-up period, time of surgery and complications such as diplopia, enophthalmos, dystopia, limitation of ocular motility and infra-orbital hypoesthesia. All statistical analyses were performed using IBM SPSS for Windows version 20.0 (IBM Corp., Armonk, NY, USA). Continuous variables were expressed as median(25.th-75.th percentiles) and standard deviation. Categorical variables were expressed as counts (percentages).
RESULTS: The study group consisted of 101 patients. The mean follow-up period was 8.6 ±3.8 months. Postoperative complications were: enophthalmos, 4 patients (preoperative 20 patients); diplopia, 2 patients (preoperative 17 patients); dystopia, 1 patient (preoperative 13 patients); limitation of ocular motility, 3 patients (preoperative 21 patients), and infraorbital nerve hypoesthesia, 8 patients (preoperative 56 patients). None of the patients developed infection, implant exposure or migration, worsening diplopia, or loss of vision during the follow-up period.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The study demonstrated that porous polyethylene implants in the repair of blow-out without any fixation procedure had relatively good results with few complications.

22.Biomarkers of Renal and Overall Survival in Patients with Granulomatosis Polyangiitis
Eray Eroğlu
doi: 10.5505/ktd.2022.98475  Pages 122 - 129
GİRİŞ ve AMAÇ: Granülomatozis polianjitis (GPA), akciğer ve böbrek tutulumu ile karakterize, yüksek mortalite oranıyla seyreden bir tür küçük damar vaskülitidir. Bu çalışmanın amacı, GPA’lı hastalarda renal ve genel sağkalım arasındaki temel laboratuvar, demografik, klinik parametrelerin ilişkisini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Üçüncü basamak bir hastanede 2010-2020 yılları arasında GPA tanısı almış 24 hasta geriye dönük olarak incelendi. Temel hematolojik ve biyokimyasal parametreler, C reaktif protein (CRP) ve antinötrofil sitoplazmik antikorlar (ANCA) da kaydedildi. Plazmaferez ve akut diyaliz öyküsü kaydedildi. Birincil son noktalar, son dönem böbrek hastalığı ve mortalite tanısı olarak tanımlandı.
BULGULAR: THastaların ortalama yaşı 53,00±13,78 idi. 24 hastanın 10’u (%41,7) erkekti. Medyan tahmini glomeruler filtrasyon hızı (tGFH) 62 ml/dk/1,73m2 (22,50-88,75) idi. 15 (%65) hastada C-ANCA pozitifti. Medyan proteinüri düzeyi 1,30 gr/gün (0,80-2,05) idi. Medyan CRP seviyesi başlangıçta 14,00 g/dl (4,58-96,80) idi. Yaşa ve cinsiyete göre düzeltilmiş model ile yapılan Cox regresyon analizi, trombosit, tGFH, proteinüri ve CRP düzeylerinin böbrek sağkalımı ile önemli ölçüde ilişkili olduğunu ve hemoglobin düzeylerinin de genel sağkalım ile ilişkili olduğunu gösterdi. 150 103/µL’nin altındaki trombosit seviyesi, renal sağkalım açısından en kötü prognozu gösterdi.12 g/dL’nin altındaki hemoglobin seviyesi, genel sağkalım açısından en kötü prognozu gösterdi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Granülomatozis polianjitisi olan hastalar için renal ve genel sağkalımı öngörmede başlangıç trombosit ve hemoglobin seviyesinin değerlendirilmesi yararlı olabilir.
INTRODUCTION: Granulomatosis with polyangiitis (GPA) is a kind of small blood vessel vasculitis that is characterized by lung and renal involvement with a high mortality rate. This study was aimed to investigate the association of baseline laboratory, demographic, clinical parameters between renal and overall survival in patients with GPA.
METHODS: Twenty-four patients diagnosed with GPA between 2010 and 2020 from a tertiary hospital were analyzed retrospectively. Baseline hematological and biochemical parameters, C reactive protein (CRP), and antineutrophil cytoplasmic antibodies (ANCA) were also recorded. History of plasmapheresis and acute dialysis were recorded. Primary endpoints were defined as the diagnosis of end-stage kidney disease and mortality.
RESULTS: Mean age of patients were 53,00±13,78. Ten (41,7%) of 24 patients were male. Median estimated glomerular filtration (eGFR) rate was 62 ml/min/1,73m2 (22,50-88,75).C-ANCA was positive in 15 (65%) patients. Median proteinuria level was 1,30 gr/day (0,80-2,05). Median CRP level was 14,00 g/dl at baseline (4,58-96,80). Cox regression analysis with the adjusted model by age and gender showed that platelet count, eGFR, proteinuria, and CRP levels were significantly associated with renal survival and hemoglobin levels were also associated with overall survival. Platelet count below 150 103/µL and hemoglobin levels below 12 g/dL showed the worst prognosis in terms of renal and overall survival.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The platelet count and hemoglobin level could be useful in predicting renal and overall survival at the baseline assessment of patients with granulomatosis polyangiitis.

23.Comparison of the Systemic Immune Inflammatory Index with the Neutrophil Lymphocyte and Platelet Lymphocyte Ratio in terms of Success in Predicting Appendicitis. Single Center Experience
Emre Gönüllü, Ahmet Tarık Harmantepe, Zülfü Bayhan, İbrahim Furkan Küçük, Recayi Çapoğlu, Enis Dikicier
doi: 10.5505/ktd.2022.21957  Pages 130 - 137
GİRİŞ ve AMAÇ: Apandisit, Genel Cerrahi pratiğinde en sık görülen akut karın nedenlerinden biridir. Ultrasonografi ve karın tomografisi, Apandisit için yüksek duyarlılık ve özgüllüğe sahip olmasına rağmen, her durumda kullanımları uygun olmayabilir. Apandisit tahmininde nötrofil/lenfosit oranı ve trombosit/lenfosit oranı kullanılabilir. Bu çalışma, daha az çalışılan yeni Sistemik immün- inflamatuar indeksin Apandisit öngörmedeki başarısını nötrofil/lenfosit ve Trombosit/lenfosit oranları ile karşılaştırmayı amaçlamaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2005-2021 yılları arasında kliniğimizde Apandisit nedeniyle ameliyat edilen hastaların verileri geriye dönük olarak incelendi. Hastaları histopatolojik inceleme sonuçlarına göre apandisit saptanan ve sapanmayan hastalar olarak iki gruba ayırdık. Her hasta için nötrofil/lenfosit, Trombosit/lenfosit oranı, Sistemik inflamatuar indeks hesaplandı. Apandisit test puanlarının performanslarını değerlendirmek için alıcı Receiver operator characteristic curve analysis kullanıldı.
BULGULAR: Toplam 205 çalışmaya dahil edilmiştir. Apandisit grubunda 105, apandisit olmayan grupta 100 hasta vardı. SII (AUC: 0.713) ve NLR (AUC: 0.764) Apandisit öngörmede değerli bulundu, ancak PLR (AUC: 0.442) değildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: CNLR ve SII, görüntüleme yöntemlerinin kullanılamadığı durumlarda Apandisit tahmininde fizik muayeneye yardımcı olabilecek değerli belirteçlerdir.
INTRODUCTION: Appendicitis is one of the most common causes of acute abdomen in General Surgery practice. Although ultrasonography and abdominal tomography have high sensitivity and specificity for Appendicitis, their use may not be appropriate in all cases. Neutrophil/lymphocyte ratio and platelet/lymphocyte ratio can be used to predict Appendicitis. This study aims to compare the less studied novel Systemic immune-inflammatory index’s success in predicting Appendicitis with the neutrophil/lymphocyte and Platelet/lymphocyte ratios.
METHODS: The data of patients who were operated on for Appendicitis in our clinic between 2005-2021 were reviewed retrospectively. We divided the patients into two groups regarding the histopathologic examinations as those with Appendicitis or not. Neutrophil/lymphocyte, Platelet/lymphocyte ratio, Systemic inflammatory index were calculated for each patient. Receiver operator characteristic curve analysis was used to assess the performances of the test scores for Appendicitis.
RESULTS: A total of 205 patients were included in the study. There were 105 patients in the appendicitis group and 100 patients in the non-appendicitis group. SII (AUC: 0.713) and NLR (AUC: 0.764) were found to be valuable for predicting Appendicitis, but PLR (AUC: 0.442) was not.
DISCUSSION AND CONCLUSION: NLR and SII are valuable markers that can assist physical examination in predicting Appendicitis in cases where imaging methods cannot be used.

24.Comparison of Framingham, SCORE, PROCAM and TEKHARF Risk Scores for Prediction of 10 Year Cardiovascular Disease Risk in Patients with Essential Hypertension
Tayyar Akbulut, Mustafa Oğuz, Faysal Şaylik, Abdulcebbar Şipal, Dilek Ural
doi: 10.5505/ktd.2022.92603  Pages 138 - 148
GİRİŞ ve AMAÇ: Klinisyenler günlük klinik uygulamada sık kardiyak risk puanlama sistemi kullanmaktadır. Ancak Türk popülasyonunda yeni tanılı şikayetsiz hipertansiyon hastalarının 10 yıllık kardiyovasküler hastalık (KVH) riskini öngörmede en güçlü kardiyak risk skorlama sistemi henüz değerlendirilmemiştir. Bu çalışma ile Türk popülasyonunda yeni tanı almış şikayetsiz hipertansiyon hastalarında 10 yıllık KVH riskini öngörmede en sık kullanılan kardiyak risk skorlama sistemlerinin rolünü karşılaştırmayı ve KVH’yi öngörmek için en güçlü kardiyak risk skorlama sistemini belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kardiyoloji polikliniğinde yeni tanılı hipertansiyon ile başvuran toplam 100 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların 10-yıllık KVH olasılığı, yaygın olarak kullanılan dört kardiyak risk skorlama sistemine göre hesaplandı. 10 yıllık KVH tahmini ve majör advers kardiyovasküler olaylar karşılaştırıldı.
BULGULAR: Ortalama 11±0.5 yıllık takipten sonra hastaların %40’ında koroner arter hastalığı (KAH), %52’sinde KVH ve %65’inde tüm olaylar gelişti. Çalışma popülasyonu FRS (Framingham risk skoru), SCORE, PROCAM ve TEKHARF risk skorlarına göre düşük, orta ve yüksek risk olarak sınıflandırıldı. KAH, KVH ve tüm olayların oranı, SCORE ölçeğinin yüksek risk grubunda düşük risk gruplarına göre anlamlı olarak daha yüksekti (ki-kare testi, p <0.05). FRS’de KVH ve tüm olayların insidansı ve PROCAM’da düşük risk grubundaki tüm olayların insidansı yüksekti ve istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.05). ROC analizinde, KAH, KVS ve tüm olayların öngörülmesinde, SCORE ölçeği diğer üç ölçeğe göre önemli ölçüde daha yüksekti (AUC: 0.774 P: 0.049).

TARTIŞMA ve SONUÇ: CBu çalışmada, FRS, PROCAM ve TEKHARF ile karşılaştırıldığında, SCORE skorlama sisteminin Türk toplumunda şikayetsiz hipertansiyon hastalarında kardiyovasküler hastalıkları tahmin etmede kullanılacak en uygun ölçek olduğu gösterilmiştir.
INTRODUCTION: Clinicians use several cardiac risk scoring systems in daily clinical practice. The most powerful cardiac risk scoring system in predicting the 10-year cardiovascular disease (CVD) risk in patients newly diagnosed with essential hypertension in Turkey has not yet been established. We aimed to compare the role of cardiac risk scoring systems to predict the 10-year CVD risk and to identify the most powerful cardiac risk scoring system in predicting CVD in asymptomatic patients with hypertension in the Turkish population.
METHODS: A total of one hundred patients who applied to the cardiology outpatient clinic with essential hypertension were included in the study. The 10-year cardiovascular risk probability of the patients was calculated according to four commonly used cardiac risk scoring systems. The 10-year CVD prediction and major adverse cardiovascular events were compared.
RESULTS: After a median follow-up period of 11±0.5 years, CAD developed in 40%,CVD in 52% and all-events in 65% of the patients. The study population was stratified as low-, intermediate- and high-risk according to FRS, SCORE, PROCAM and TEKHARF risk scores. The rate of CAD, CVD and all-events was significantly higher in the high-risk group of the SCORE scale compared to the low risk groups (chi square test, p <0.05). In FRS, the incidence of CVD and all events and in PROCAM, the incidence of all events in the low risk group were found to be high and statistically significant (p <0.05). In the ROC analysis for the prediction of CAD, CVD and all events, AUC for the SCORE scale were significantly higher than that for the other three scales (AUC: 0.774 P: 0.049).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion, this study showed that the SCORE scoring system is the most appropriate scale to be used in predicting cardiovascular disease in the Turkish population compared to FRS, PROCAM and TEKHARF.

25.Endoscopic Intra-gastric Botulinum Toxin-A for Obesity Treatment: Is It Effective?
Mehmet Ali Gök, Mustafa Demir, Fatih Yeğen, Mehmet Tolga Kafadar, Metin Şenol, Aytaç Emre Kocaoğlu, Emrah Akın
doi: 10.5505/ktd.2022.62593  Pages 149 - 152
GİRİŞ ve AMAÇ: Botulinum toksin A (BTX-A), hem çizgili hem de düz kaslarda güçlü ve uzun etkili bir kas kasılması inhibitörüdür. BTX-A, mide hareketliliğinden sorumlu olan asetilkolin salınımını azaltarak peristaltizmi inhibe eder. Mide boşalmasında gecikmeye, erken tokluk ve kilo kaybına neden olur. Bu çalışmanın amacı obez hastalarda endoskopik intragastrik BTX-A enjeksiyonunun etkilerini gözlemlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 67 hastaya intragastrik botoks enjeksiyonu uygulandı.Bu hastaların yaş ortalaması 38 ve ortalama vücut kitle indeksi 32 kg / m2 (28-36) İlk olarak hastalara sedasyon ile endoskopi yapıldı. Üç şişe botulinium toksinA serum satışı ile seyreltildi. Endoskopik olarak mideye toplam 300 ünite botoks enjekte edildi. Dört sıra halinde mide antrumuna 200 ünite, fundusa 100 ünite enjekte edildi. Hastalar 1 yıl süreyle takip edildi. Hastalar prospektif olarak vücut ağırlıkları ve erken tokluklar kaydedildi. Bir hastada BTX-A’nın toksik etkisi gözlendi.
BULGULAR: Bir yıllık takip sonucunda hastaların ortalama 16 kg (6-28) kilo verdiği görüldü. Hastaların% 85’i erken tokluk bildirdi. Botulinium toksin Bir hastada zehirlenme düşünüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Endoskopik mide botoksu enjeksiyonu bariatrik cerrahi geçiremeyen kişilere veya bariatrik cerrahi öncesi uygulanabilir.İstatistiksel olarak değerlendirmek için daha geniş vaka serilerinde prospektif randomize çalışmaların yapılması gerektiğini düşünüyoruz.
INTRODUCTION: Botulinum toxin A (BTX-A) is a powerful and long-acting inhibitor of muscle contractions in both striated and smooth muscles.BTX-A inhibits peristalsis by reducing the release of acetylcholine, which is responsible for gastric motility. Thus, it causes delay in gastric emptying, early satiety and weight loss.The aim of this study is to observe the effects of endoscopic intragastric injection of BTX-A in obese patients.
METHODS: Intragastric botox injection was applied to 67 patients.The average age of these patients is 38 and the average body mass index is 32 kg / m2 (28-36).Firstly, patients underwent endoscopy with sedation. The three vials botulinium toxinA were diluted withserum sale. Endoscopically, a total of 300 units of botox were injected into the stomach. 200 ünits were injected into the gastric antrum in four rows in circular fashion and 100 units in to the fundus.The patients were followed up for 1 year. Patients were recorded prospectively body weight and early satiety. A toxic effect of BTX-A was observed in one patient.
RESULTS: As a result of one-year follow-up, it was observed that the patients lost an average of 16kg (6-28). 85% of patients reported early satiety. Botulinium toxinA intoxication was considered in one patient.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Endoscopic stomach botox injection can be applied to people who cannot have bariatric surgery or before bariatric surgery.We think that prospective randomized studies should be conducted in larger case series to evaluate statistically.

26.Chordomas of the Head and Neck Region
Büşra Hayit, Deniz Arık, Evrim Yılmaz, Mustafa Fuat Acikalin, Nazlı Sena Şeker, Emre Özkara
doi: 10.5505/ktd.2022.23230  Pages 153 - 159
GİRİŞ ve AMAÇ: Kordomalar notokordal embriyonik kalıntılardan gelişen nadir, lokal agresif düşük dereceli malignitelerdir. Dual epitel-mezenkimal farklılaşma gösterirler. Kordomalar daha çok sakrumda görülür. Baş ve boyun lokalizasyonu nadirdir. Burada kliniğimizde tanı konulan sfeno-oksipital ve servikal bölge kordomları sunulmakta, bu olguların klinikopatolojik özellikleri özetlenmektedir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Geriye dönük olarak 2002-2021 yılları arasında “kordoma” tanısı alan olgular gözden geçirildi. Sfenooksipital ve servikal bölgede tümörlü olguların klinikopatolojik özellikleri değerlendirildi.
BULGULAR: Dokuz vaka (4 erkek, 5 kadın) bulundu. Yaş ortalaması 53,4 (13-88 yıl) olup sekiz vaka konvansiyonel kordoma ve bir vaka kondroid kordoma tanılıydı. Ortalama takip süresi 37 aydı (3-167 ay). İki olguda rekürrens, bir olguda uzak metastaz tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kordomalar kemoterapi ve radyoterapiye dirençlidir. Bu tümörlerin yeri ve invaziv doğası göz önüne alındığında, tam rezeksiyon zordur. Baş boyun bölgesinde özellikle miksoid tümörlerde, kordomalar ayırıcı tanıya dahil edilmelidir.
INTRODUCTION: Chordomas are rare, locally aggressive low-grade malignancies that develop from notochordal embryonic residues. They show a dual epithelial-mesenchymal differentiation. Chordomas preferentially occur in the sacrum. The head and neck localization is uncommon. Here we report chordomas of spheno-occipital, and cervical region diagnosed in our department and summarize clinicopathological characteristics of these cases.
METHODS: Retrospectively, the cases diagnosed as “chordoma” were reviewed from 2002 to 2021. Clinicopathological features of cases with a tumor at spheno-occipital, and cervical region were assessed.
RESULTS: Of 9 cases (4 males, 5 females) with a mean age of 53,4 (13–88 years), eight cases were diagnosed as conventional chordoma and one case as chondroid chordoma. Mean follow-up was 37 months (3-167 months). Recurrence was detected in 2 cases and distant metastasis was determined in one case.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Chordomas are resistant to chemotherapy and radiotherapy. Given the location and invasive nature of these tumors, complete resection is difficult. In the head and neck region, chordomas should be included in the differential diagnosis of tumors especially with myxoid characteristics.

27.Investigation of Changes in Visual Functions and Fundus in Coronary Artery Bypass Grafting Operations with Cardiopulmonary Bypass
Çağrı Düzyol, Hüseyin Şaşkın, Mehmet Kaplan
doi: 10.5505/ktd.2022.23434  Pages 160 - 174
GİRİŞ ve AMAÇ: Kardiyopulmoner baypas(KPB) kullanılarak izole koroner arter baypas greftleme(KABG) ameliyatı uygulanan hastaların, preoperatif ve postoperatif erken dönemdeki göz anatomileri ve görme fonksiyonları karşılaştırılarak KPB’ın görme fonksiyonu üzerine etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya, Haziran 2008–Mart 2009 tarihleri arasında aynı merkez ve cerrahi ekip tarafından KPB ile izole KABG ameliyatı uygulanan ardışık 20 hasta (16 erkek, 4 kadın; ortalama yaş 58.75±7.88 yıl; dağılım 45-69 yıl) alındı. Hastaların tüm verileri prospektif olarak kaydedildi. Preoperatif ve postoperatif dönemde görme muayenesi, retinal patolojileri değerlendirmek amacıyla göz dibi bakısı ve retinal yapısal değişimleri verifiye etmek amacıyla retinal fotograflama yapılarak, muhtemel görme kusurları, retinal vasküler ve diğer yapısal değişiklikler karşılaştırıldı. Hastaların operasyondan bir gün önce ve 7 gün sonra yapılan göz bulguları analiz edildi.
BULGULAR: Preoperatif ve postoperatif muayeneler arasında sol göz görme keskinliği(p=0.042), sağ göz intraoküler basıncı(p=0.008) ve sol göz intraoküler basıncı (p=0.004) anlamlı olarak daha yüksek tespit edildi. İntraoküler basınç ile kros klemp ve entübasyon süreleri arasında korelasyon saptanmış olmasına rağmen klinik olarak anlamlı bulunmadı. Çalışma hastalarında preoperatif ve postoperatif muayenelerinde biomikroskop ile herhangi bir yapısal bozukluk saptanmadı. Preoperatif fotoğraflanmış olan göz dibi incelemesinde saptanan bulgularla, postoperatif görüntüler arasında fark saptanmadı. Göz dibi muayenelerinde arteryel ve venöz yapılarda, optik papillada, makulada ve yapısal olarak periferik retinada preoperatif ve postoperatif muayeneler arasında farklılık bulunmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Preoperatif ve postoperatif direkt fundus incelemesi, retinal morfoloji ve görme fonksiyonu, buna bağlı olarak da kısmen serebral fonksiyonlar üzerine olumsuz etkisi saptanmayan KPB ile yapılan KABG cerrahisi, dikkatli ve özenli kanülasyon, cerrahi ve anestezi birimleri ile koordinasyon içinde doğru pompa idaresi ile güvenle yapılabilir.
INTRODUCTION: The effects of cardiopulmonary bypass(CPB) on visual functions was sought by comparison of visual examinations in the preoperative and early postoperative periods of isolated coronary artery bypass grafting(CABG) operations with CPB.
METHODS: Twenty consequent patients (16 males, 4 females; average age 58.75±7.88 years; range 45-69 years) operated for isolated CABG with CPB at the same centre by the same team were enrolled. All patient data were recorded prospectively. The patients were compared regarding vision defects, retinal vascular and other structural changes by examination of vision, fundus examination for retinal pathologies and retinal photography to verify retinal structural changes in preoperative and postoperative periods. The findings on the last preoperative and seventh postoperative days were analyzed.
RESULTS: Between the preoperative and postoperative examinations, visual acuity of the left eye (p=0.042), intraocular pressure of the right eye (p=0.008) and intraocular pressure of the left eye (p=0.004) were found statistically significantly higher. Intraocular pressure showed correlation with aortic cross clamp and intubation duration, which was not accepted as clinically significant. No structural defects were detected by biomicroscope. The findings of direct examination of fundus photographed preoperatively, remained unchanged postoperatively. No differences could be detected regarding arterial and venous structures, optic papilla, macula, and peripheral retinal structure between the preoperative and postoperative periods.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Maintaining careful cannulation and proper management of CPB in coordination with anaesthesiologist, CABG operations can be performed safely with CPB, since no undesired effects on preoperative and postoperative direct fundus examinations, retinal morphology, visual functions and consequently on cerebral functions in part were detected.

28.The Relationship Between Stigmatization of Nurses and Their Personal Well-being in the COVID-19 Pandemic
Fadime Çınar, Özlem Akman
doi: 10.5505/ktd.2022.36776  Pages 175 - 187
GİRİŞ ve AMAÇ: 2019 koronavirüs hastalığı (COVID-19) salgını, uluslararası endişe duyulan bir halk sağlığı acil durumudur ve psikolojik dayanıklılığa karşı bir zorluk oluşturmaktadır. Salgın sırasında olumsuz psikolojik etkileri ve psikiyatrik semptomları azaltmak için kanıta dayalı stratejiler geliştirmek için araştırma verilerine ihtiyaç vardır. Bu çalışmanın amacı, Türkiye’deki Covid-19 salgının ilk aşamasında hemşirelerin damgalanma durumları ile kişisel iyi oluşları arasındaki ilişkinin belirlemesidir. Elde edilen sonuçlar ile şuan ve gelecekteki salgın hastalıklarda insan davranışlarının doğru yönetilmesine katkı sağlayarak politika yapıcılara yol gösterceceği düşünülmektedir.

YÖNTEM ve GEREÇLER: 21-15 mayıs 2020 tarihleri arasında İstanbul ilinde faaliyette bulunan iki ayrı kamu hastanesinin cerrahi klinikleri ile ameliyathanelerinde görev yapan toplam 301 hemşire oluşturdu. Örneklem seçimine gidilmeyerek evrenin tamamına ulaşılması hedeflendi. Ancak vardiyalı çalışma sistemi ve izinli olma, araştırmaya katılmayı istememe nedenleriyle 82 hemşire kapsam dışı bırakıldı. Araştırma 219 katılımcı hemşire ile gerçekleştirildi.Veriler araştırmacılar tarafından oluşturulan demografik soruların yer aldığı Bireysel Bilgi Formu ve Pandemilerde Sitigma ölçeği ile toplandı. Verlerin değerlendirilmesinde SPPS 25.0 istatistik paket programı kullanıldı.
BULGULAR: Katılımcı hemşirelerin COVID-19 pandemisinde Pandemilerde Sitigma ölçeği puan ortalamasının X̄ = 3.38±0,8 ve Kişisel İyi Oluş Ölçeği puan ortalamasının X̄ = 68,75±5,5 “olarak orta düzeydeydi. Ayrıca hemşirelerin bulaştırma veya bulaşma korkusu ile sosyal izolasyon alt boyutları puanlarının yüksek,yazılı ve sözlü saldırıya maruz kalma alt boyutu puanının düşük olduğu saptandı.Yapılan korelasyon analizi sonucuna göre Covid-19 pandemisinde hemşirelerin damgalanma durumları ile kişisel iyi oluşları arasındaki ilişki negatif yönlü düşük düzeyde ilişki olduğu belirlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hemşirelerin COVID-19 salgınında kendilerini toplum tarafından orta düzeyde damgalanmış hissetmekte ve bu durum öznel iyi oluşlarını olumsuz yönde etkilemektedir.
INTRODUCTION: The 2019 coronavirus disease (Covid-19) outbreak is a public health emergency of international concern and poses a resilience challenge. Research data are needed to develop evidence-based strategies to reduce adverse psychological effects and psychiatric symptoms during the epidemic. This study aims to determine the relationship between nurses’ stigma and personal well-being in the first stage of the Covid-19 epidemic in Turkey. It is thought that the results obtained will contribute to the correct management of human behavior in current and future epidemics and will guide policymakers.
METHODS: A total of 301 nurses working in the surgical clinics and operating rooms of two separate public hospitals operating in Istanbul between 1 -15 May 2020. It was aimed to reach the whole population by not choosing a sample. However, 82 nurses were excluded due to the shift work system, being on leave, and not participating in the study. The research was carried out with 219 participating nurses. Data were collected with the Individual Information Form, which included demographic questions created by the researchers, and the Stigma in Pandemics scale. SPPS 25.0 statistical package program was used to evaluate the data.
RESULTS: The mean score of the Stigma Scale in Pandemics of the nurses was X̄ = 3.38±0.8, and the mean score of the Personal Well-Being Scale was X̄ = 68.75±5.5 “as moderate. In addition, it was determined that nurses’ fear of contagion or contagion and social isolation sub-dimensions scores were high, and the scores of being exposed to written and verbal attacks were low.According to the results of the correlation analysis, the relationship between the stigma of nurses and their well-being in the Covid-19 pandemic is negative and at a low level.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Nurses feel moderately stigmatized by the society in the Covid-19 pandemic, which negatively affects their subjective well-being.

29.Difficulties Experienced by Cancer Patients in the Covid-19 Pandemic
Hatice Karabuga Yakar, Sidika Oğuz, Ceren Güneş, Edanur Turak, Esma Ketenci, Hava Serap Combaş, Huriye Yıldız, Mine Köse
doi: 10.5505/ktd.2022.45202  Pages 188 - 197
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma, kanserli hastaların Covid-19 pandemi sürecinde yaşadıkları güçlükleri belirlemek amacıyla, yorumlayıcı fenomonolojik analizin kullanıldığı niteliksel bir araştırmadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Maksimum çeşitlilik örneklemesi kullanılarak 20 Aralık 2020-25 Şubat 2021 tarihleri arasında 16 kanser hasta ile görüşüldü. Veriler, yarı yapılandırılmış görüşme formlarıyla, birebir görüşmeler yapılarak online görüşme tekniği kullanılarak toplandı.
BULGULAR: Hastaların Covid 19 pandemisiyle ilişkili deneyimleri üç tema altında verildi. Bu temalar “duygusal sorunlar, ekonomik sorunlar ve Covid 19 ile ilişkili davranışsal yanıtlar” dır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kanser hastaları Covid 19 virüsünün bulaşma endişesi nedeniyle korku; karantina süreci nedeniyle özlem duygusu yaşamış; ekonomik güçlüklerle karşı karşıya kalmış; virüsten korunmak için geleneksel tamamlayıcı yöntemlere başvuran hastaların temizlik alışkanlıklarının değişmiş olduğu belirlendi.
INTRODUCTION: This study is a qualitative study in which interpretive phenomenological analysis is used to determine the difficulties experienced by cancer patients in the Covid-19 pandemic process.
METHODS: Using maximum diversity sampling, 16 cancer patients were interviewed between 20 December 2020 and 25 February 2021. The data were collected using the online interview technique by making one-to-one interviews with semi-structured interview forms.
RESULTS: The difficulties of the patients related to the Covid 19 pandemic were grouped under three themes. These themes are “emotional problems, economic problems and behavioral responses associated with Covid-19”.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Cancer patients fear from transmission of Covid 19 virus; experienced a sense of longing due to the quarantine process; faced with economic difficulties; the cleaning habits of the patients who applied to traditional complementary methods for protection from the virus have changed.

30.Branchial Cleft Cyst in Unusual Location: Vallecula
Said Sönmez, Mehmet Melih Çiçek
doi: 10.5505/ktd.2022.45549  Pages 198 - 203
Baş ve boyun yapılarının gelişiminden sorumlu olan brankiyal aparatın anomalileri genellikle boyunda kitle, sinüs veya fistül şeklinde ortaya çıkarlar. Boyunda klavikula ile tragus arasında herhangi bir yerde ortaya çıkabilse de atipik yerleşimlerde de görülebileceği unutulmamalıdır. Genellikle üst solunum yolu enfeksiyonundan sonra semptomatik hale gelen brankiyal yarık kistlerinin tedavisi cerrahi eksizyondur. Daha önce vaka örneğinin sunulmadığı bir lokalizasyon olan vallekülada bir brankiyal yarık kisti olgusu sunuyoruz.
The anomalies of the branchial apart, which are responsible for the development of the head and neck structures, usually appear as a mass, sinus, or fistula in the neck. Although it can occur anywhere between the clavicle and the tragus in the neck, it should be kept in mind that it can also appear in atypical localizations. Treatment of branchial cleft cysts, which usually become symptomatic after an upper respiratory infection, is excision. We present a case of branchial cyst in the vallecula, the area where no case sample has been previously presented.

31.Evaluation of Effective Communication Skills of University Students in the Field of Health: Example of Kocaeli
Yüksel Can Öz, Rahime Aydın Er, İlknur Ovalı Uran
doi: 10.5505/ktd.2022.70456  Pages 204 - 214
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırmada, sağlık alanında öğrenim gören üniversite öğrencilerinin etkili iletişim becerilerinin değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı tipteki bu araştırma, Mart ile Haziran 2018 tarihleri arasında Kocaeli'de bir üniversite bünyesindeki üç sağlık okulunda öğrenim gören 465 öğrenci ile yürütüldü. Araştırma verileri öğrenci bilgi formu ve Etkili İletişim Becerileri Ölçeği (EİBÖ) ile toplandı. Gruplar arası karşılaştırmalar Mann-Whitney U ve Kruskal Wallis testleri ile yapıldı. Değişkenler arasındaki ilişkiler için Spearman korelasyon analizi kullanıldı.
BULGULAR: Araştırmaya katılan öğrencilerin yaş ortalaması 20,5±1,9 olup, %79,8’i kadındı. %29’u hemşirelik bölümünde öğrenim gören öğrencilerin, %30,5’i üçüncü sınıf öğrencisiydi. Öğrenciler en fazla öğretim elemanlarıyla, en az hasta veya hasta refakatçisi ile iletişim kurmada sorun yaşadıklarını ifade etti. Öğrencilerin EİBÖ alt boyutlarından ortalamanın üzerinde puan aldıkları, iletişim becerilerinin cinsiyet, kardeş sayısı, kaçıncı çocuk olduğu, gelir düzeyi ve öğrenim gördükleri bölüme göre farklılık gösterdiği belirlendi (p<0,05). Öğrenim görülen sınıfa göre öğrencilerin EİBÖ puanları farklılık göstermedi (p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Araştırmada; öğrencilerin etkili iletişim becerilerinin iyi düzeyde olduğu, bu becerilerin öğrenimleri sırasında değişmediği sonucuna ulaşıldı. Mesleki eğitim müfredatının öğrencilerin etkili iletişim becerilerini geliştirememesinin nedenleri konusunda çalışmalar yapılmalıdır.
INTRODUCTION: In this study, it is aimed to evaluate the effective communication skills of university students who receive education in the field of health.
METHODS: This descriptive study was conducted with 465 students who receive health education at three schools of Kocaeli between March and June 2018. The data were collected with the student information form and the Effective Communication Skills Scale (ECSS). Comparisons between groups were made with Mann-Whitney U and Kruskal Wallis tests. Spearman correlation analysis was used for the relationships between the variables.
RESULTS: The mean age of the students participating in the study was 20.5±1.9, and 79.8% of them were women. 29% of the students were in the nursing department, 30.5% were third class students. The students stated that they had problems in communicating with the lecturers mostly, while the patient or the patient’s companion the least. It was determined that the students scored above the average in the ECSS sub-dimensions, and their communication skills differed according to gender, number of siblings, what number child, income level and the department of education (p<0.05). The ECSS scores of the students did not differ according to the class of education (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In the research; it was concluded that the students had good-level effective communication skills and that these skills did not change during their education. Studies should be conducted on the reasons why the occupational education curriculum cannot develop students’ effective communication skills.

32.Comparison of the Effects of N95 Face Mask and Surgical Mask Used by Health Professionals on Choroidal Thickness
Sevim Ayça Seyyar, Ecem Önder Tokuç
doi: 10.5505/ktd.2022.48726  Pages 215 - 221
GİRİŞ ve AMAÇ: N95 maske ve cerrahi maskenin kullanımı sonrasında spektral alan optik koherens tomografi (SD-OCT) ile subfoveal koroid kalınlığındaki (CT) değişiklikleri karşılaştırmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 20-50 yaş arasında, en iyi düzeltilmiş görme keskinliği (EİDGK) ≥10/10, küresel veya silindirik kırma kusuru 2 diyoptriden küçük, aksiyel uzunluk (AL) 22-25 mm arasında, göz içi basıncı (GİB) normal olan 14’ü erkek 18’i kadın 32 sağlık çalışanı çalışmaya dahil edilmiştir. Koroid, SD-OCT kullanılarak geliştirilmiş derinlik görüntüleme (EDI) teknikleriyle görüntülendi. Ölçümler N95 maske ve cerrahi maske için ardarda iki gün aynı saatlerde maskeyi çıkarmadan en az 2 saat taktıktan sonra ve çıkardıktan 15 dakika sonra yapıldı.
BULGULAR: N95 maskeyi ve cerrahi maskeyi 2 saat çıkarmadan kullandıktan sonra ortalama subfoveal koroid kalınlıkları sırasıyla 383,34±103,30 (min: 171, maks: 545), 347,78±94,85 (min: 170, maks: 539) idi. Maskelerin çıkarılmasından 15 dakika sonra ortalama subfoveal koroid kalınlıkları ise sırasıyla 339,53±93,91 (min: 160, maks: 479), 346,22±98,37 (min: 172, maks: 545) idi. İki saatlik N95 maske kullanımı sonrası ve maskenin çıkarılmasından 15 dakika sonrası ölçülen subfoveal koroid kalınlığı arasında istatistiksel olarak anlamlı derecede fark olduğu belirlendi (p < 0,05). İki saatlik cerrahi maske kullanımı sonrası ve maskenin çıkarılmasından 15 dakika sonrası ölçülen subfoveal koroid kalınlığı arasında ise istatistiksel olarak anlamlı değişim izlenmedi (p > 0,05). Ayrıca 2 saatlik N95 maske kullanımı ve cerrahi maske kullanımı sonrası ölçülen subfoveal koroid kalınlıkları istatistiksel olarak farklıydı (p ≤ 0,001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: N95 maske kullanımı ile hiperkapni oluşur; ayrıca maskenin sıkı bantlarının yüz venlerine yaptığı baskı sonucu venöz dönüş azalır. Bunların sonucunda koroid kalınlığında geçici bir artış olur. Cerrahi maske kullanımı ise koroid kalınlığını değiştirmez.
INTRODUCTION: The goal of this study was to compare changes in subfoveal choroidal thickness (CT) using spectral-domain optical coherence tomography (SD-OCT) after using the N95 mask and the surgical mask.
METHODS: The study included 32 health workers between the ages of 20-50, 14 men and 18 women, with best corrected visual acuity (BCVA) ≥ 10/10, spherical or cylindrical refractive error of less than 2 diopters, axial length (AL) of 22-25 mm, and normal intraocular pressure (IOP). The choroidal thickness was evaluated with enhanced depth imaging (EDI) using SD-OCT. Measurements for the N95 mask and surgical mask were obtained on two consecutive days at the same time after at least 2 hours without removing the mask and 15 minutes after removing it.
RESULTS: The mean subfoveal CT after using the N95 mask and surgical mask for 2 hours without removing them are 383.34±103.30 (min: 171, max: 545) and 347.78±94.85 (min: 170, max: 539), respectively. The mean subfoveal CT was 339.53±93.91 (min: 160, max: 479), and 346.22±98.37 (min: 172, max: 545) after the masks were removed. The subfoveal CT assessed after two hours of N95 mask usage and 15 minutes after mask removal (p 0.05) showed a statistically significant difference. There was no statistically significant difference in subfoveal after two hours of surgical mask usage and 15 minutes after mask removal (p > 0.05). Furthermore, subfoveal CT was significantly different after 2 hours of N95 mask usage and surgical mask use (p 0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The tight bands of the N95 mask cause a decrease in venous return owing to compression of the veins on the face and a temporary increase in CT, whereas the use of a surgical mask has no effect on CT.

CASE REPORT
33.Sporadic Creutzfeldt-Jakobs Disease with Hypothermic Progress: A Rare Case Report
Gülten Ünlü, Hasan Naz, Canan Balcı
doi: 10.5505/ktd.2022.82195  Pages 222 - 225
Sporadik Creutzfeldt-Jacobs Hastalığı (CJH), demans vakalarında düşünülmesi gereken, prionun neden olduğu spongioform ensefalopatidir. Orta yaşlarda demans ve nöropsikiyatrik bulgularla başlar. Hastalık belirtileri karakteristik değildir ve nörolojik ve psikiyatrik hastalıklarla karıştırılabilir. 49 yaşında erkek hasta konuşamama, hareket edememe, hafıza kaybı ve işitme kaybı, yürüme güçlüğü, aralıklı ajite davranış, soğuk terleme ve kusma şikayetleri ile acil servise getirildi. Teni solgun ve soğuk görünüyordu. Ateşi 35 °C idi. Kaygısı vardı. Hastalık klinik, laboratuvar, radyolojik inceleme ve EEG ile teşhis edilir. Nöronlardan beyin omurilik sıvısına salınan bir proteaz inhibitörü protein olan Protein 14.3.3, tanıda kullanılan yüksek duyarlılık ve özgüllüğe sahip biyokimyasal bir belirteçtir. Radyolojik görüntülemede sulkus, serebral ve serebellar atrofinin genişlemesi manyetik rezonans görüntüleme (MRI) tanısında yardımcıdır. Bu çalışmada, nadir, hızlı ve ilerleyici, ölümcül, nörodejeneratif bir prion hastalığı, sporadik bir Creutzfeldt-Jakob hastalığı (CJD) vakasını inceledik.
Sporadic Creutzfeldt-Jacobs Disease (CJH) is spongioform encephalopathy caused by prion that should be considered in cases of dementia. It starts with dementia and neuropsychiatric findings in the middle age. Disease symptoms are not characteristic and can be confused with neurological and psychiatric diseases. A 49-year-old male patient was brought to the emergency room with complaints of not speaking, inability to move, memory loss and hearing loss, gait difficulty, intermittent agitated behavior, cold sweating, and vomiting. Her skin looked pale and cold. His temperature was 35 ° C. He had anxiety. The disease is diagnosed by clinical, laboratory, radiological examination, and EEG. Protein 14.3.3, a protease inhibitor protein released from neurons into the cerebrospinal fluid, is a biochemical marker with high sensitivity and specificity used in diagnosis. In radiological imaging, enlargement of the sulci, cerebral and cerebellar atrophy are helpful in the diagnosis of magnetic resonance imaging (MRI). In this study, we examined a rare, rapid and progressive, mortal, neurodegenerative prion disease, a sporadic case of Creutzfeldt-Jakob disease (CJD).