Volume : 7 Suppl : 3 Year : 2024
Index
Membership
Application
Kocaeli Medical Journal - Kocaeli Med J: 7 (3)
Volume: 7  Issue: 3 - December 2018
1.Cover

Pages I - II

2.Editorial Board

Pages III - IV

3.Instruction for Authors

Pages V - VII

4.Contents

Pages VIII - XI

ORIGINAL ARTICLE
5.A different view of Emergency Medicine: Emergency medicine with a view of the pharmaceutical industry
Bora Kaya, Yavuz Yiğit, Özlem Güneysel, Serkan Yılmaz
doi: 10.5505/ktd.2018.36002  Pages 1 - 7
GİRİŞ ve AMAÇ: Sağlık bakanlığı 2014 yılı istatistiklerine göre sağlık bakanlığına bağlı kurumlarda 292 milyon hasta bakılırken acil muayene edilen hasta sayısı 87 milyon olmuştur. Bu çalışmanın amacı ürün tanıtım elemanlarının(ÜTE) acil tıp konusundaki bilgi düzeyini değerlendirmek, acil tıbbın ilaç sektörünün gözünden nasıl göründüğünü tasvir etmek ve her iki organizasyonun arasındaki iletişimin artırılmasına katkıda bulunmaktır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: raştırma 01.09.2013 ile 01.03.14 tarihleri arasında acil servislere çalışan veya aynı bölge yöneticisine bağlı olan ancak acil servislere çalışıp çalışmadığı bilinmeyen 266 ÜTE ile anket yoluyla yapılmıştır. Anketlerden “Acil Tıp Konusundaki Bilgi Düzeyi Puanı” elde edilmiş ve değerlendirmeler bu puanlama üzerinden yapılmıştır. Verilerden sonra genel olarak ÜTE’lerin Acil Tıp konusunda bilgi düzeyleri ve bakış açısını içeren konularda bilgilere ulaşılmaya çalışılmıştır.
BULGULAR: 266 ÜTE’nin sektör deneyimlerine bakıldığında %17,3’ü 1-3 yıl, %19,9’u 4-5 yıl, %38,3’ü ve %24,4’ü 10 yıl üzeri sektör deneyimi olduğu görülmektedir. Acil tıbba ilişkin bilgi düzeyini ölçen sorulardan çıkarılan sonuçlara göre puanlar 0-90 arasında değişmekte olup ortalama “Acil Tıp Konusundaki Bilgi Düzeyi Puanı” 32,78±17,60 olduğu bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İlaç sektörünün Acil hekimleriyle birebir diyalog kuran temsilcileri olan ÜTE’lerin Acil Tıp ile ilgili bilgi düzeyleri düşüktür. Acil Tıp ve İlaç sektörünün temsilcileri, aralarındaki iletişim ve bilgilendirmeyi artıracak yeni yöntemler üzerinde çalışarak bu durumun düzeltilmesine katkı sağlamalıdır.
INTRODUCTION: In the Ministry of Health 2014 statistics, about 292 million patients were treated by the ministry-affiliated institutions while the number of emergency patients was 87 million. Aim of this study is to assess the level of knowledge of the medical representatives in the field of emergency medicine, to illustrate how emergency medicine looks in the eyes of the pharmaceutical industry, and to contribute to the enhancement of communication between the two organizations.
METHODS: The study was conducted through questionnaires with 266 medical representatives working in emergency departments or in the same group with the same region manager between 01.09.2013- 30 01.03.14. "Knowledge Level Points in Emergency Medicine" were obtained from the questionnaires and the evaluations were made with these scores. After the data, it was tried to reach the information about the contents and points of view of the product promotion staff about Emergency Medicine.

RESULTS: The scores of 266 medical representatives ranged from 0 to 90 points in the questionnaire results and mean "Knowledge Level Point in Emergency Medicine" was 32,7817,60. 17,3% of the medical representatives had 1-3 years experience, 19,9 %4-5 years, 38,3% and 24,4 %10 years experience in the sector. When examining the best dialogue with emergency specialists, 32.3% said that they had a better dialogue at evening and 28.9% said they had a better dialogue at night.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Medical representatives are less knowledgeable about Emergency Medicine.New methods to increase communication between the emergency medicine and the pharmaceutical sector should be studied.

6.Effect of 36 °C heated 10% povidone-iodine solutions on patient's hemodynamics in caeserean operations
Vildan Kılıç, Mehmet Yılmaz, Ayşe Zeynep Turan, Ünal Türkay, Aslı Duygu Aydaş, Tahsin Şimşek, Ahmet Kale, İpek Yakın Düzyol, Emine Yurt, Hasan Terzi
doi: 10.5505/ktd.2018.16023  Pages 8 - 13
GİRİŞ ve AMAÇ: Iodophor solusyonları cerrahi müdahale öncesi cilt antisepsisi için yaygın olarak kullanılmaktadır. Enyaygın kullanılan iodophor solusyonu %10 povidone–iodine'dir (PVI). Sezaryen operasyonlarında cerrahi-alan antisepsisinin anestezi indüksiyonundan önce yapılması genel anestezi uygulamasıdır. Bu sayede yenidoğan, daha az anestetik ajana maruz kalmaktadır.
Bu çalışmada, genel anestezi altında sezaryen operasyonu uygulanan hastalarda farklı sıcaklıklarda PVI solusyonunun kullanılmasının hastanın hemodinamisi üzerine etkisini karşılaştırmayı amaçladık.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 178 genel anestezi altında opere edilen sezeryan hastası dahil edildi. Oda ısısındaki PVI kullanılan hastalar ‘Soğuk PVI’ grubu (n=93) olarak, EmTherm 3DS(EM- MED) ile 36 °C ısıtılan PVI kullanılan hastalar ‘Sıcak PVI’ grubu (n=85) olarak adlandırıldı.
BULGULAR: Grubların SKB değerleri karşılaştırıldığında bazal, indüksiyon, entübasyon, 5. dakika, 10. dakika ölçüm değerleri arasında istatistiksel olarak benzerlik bulundu (p>0.05). Ancak PVI ile boyama sonrası SKB değeri Soğuk PVI grubunda istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu (p=0.040). Ayrıca operasyon başlangıç ve bitiş vucut ısıları, oda ısıları karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sezeryan operasyonlarında oda ısısında bekletilen (Soğuk) PVI kullanımının hasta hemodinamisi üzerinde etkisinin bulunduğunu ancak anestezi indüksiyonu ile bu etkinin baskılandığını düşünüyoruz. Bu nedenle hemodinamik olarak instabil hastalarla, hipertansiyon, diabet, koroner kalp hastalığı, kalp yetmezliği gibi ek komorbiditesi olan hastalarda PVI’un 36 °C’e ısıtılmasının yararlı olabileceği kanaatindeyiz.
INTRODUCTION: Iodophore solutions are widely used as skin antiseptics prior to surgery. The most frequently used iodophore solution is 10% povidone- iodine(PVI). Performing surgical-field antisepsis before the induction of anaesthesia in caesarean section operations is a general anaesthetic practice. In this way, the newborn will be exposed to less of the anaesthetic agent.
In this study we aimed to compare PVI solution at specified temperatures on heamodynamic changes of the patients who undergo ceserian section under general anesthesia.

METHODS: 178 patients who underwent elective caesarean section under general anaesthesia were included. The group of patients who received PVI at operating room temperatures was named the “Cold PVI” group (n = 93), and the group of patients who received PVI heated to 36°C was named the“Warm PVI” group (n = 85). The heating of PVI was done using EmTherm3DS(EM-MED)heater.
RESULTS: Statistically significant similarities were found when the basal, induction, intubation and 5th and 10th minute post-intubation SAP levels between the groups (p>0.05). However, the SAP levels following surgical staining with PVI were found statistically significantly higher in the “Cold PVI” group (p=0.040). At the beginning and ending of the operation body temperatures and room temperatures were similar between the groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: PVI kept at room temperature (Cold PVI) before use in caesarean section operations does seem to affect the patient haemodynamics, but this effect is suppressed by anaesthetic induction. Therefore, we suggest that PVI heated up to 36°C may be beneficial in haemodynamically unstable patients and patients who have comorbidities, such as hypertension, diabetes, coronary arterial disease and heart failure.

7.Pain Management Barriers in Emergency Deparment
Filiz Özel, Sevgin Samancıoğlu Bağlama
doi: 10.5505/ktd.2018.17136  Pages 14 - 20
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırma, acil servis hemşirelerinin ağrı yönetiminde sağlık bakım sistemlerine, sağlık ekibine ve hastaya bağlı engellerin belirlenmesi amacıyla planlanmış tanımlayıcı tipte bir araştırmadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırmanın örneklemini Mayıs 2015-Mayıs 2016 tarihleri arasında iki devlet hastanesinin acil servislerinde çalışan hemşireler (n=81) oluşturmuştur. Araştırmada Tanımlayıcı Özellikler Veri Formu ve acil serviste ağrı yönetimini engelleyen durumları içeren 13 ifadeden oluşan Ağrı Yönetimini Engelleyen Durumları Değerlendirme Formu kullanılmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde tanımlayıcı istatistiksel metodlar ve Kruskal Wallis testi kullanılmıştır.
BULGULAR: Araştırmaya katılan hemşirelerin %39.5’inin 26-35 yaş arası; %30.9’unun önlisans veya lisans mezunu ve %63.0’ünün 1 yıl ve altında acil serviste çalışma yılına sahip olduğu saptanmıştır. Ağrı yönetiminde engellere bakıldığında en yüksek düzeyde sağlık bakım sistemlerine bağlı engeller olduğu; bunu sağlık ekibine bağlı engeller ile daha düşük düzeyde hastaya bağlı engellerin izlediği saptanmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, acil servislerde ağrı yönetimine ilişkin kurumlarda düzenlemeler ve sürekli eğitimler önerilebilir.
INTRODUCTION: This study aims to determine the barriers to managing the pain of nurses who work in emergency departments.
METHODS: The study sample included nurses (n=81) who worked in the emergency departments of two state hospitals between May, 2015 and May, 2016. The study was conducted using a Descriptive Characteristics Data Form, and an Assessment Form for Barriers to Pain Management, which includes 13 statements regarding barriers to pain management for nurses who work in emergency departments. The data were evaluated using descriptive statistical methods and the Kruskal–Wallis test.
RESULTS: Of the nurses, 39.5% were 26 to 35 years old, 30.9% held associate or bachelor's degrees, and 63.0% had been working in the emergency department for one year or less. Regarding the barriers to pain management, institutional barriers ranked first and were followed by barriers created by health care professionals, and then barriers created by the patients themselves.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Regulations should be written and continuing education should be provided in the institutions regarding pain management for nurses in emergency departments.

CASE REPORT
8.An Unusual Spread of Odontogenic Infection: Temporal Fossa Abscess
Alper Dilci, Mustafa Acar
doi: 10.5505/ktd.2018.23600  Pages 21 - 24
Derin boyun enfeksiyonlarının en sık nedenleri odontojenik kaynaklı olmakla beraber odontojenik enfeksiyonlar nadiren de olsa temporal fossayı etkilemektedir. Temporal fossa enfeksiyonları, süperfisyel ve derin temporal bölgeyi içeren ve bu alanların inflamasyon ve ödemiyle karakterize bir klinik tablodur. Temporal fossa enfeksiyonları; başlıca kafa travması, maksiller sinüzit, saç ve saçlı deri kaynaklı, otolojik kaynaklı olmak üzere nadiren de olsa odontojenik kaynaklı da olabilmektedir. Bu olgu sunumunda odontojenik bir odaktan kaynaklanan temporal fossa apsesi paylaşılmıştır. Bu olgu sunumunun amacı; temporal fossa apsesi ile başvuran ve odontojenik kaynaklı enfeksiyon tespit edilen hastanın tanı ve tedavi planını paylaşmaktır.
The most common causes of deep neck infections are odontogenic, but odontogenic infections rarely affect the temporal fossa. Temporal fossa infection is a clinical picture characterized by inflammation and edema of superficial and deep temporal region. Temporal fossa infections arise mainly because of head trauma, maxillary sinusitis, infections of hair and scalp, otologic causes and rarely odontogenic origin. In this case, a patient with temporal fossa abscess originated from odontogenic infection was shared. The purpose of this case presentation is; to share the diagnosis and management of the patient who presented with temporal fossa infection arised from odontogenic origin.

ORIGINAL ARTICLE
9.Clinical and Etiological Evaluation of Vocal Cord Paralysis
Saime Sağıroğlu, Nagihan Bilal, Selman Sarıca, Aysegül Erdoğan, Şükran Peker, İsrafil Orhan
doi: 10.5505/ktd.2018.26566  Pages 25 - 29
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, vokal kord paralizisini (VKP) tanımlamak ve etiyolojik nedenleri ortaya koymaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma retrospektif bir çalışma olup, 101 hastadan oluşmaktadır. Bir yıl boyunca ses probleminden şikayetçi olan ve VKP tespit edilen hastalar bu çalışmaya dahil edildi. Hastalar yaşa, cinsiyete ve lezyon tarafına göre analiz edildi. Laringeal endoskopi ile vokal kord paralizisi saptanan hastalar klinik, radyolojik ve patolojik olarak etiyolojik tanı koymak için değerlendirildi.
BULGULAR: Erkek/ kadın oranı 0.6/1 olarak saptandı. Bilateral VKP 28 hasta (27.7 %), tek taraflı VKP 73 hasta (72.3 %) olarak saptandı. Tek taraflı vokal kord paralizi hastaları arasında sol VKP 39 hasta (53.5 %), sağ VKP 34 hasta (46.5%) olarak saptandı. Cerrahi en sık neden tiroidektomi olarak saptandı (%42.5). Cerrahi olmayan nedenlerin en başında ise idiopatik VKP (%17.8) ikinci en sık neden olarak saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bizim serimizde cerrahi müdahale (özellikle tiroid cerrahisi) en sık sebep olarak bulundu. VKP etyolojisinin belirlenmesi, prognoz ve ek hastalıkların tespiti açısından oldukça önemli olduğu düşünülmektedir.
INTRODUCTION: The purpose of this study was to identify patients of vocal cord paralysis (VFP) and to discussion the etiological diagnosis.
METHODS: This retrospective study was included 101 patients. The patients complaining a voice problem for a year and whose VFP has been detected were including in this study. We analysed them according to age, gender and side of the lesion. The patients identified with vocal cord paralysis by laryngeal endoscopy were evaluated clinically, radiologically and pathologically to make an etiological diagnosis.
RESULTS: Males out numbered females in the ratio 0.6: 1. Bilateral VFP was found in 28 (27.7 %) patients. Unilateral VFP was found in 73 (72.3 %) patients. In patients with unilateral VFP 39 (53.5 %) patients had left and 34 (46.5 %) patients had right vocal cord. Thyroidectomy was the most common surgical cause of VFP (%42.5). At the beginning of the non-surgical causes, idiopathic VFP (17.8%) was the second most common cause.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, surgical intervention (especially thyroid surgery) was the most common cause in our series. VFP is one of the most common cause of voice problem and identifying the etiology is crucial to determine the prognosis and additional diseases.

10.Elemental Composition Of Surgically Removed Carotid Plaques
Ayhan Olcay, Erdem Tezcan, Emir Cantürk, Bekir İnan, Barış Akdemir, Onur Yolay
doi: 10.5505/ktd.2018.30306  Pages 30 - 33
GİRİŞ ve AMAÇ: Epidemiyolojik çalışmalar diyet, sigara ve çevresel faktörler ile alınan metallerin artmış kardiyovasküler risk oluşturduğunu göstermektedir. Aterosklerotik karotis plaklarının element yapısı ile ilgili sınırlı çalışma mevcuttur.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada cerrahi karotis endarterektomi materyallerinin element yapısı ve hastaların klinik özellikleri incelendi. Karotis endarterektomi yapılan 19 hastadan alınan plaklarda indüktif-eşli plazma emisyon spektrometresi (ICP-OES) yöntemi ile element yapısı incelendi.
BULGULAR: Hastalardan sadece iki tanesi kadındı. Ortalama yaş 71.9±7.2 yıl olarak bulundu. Hastaların %47.4'ünde diyabet ve %52.6'sında hipertansiyon saptandı. Sadece 1 hasta hiç sigara içmemişti. Plaklarda sodyum (Na), magnezyum (Mg), potasyum (K), kalsiyum (Ca), fosfor (P), demir (Fe), bakır (Cu), bor (B), manganez (Mn), çinko (Zn), alüminyum (Al), sülfür (S), krom (Cr), nikel (Ni), platin (Pt), antimon (Sb), selenyum (Se) elementleri farklı konsantrasyonda saptandı fakat arsenik (As), bizmut (Bi), kadmiyum (Cd), kobalt (Co), molibden (Mo), kurşun (Pb) seviyeleri ICP-OES sisteminin belirleme limitinin altında saptandı. Hastalarda varyasyon olmakla birlikte en yoğun olarak Ca ve P saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Saptanan elementlerin aterojenik sürece katkıları detaylı incelenmelidir. Ca ve P'nin sık bulunan Ca(NO3)2, CaCl2, Na2HPO4, (NH4)2HPO4 gibi tuzları kanda ve suda yüksek çözünürlüğe sahiptir fakat Ca10 (PO4)6(OH)2'nin (kemikteki hidroksi apatit) çözünürlüğü çok düşüktür. Kan akımı ile aterosklerotik plak arasında bir hücre tabakası olduğu için muhtemelen Ca ve P elementleri plak içine ayrı olarak gelip suda çözünmeyen kompleksler oluşturarak birikmektedir. Karotis plaklarında element birikmesi, bu elementleri kemik ve diyetten gelen kısımlarının detaylı araştırılması ile yeni önleyici ve tedavi edici yaklaşımlar geliştirilebilir.


INTRODUCTION: Epidemiological studies indicate that metal exposure through diet, environment and smoking is associated with increased risk of cardiovascular disease. There are few data on the elemental composition of atherosclerotic carotid plaques.
METHODS: We examined clinical characteristics and elemental composition of surgical carotid endarterectomy plaques. Carotid endarterectomy plaques from 19 patients were collected and elemental compositions were determined by inductively coupled plasma optical emission spectrometry (ICP-OES) method.
RESULTS: Two of the 19 patients were female. Average age of the patients was 71.9±7.2 years. 47.4% of the patients were diabetic and 52.6% were hypertensive. Only one of the patients never smoked. Sodium (Na), magnesium (Mg), potassium (K), calcium (Ca), phosphorus (P), iron (Fe), copper (Cu), boron (B), manganese (Mn), zinc (Zn), aluminum (Al), sulphur (S), chromium (Cr), nickel (Ni), platinum (Pt), antimony (Sb), selenium (Se) were found in different concentrations but concentrations of arsenic (As), bismuth (Bi), cadmium (Cd), cobalt (Co), molybdenum (Mo), lead (Pb) in the carotid endarterectomy samples were below the detection limit of ICP-OES. Despite of fluctuations of metal concentrations among the patients, concentrations of Ca and P were significantly high with averages of 68613 ppm and 36669 ppm respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Results of those element levels should be carefully evaluated for their role in proatherogenic role. Common salts of Ca and P such as Ca(NO3)2, CaCl2, Na2HPO4, (NH4)2HPO4 are highly soluble in water and in blood but complexes of Ca with P such as Ca10(PO4)6(OH)2 (hydroxyapatite in bones) has very low solubility. Since there is a cell layer between the atherosclerotic plaques and the blood flow, probably soluble salts of Ca and P ions come to the accumulation site separately and they form insoluble complexes, which cannot pass the cell layer and accumulate. Also, reasons of the elemental accumulation and sources of the elements from bones, diet or other sources should be investigated in detail because they lead to development of new preventive and treatment approaches for carotid atherosclerotic plaques.

11.The efficacy of preoperative vaginal wash and single-dose antibiotic prophylaxis on the postoperative infectious morbidity
Jule Eriç
doi: 10.5505/ktd.2018.26122  Pages 34 - 40
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda preoperatif vajinal lavaj ve tek doz antibiyotik profilaksisinin histerektomi sonrasında postoperatif enfeksiyöz morbiditeye olan etkileri araştırıldı. Ayrıca kısa dönem uygulanan antibiyotik profilaksisi ve vajinal povidone-iodine lavajının postoperatif vajinal floraya etkilerinin olup olmadığı değerlendirildi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız benign nedenlerle total abdominal histerektomi ve bilateral salpingo - ooferektomi yapılan 36 hastada gerçekleştirildi. Hastalar 4 gruba ayrıldı: grup A; seftizoksim profilaksisi alan ve povidone-iodine ile vajinal yıkama yapılan, grup B; seftizoksim profılaksisi alan ve serum fizyolojik ile vajinal yıkama yapılan, grup C (Kontrol); seftizoksim almayan ve vajinal yıkama yapılmayan, ve grup D; seftizoksim profilaksisi alan ve vajinal yıkama yapılmayan grup. Gruplar postoperatif enfeksiyon gelişimi, vajinal flora, ateş ve hospitalizasyon süreleri açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Seftizoksim profilaksisi alan A, B, D grubu hastalarda yara yeri enfeksiyon oranı %0, kaf sellüliti oranı %3.7 olarak tespit edildi. Antibiyotik profilaksisi almayan C grubu hastalarda yara yeri enfeksiyonu oranı %22.2, kaf sellüliti oranı %11.1 olarak bulundu. Antibiyotik profilaksisi alan gruplarla kontrol grubu kıyaslandığında aradaki fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,05). Postoperatif enfeksiyon komplikasyonlarında antibiyotik profilaksisi ile belirgin azalma gözlendi. Vajinal yıkama yapılmayan ve antibiyotik almayan hasta grubunda post-operatif vajinal florada enterokoklarda artma izlendi. Vajinal yıkama ve kısa dönem antibiyotik kullanımının postoperatif florayı önemli derecede değiştirmediği bulundu. Antibiyotik profilaksisi alan hastalarda hospitalizasyon süreleri ve ateş indekslerinde azalma tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada postoperatif enfeksiyon gelişiminin önlenmesinde vajinal lavaj ve tek doz antibiyotik profilaksisi yeterli bulunmuştur.

INTRODUCTION: In our study we evaluated the efficacy of preoperative vaginal wash and single dose antibiotic prophylaxis on the postoperative infectious morbidity after hysterectomy. Also it was appraised that the effectiveness of antibiotic prophylaxis and vaginal povidone-iodine wash and the postoperative vaginal flora.
METHODS: We studied on 36 women who were undergoing total abdominal hysterectomy and bilateral salpingo-oopherectomy for benign reasons. The patients were divided into 4 groups: group A; seftizoksim prophylaxis and vaginal wash with povidone-iodine, group B; seftizoksim prophylaxis and vaginal wash with serum physiologic, group C (Control); without seftizoksim prophylaxis and vaginal wash, and group D; seftizoksim prophylaxis but no vaginal wash. Postoperative infections, vaginal flora, fever and hospitalization times were compared between the groups.
RESULTS: The operative-site infection occured in %0 and the cuff cellulitis occured in %3.7 of the women in groups A, B and D who were given seftizoksim prophylaxis. The operative-site infection occured in %22.2 and the cuff cellulitis occured in %11.1 of the women in group C who were not given antibiotic prophylaxis. Groups receiving antibiotic prophylaxis had significantly less infectious complications when compared with the control group (p<0,05). The enterecoccus was commonly found in postoperative vaginal flora of the patients in group C. Vaginal wash and administration of short term antibiotics didn't significantly change postoperative vaginal flora. Fewer index and mean hospital stay was reduced in women who received antibiotic prophylaxis.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study we concluded that the vaginal wash and single dose antibiotic prophylaxis is enough for the prevention of postoperative infectious complications.

12.Evaluation of Integrated Pulmonary Index monitoring during sedation for Deep Brain Stimulation
Abdullah Aydın Özcan, Gülcan Berkel
doi: 10.5505/ktd.2018.37928  Pages 41 - 46
GİRİŞ ve AMAÇ: Entegre pulmoner indeks (EPİ); oksijen satürasyonu, End-tidal karbondoksit konsantrasyonu,solunum sayısı ve kalp hızı değerlerinin ortak matematiksel analiziyle elde edilen indeks değeridir.
Derin Beyin Stimülasyonu (DBS) ameliyatı, parkinson hastalığı, esansiyel tremor ve distoni gibi hareket bozukluklarının tedavisinde sedasyon altında beyine elektrod yerleştirilmesi işlemidir.
Genellikle bu hasta grubu, orta yaş ve üstü olup, çoğu zaman yandaş bir sistemik hastalıkları da vardır.
çalışmamızda DBS için sedasyon uygulanan hastaların takiplerinde EPİ ve oksijen satürasyonu (SpO2) kullanımının solunumu etkilemesi ve erken farkındalık yaratması üzerine olan etkilerini görmeyi hedefledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Etik komite onayı sonrası 2015-2017 yılları arasında sedasyon ile dexmedetomidine uygulanan ve monitörizasyonda EPİ kullanılan (Grup EPİ) ve kullanılmayan (Grup PO) hastaları retrospektif olarak inceledik. Hastaların yaş, cinsiyet, ASA sınıflaması, yandaş hastalıkları ve kullandıkları ilaçlar ile sedasyon sırasındaki kan basıncı, kalp hızı, SpO2, solunum sayısı, ve EPi kullanılan hastalarda EPİ değerleri, işlem süreleri ve erken postoperatif komplikasyonlar incelendi. Sedasyon değerlendirmesi Observer Assessment of Alertness/Sedation Skor(OAA/SS) kullanılarak yapıldı. Ağrılı işlemler sırasında uygulanan propofol ve midazolam dozları da karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmamızda sedasyon için deksmedetomidin uygulandığımız hasta gruplarında benzer hemodinamik ve solunumsal değişiklikler gözlendi. Grup PO’de sedasyon için ilaç uygulanan dönemlerde EPİ değerlerinin hafif düşmesine rağmen yeterli solunumun sağlandığını izledik. SpO2 değeri 2. sedasyon dönemi dışında Grup EPİ'de anlamlı yüksek bulundu (p<0,01). Grup EPİ'de sadece 1 hastada, Grup PO'da 2 hastada solunumsal desteğe ihtiyaç duyuldu. Grup EPİ'de EPİ değerleri sedasyon döneminde daha yüksekken, nörolojik muayene sırasında düşük (p<0,01) bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: EPİ monitörizasyonunun uzun sedasyon gerektiren DBs hasta grubunda ani solunumsal değişikliklerde erken farkındalık oluşturmasıyla faydalı olabileceğini düşündük.
INTRODUCTION: The Integrated Pulmoner Index (IPI) is a mathematically determined factor calculated from measured end tidal carbon dioxide (ETCO2), respiratory rate, Oxygen saturation (SpO2) and pulse rate.
Deep Brain stimulation (DBS) is a minimally invasive surgery for various movement disorders. During this procedure, electrodes and placed in target nuclei and performed under sedation. DBS patients were especially old and have comorbid medical conditions. We aimed to assess the early detection of respiratory adverse effects by the use of IPI andSpO2 monitorization.
METHODS: After receiving Ethics committee's approval, we reviewed retrospectively, patients' characteristics of age, gender, ASA status, coexisting diseases, sedation technique, drugs used, prosedüre durations and early complications. The study groups were determined as having IPI monitorization (Group IPI or not (Group PO). We also revised patients' heart rate, respiratory rate, SpO2, mean arterial pressure. Sedation was assessed with Observer Assessment of Alertness/Sedation Score (OAA/SS) and total amount of propofol and midazolam added during pain.
RESULTS: We observed similar hemodynamic and respiratory effects during sedation with dexmedetomidine. Group IPI have lower IPI values during sedation period compared with period of neurological assessment but respiratory status was sufficient. SpO2 data was found higher in Group IPI (p<0,01). In Group IPI only one patient and in Group PO 2 patients need respiratory support. In Group IPI, IPI values were found higher in sedation than neurological assessment duration (p<0,01).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Currently, there is limited data validating in DBS practice. IPI monitoring can early detect sudden respiratory changes in patients during DBS.

13.Retrospective evaluation of effects of vitamin D levels on skin diseases
Nurşad Çifci
doi: 10.5505/ktd.2018.46794  Pages 47 - 54
GİRİŞ ve AMAÇ: D vitamini, immünmodülatör ve antiinflamauvar etkilerinden dolayı deri hastalıklarıyla yakından ilişkilidir. Dermatolojik hasta grubumuzda D vitamini düzeylerini saptamak ve D vitamininin farklı dermatolojik hastalıklar üzerindeki etkisini değerlendirmek amacıyla bu çalışmayı yaptık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemiz Biyokimya laboratuarında Ocak 2013 ile Aralık 2013 tarihleri arasında D vitamin düzeyi diğer klinikler tarafından takip altında olan ve her hangi bir nedenle dermatoloji polikliniğine başvurmuş olan yetişkin hastaların tıbbi kayıtları retrospektif olarak incelendi. Hastaların demografik özellikleri, klinik ve laboratuvar bulguları SPSS 17 programında analiz edildi.
BULGULAR: 548 hastanın 487’si (%88.9) kadın, yaş ortalaması 42.24±13.20 (18-65) yıl, ortalama D vitamini düzeyi 13.34±9.62 ng/ml bulundu. Hastaların %60.2’sinde ek olarak başka kronik hastalıklar vardı. Yetmiş dokuz hastada (%14.4) ağır eksiklik (<5 ng/ml), 368 hastada (%67.2) eksiklik (5-20 ng/ml), 73 hastada (%13.3) yetersizlik (21-29 ng/ml) vardı. Yalnızca 28 hastanın (%5.1) D vitamini yeterli düzeydeydi (>30 ng/ml). Hastalarımızda en az bir tane olmak üzere birçok deri bulgusu saptandı. Hasta grubumuzda en sık görülen deri hastalıkları; dermatitler (%32.3), dermatofitozlar (%19.1), kserosis (%16.9), akne vulgaris (%10.7), psoriasis (%5.6), bakteriyel ve viral deri hastalıkları (%5.6), seboreik dermatit (%5.2), saç ve tırnak bozukluğu (%4.3), Behçet hastalığı (%2.5), rozasea (%2.18), pigmentasyon bozukluğu (%2.2) ve ürtiker (%2.0) idi. Bunların D vitamini düzeyleri arasındaki fark istatiksel olarak anlamlı değildi (p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: D vitamini pek çok deri hastalığını etkilemektedir. Dermatolojik hasta grubunda D vitamini düzeyinin değerlendirilmesi gerekmektedir.
INTRODUCTION: Vitamin D is closely related to skin diseases due to its immunomodulatory and anti-inflammatory effects. The aim was to determine vitamin D levels in our patient group and to evaluate the effect of vitamin D on different dermatological diseases.
METHODS: Between January 2013-December 2013, medical records of the adult patients who applied to dermatology clinic and whose vitamin D levels were under follow-up in other clinics, were retrospectively reviewed. Demographic, clinical, laboratory variables of patients were analyzed by using SPSS version 17.
RESULTS: 487 of 548 patients were female (88.9%), the mean age of the patients was 42.24±13.20 years old (18 - 65 years), the mean vitamin D level was 13.34±9.62 ng/ml. 330 patients (60.2%) were followed by other clinics due to various chronic diseases. Heavy deficiency (<5 ng/ml) in 79 patients (14.4%), deficiency (5- 20 ng/ml) in 368 patients (67.2%), and insufficiency (21- 29 ng/ml) in 73 patients (13.3%) were found. Only 28 patients (5.1%) had adequate vitamin D (>30 ng/ml) levels. At least one skin diseases were found in patients. The most common skin diseases were dermatitis (32.3%), dermatophytosis (19.1%), xerosis (16.9%), acne vulgaris (10.7%), psoriasis (5.6%), bacterial and viral infections (5.6%), seborrheic dermatitis (5.2%), hair and nail disorders (4.3%), Behçet’s disease (2.5%), rozasea (2.18%), pigmentation disorders (2.2%), urticaria (2.0). The difference between the levels of vitamin D was not statistically significant (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Vitamin D affects many skin diseases. In the dermatological patient group, vitamin D needs to be evaluated.

CASE REPORT
14.Recurrent Multifocal Pleomorphic Adenoma of the Parotid Gland, A Case Report.
Vasıf Soysal, Mustafa Cantürk, Şafak Atahan, Özgür Çakır Kaya, Abdullah Günen
doi: 10.5505/ktd.2018.50465  Pages 55 - 59
Pleomorfik adenoma, parotis bezinin benign tümörleri arasında en yaygın olanıdır. Tedavisi cerrahidir. Enükleasyon ameliyatı yapılanlarda rekürrens oranı yüksektir. Rekürrensleri en aza indirmek için fasiyal sinirin korunduğu yüzeyel parotidektomi ameliyatı yapılmalıdır. Rekürrenslerde tedavi, total parotidektomidir, rekürrensler tek nodül veya çok odaklı olabilmektedir. Tekrarlayan çok odaklı pleomorfik adenomlarda en önemli tanı yönteminin Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRG) olduğu bilinmektedir. Bu makalede parotis bezinin tekrarlayan, çok odaklı pleomorfik adenom olgusunu sunuyoruz.
Pleomorphic adenoma is the most common benign tumor of the parotid gland. The treatment is the surgery. The rate of recurrence is high when the enucleation surgery is performed. In order to minimize the recurrences, a superficial parotidectomy by protecting facial nerve should be performed. Treatment for recurrences is total parotidectomy, recurrences may be single nodule or multifocal. Magnetic Resonance Imaging (MRI) is known to be the most important diagnostic method for recurrent multifocal pleomorphic adenomas. İn this article we present a recurrent multifocal pleomorphic adenoma of the parotid gland.

15.Eosinophilic Esophagitis as a Rare Cause of Dysphagia: Two Case Presentation with Literature Review
Yavuz Beyazit, Alpaslan Tanoğlu
doi: 10.5505/ktd.2018.57614  Pages 60 - 63
Eozinofilik özofajit (EÖ) özofagusun kronik, immün aracılı bir hastalığıdır ve genellikle özofageal disfonksiyon, retrosternal yanma, ve eozinofil baskın inflamasyon ile karakterizedir. EÖ’li birçok hasta çoğunlukla yutma güçlüğü, reflü benzeri şikayetler ve yutma güçlüğü ile prezente olur. Her ne kadar diyetsel alerjenler patofizyolojide çoğunlukla suçlansa da bilinmeyen birçok faktörün de patofizyolojiden sorumlu olduğuna inanılmaktadır. Biz bu vaka raporlarında kliniğimize yutma güçlüğü ile başvuran ve EÖ tanısı alan 2 hastayı sunmayı amaçladık. Tedavide oral flutikazon ve diyet kısıtlaması her iki hastaya da başlandı ve izlem sürecinde her iki hastada başarılı sonuçlar elde edildi.
Eosinophilic esophagitis (EO) is a chronic, immune mediated disease of esophagus characterized with esophageal dysfunction, retrosternal heartburn, and eosinophil-predominant inflammation. Most patients with EO clinically presents with dysphagia, reflux-like symptoms and swallowing difficulties. Although food allergens are mostly accused in the pathophysiology of EO, there is still unknown additional factors that are belived to be exist in the pathophysiology. Herein, we would like to present two patients who admitted to our clinic with the complaint of dysphagia and was diagnosed as EO. Oral fluticazone treatment was started with dietary restriction to both patients. A favorable outcome was achieved during follow-up.

ORIGINAL ARTICLE
16.
Sezeryan operasyonu yapılan hastalarda preoperatif anksyete düzeyi ve postoperatif ağrı arasındaki ilişki
Bahar Sarıibrahim Astepe
doi: 10.5505/ktd.2018.59672  Pages 64 - 69
GİRİŞ ve AMAÇ: Doğuma dair anksiyete gebelerde sık rastlanan bir durumdur. Çalışmamızda elektif ve acil sezaryen yapılan hastalarda preoperatif anksiyete durumu ile postoperatif ağrı arasındaki ilişkiyi değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 15 Aralık 2017 - 15 Haziran 2018 tarihleri arasında S.B.U Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Doğum Kliniğinde toplam 158 acil ve elektif şartlarda sezaryen yapılan hastaya preoperatif HADS (Hastane Anksiyete Depresyon Skalası)'ın anksiyeteyle ilgili soruları soruldu, postoperatif VAS(görsel ağrı skalası) skorları ve analjezik kullanımı değerlendirildi.
BULGULAR: Anksiyete skoru yüksek(≥8) olan hastalarda, skoru düşük(<8) olanlara göre postoperatif 6.saat VAS skoru ve kullanılan analjezik miktarı yüksek bulunmuştur. Preop anksiyete ve postop ağrı arasındaki ilişki Spearman korelasyon analiziyle değerlendirildi. Postoperatif kullanılan analjezik miktarıyla preop anksiyete skoru ve postop 6. saat VAS skoru arasında anlamlı korelasyon bulundu (r: 0.329, r: 0.285). Bunun yanında preop anksiyete skoruyla postoperatif 6., 12., 18. saat VAS skorları arasında anlamlı korelasyon izlenmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastaların sezaryen öncesi kaygı durumlarının operasyon sonrası ağrı durumlarıyla ilişkili olmadığı fakat kaygı düzeyi yüksek kişilerin daha çok analjezik kullandığını gözlemledik. Sezaryen sonrası ağrı annenin iyileşme süreci, anne-bebek arasındaki erken dönemde kurulan bağın gelişimi açısından çok önemli yer tutmaktadır, bu noktada sezaryen sonrası ağrıyla ilişkili nedenler ve ağrının tedavisi için yeni yöntem ve araştırmalara ihtiyaç vardır.

17.Reasons for cancellation of the cycle before embryo transfer in couples who have received intrastoplasmic sperm injection therapy: retrospective analysis of 11 years practice
Erkan Erdem, Meryem Hocaoğlu, Akın Usta, Ziya Çebi, Meriç Karacan, Abdulkadir Turgut
doi: 10.5505/ktd.2018.67044  Pages 70 - 76
GİRİŞ ve AMAÇ: Özel bir tüp bebek ünitesine başvurarak intrasitoplazmik sperm enjeksiyonu (ICSI) programa alınmış ancak embriyo transferi (ET) yapılamamış çiftlerde siklus iptaline neden olan faktörler incelendi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: ICSI tedavisine alınan ve ET yapılamayarak siklusu iptal edilen çiftler incelendi. Siklus iptal nedenleri; azospermik hastalarda mikroskobik testiküler sperm ekstraksiyonunda (m-TESE) sperm bulunamaması, kadında ovulasyon indüksiyonuna yanıt alınamaması, oosit aspirasyonunda oosit bulunamaması, fertilizasyon olmaması, embriyo gelişimi olmaması, ovaryan hiperstimulasyon sendromu (OHSS) riski, endometriumun gelişmemesi, servikal stenoz ve sosyal nedenler olarak sınıflandırıldı.
BULGULAR: Çalışma grubu, tedavi programına alınan 6623 çiftten oluştu. Bu hastaların 2014’ünde (%30.4) siklus iptal edildi. Siklusu iptal edilen 2014 hastanın %10.8’ inde (n=218) siklus iptal nedeni m-TESE’ de sperm bulunmamasıydı. Azospermi endikasyonuyla programa alınan 586 erkek hastanın 218’ sinde (218/2014, %10.8) sperm bulunamaması nedeniyle siklus iptal edildi. Non-obstrüktif azospermik (NOA) 462 hastanın % 47.1’inde ise testiküler sperm elde edilemedi. Ovulasyon indüksiyonuna başlanan kadınların 651’inde ovaryan yanıt alınamadı (%9.8) ve oosit aspirasyonu yapılamadı. Diğer nedenler ise fertilizasyon olmaması 321 (%15.9), embriyo gelişmemesi 232 (% 11.5), OHSS riskinin olması 57 (% 2.8), endometriumun gelişememesi 23 (% 1.1) idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: ICSI-ET endikasyonu ile tedavi programına alınan erkeklerde en sık siklus iptal nedeni NOA hastalarında m-TESE işleminde testiküler sperm bulunamaması olurken; kadınlarda zayıf over yanıtı nedeniyle ovulasyon indüksiyonuna yanıt alınamaması oldu.
INTRODUCTION: Factors leading to cycle cancellation were investigated in couples who have started intracytoplasmic sperm injection (ICSI) treatment but did not embryo transfer (ET) in a special IVF unit.
METHODS: The couples who received ICSI treatment but whose cycle was cancelled without ET were evaluated. Reasons for cycle cancellation classified as unable to find sperm in micro-dissection sperm retrieval (m-TESE) procedure in patients with azoospermia, no response to ovulation induction in women, unable to find oocyte in oocyte pick-up procedure, lack of fertilization, lack of embryo development, risk of ovarian hyperstimulation syndrome (OHSS), not enough endometrial development, cervical stenosis and social problems.
RESULTS: 6623 couples were received ICSI treatment, 30.4% (n=2014) of them cycles were cancelled. The absence of sperm in m-TESE found in 10.8% (n= 218) of cycle canceled patients (n= 2014). Sperm was not detected in 218 of 586 male patients (218/2014, % 10,8) who underwent m-TESE due to azoospermia and then the cycle was cancelled. 47.1% of patients with non-obstructive azoospermia (NOA) did not have testicular sperm. In 651 (9.8%) of women who started ovulation induction, the ovarian response was not obtained and oocyte aspiration could not be performed. Lack of fertilization 321 (15.9%), lack of embryo development 232 (11.5%), risk of OHSS 57 (2.8%), not enough endometrial development 23 (1.1%) were the other reasons.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The most frequent reasons for cycle cancellation in couples who underwent ICSI-ET treatment were failures to obtain testicular sperm in the m-TESE procedure in NOA patients and to ovulation induction due to weak ovarian response.

18.Analysis of Stillbirths in our clinic
Ünal Turkay, Mehmet Salıcı, Hasan Terzi, Bahar Sarıibrahim Astepe
doi: 10.5505/ktd.2018.77699  Pages 77 - 81
GİRİŞ ve AMAÇ: Ölü doğum, gebelerin bakımını iyileştirmeye yönelik çalışma ve çabalara rağmen birçok ülkede gebeliğin hala çok yaygın görülen olumsuz bir sonucudur. Dünya üzerinde 2,6 milyon üçüncü trimester ölü doğum meydana gelmekte olup bunların %98’i düşük ve orta gelirli ülkelerden bildirilmektedir.Gebelik sonuçları sosyoekonomik durumlarla yakından ilişkilidir. Bu çalışmamızda kliniğimizdeki 2016-2017 yılları arasındaki ölü doğumları analiz etmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Üçüncü trimesterde 54 ölü doğumun klinik verileri, Ocak 2016 – Temmuz 2017 tarihleri arasında Kocaeli ili Derince ilçesinde Sağlık Bilimleri Üniversitesi Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde insidansı, maternal profili, nedenleri, doğum şekli dahil olmak üzere retrospektif incelendi.
BULGULAR: Sağlık Bilimleri Üniversitesi Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde Ocak 2016 ve Temmuz 2017 tarihleri arasında ölü doğum insidansı %1,17 (54/4588)’dir. Ölü doğum insidansı Türk gebelerde %1,12 (47/4195), Suriyeli gebelerde %1,78 (7/393)’dir. Yaşları 17 ile 47 arasında değişmekte olup, ortalama 29,94±7,29 yıldır. Olguların %53,7’si (n=29) normal doğum, %46,3’ü (n=25) sezaryen doğum yapmıştır. Gebelik haftaları incelendiğinde; gestasyonel yaşı 36 haftadan küçük olan olgu oranı %70,4 (n=38), gestasyonel yaşı 37 hafta ve daha uzun süren olgu oranı %29,6 (n=16) olarak saptanmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ölü doğum oranı gebelik ve doğum sırasındaki bakım kalitesinin bir göstergesidir. Doğumla ilgili komplikasyonların önlenmesi, ölü doğumların görülme sıklığının azaltılması için riskli gebeliklerin doğum öncesi bakımının iyi olması ve üçüncü trimesterde yakın izlem oldukça önemlidir. Antenatal fetal monitörizasyonla gebeliğin sonlanması için zamanında ve doğru bir yönetim, ölü doğum vakalarını azaltmada yardımcı olabilir. Ölü doğum oranı ileri yaş gebeliklerde daha yüksektir, bu nedenle ileri yaş gebeliklerin yönetimini güçlendirmek gerekir.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to analyse the stillbirth cases that occurred at our clinic.
METHODS: The clinical data of 54 stillbirths that occurred during the third trimester at the Kocaeli Derince Education and Research Hospital of the Health Sciences University in Turkey, between January 2016 and July 2017, was retrospectively reviewed, including the incidence, maternal profiles, causes and delivery routes.
RESULTS: The stillbirth incidence was 1.17% (54/4,588), with a 1.12% (47/4,195) incidence in the Turkish pregnancies and 1.78% (7/393) incidence in the Syrian pregnancies. The patients’ ages ranged from 17 to 47 years old (average=29.94±7.29 years). Of the cases, 53.7% (n=29) had normal deliveries and 46.3% (n=5) had caesarean deliveries. The highest aetiology rate was 59.2% for the unknown aetiologies. Placental anomalies made up the second highest frequency (16.6%), with foetal anomalies being third (11.1%). With regard to the comorbid disease incidence in the mothers, 66.6% of the cases were not diagnosed with congenital anomalies, and 18.5% were diagnosed with preeclampsia.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The stillbirth rate is an indication of the quality of care during pregnancy and delivery. Proper pregnancy care for high risk pregnancies can prevent birth complications and reduce the stillbirth incidence, with close follow-up during the third trimester being very important. The stillbirth rate is higher in advanced age pregnancies, so it is necessary manage these properly.

19.Biofilm Formation Activities of Isolated Microorganisms from Hospitalized Patients
Abdulhamit Çalı, Cem Çelik, Uğur Tutar, Mustafa Zahir Bakıcı
doi: 10.5505/ktd.2018.80488  Pages 82 - 88
GİRİŞ ve AMAÇ: Günümüzde antimikrobiyallere dirençli mikroorganizmaların giderek artması bakteriyel enfeksiyonların tedavisinde ciddi sorunlara neden olmaktadır. Antimikrobiyal maddelere karşı direncin önemli nedenlerinden birisi de biyofilmlerdir. Biyofilm, mikroorganizmalar için korunaklı bir yapıdır ve bu yapının içinde yaşayan mikroorganizmalar antimikrobiyal ajanlara ve dezenfektanlara karşı planktonik formlara oranla 1000 kata kadar daha dirençli olabilmektedir. Bu çalışmada, hastane enfeksiyonlarından sıklıkla izole edilen Acinetobacter baumannii, Pseudomonas aeruginosa, Staphylococcus aureus ve Candida albicans mikroorganizmalarının biyofilm formasyon aktivitelerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Uygulama ve Araştırma Hastanesi servislerinde ve yoğun bakım ünitelerinde yatan hastalardan gönderilen çeşitli klinik örneklerden yapılan kültürlerde üreyen 25’er adet A. baumannii, P. aeruginosa, S. aureus ve C. albicans mikroorganizmalarının biyofilm üretim kapasiteleri mikrotitre plak yöntemi kullanılarak yapılmıştır. Biyofilm formasyonları negatif kontrol değeri baz alınarak; biyofilm oluşturmayan = 0, zayıf biyofilm = I, orta dereceli biyofilm = II ve güçlü biyofilm = III olarak değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Yapılan çalışma sonrasında izolatların toplam % 89’unda zayıf, orta ve güçlü düzeylerde biyofilm oluşumu tespit edilmiştir. A. baumannii, P. aeruginosa, S. aureus ve C. albicans suşlarının biyofilm oluşturma oranları sırası ile % 100, % 88, % 92 ve % 76 olarak bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastane kaynaklı P. aeruginosa, A. baumannii, S. aureus ve C. albicans mikroorganizmalarının önemli oranlarda biyofilmler oluşturduğu görülmüştür. Mikroorganizmalarda direnç gelişimi ile ilgili çalışmalarda bu durumun da göz önünde bulundurulması önemli olabilir. Çalışmamızda elde edilen verilerin bu konuda yapılacak daha ileri çalışmalar için literatüre veri sunacağını düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Increasing numbers of antimicrobial-resistant microorganisms today are causing serious problems in the treatment of bacterial infections. One of the major causes of resistance to antimicrobials is biofilms. Biofilm is a sheltered structure for microorganisms and microorganisms living within this structure can be up to 1000 times more resistant to antimicrobial agents and disinfectants than planktonic forms. In this study, it was aimed to evaluate biofilm formation activities of Acinetobacter baumannii, Pseudomonas aeruginosa, Staphylococcus aureus and Candida albicans microorganisms which are frequently isolated from hospital infections.
METHODS: In this study, the biofilm production capacities of 25 A.baumannii, 25 P.aeruginosa, 25 S.aureus and 25 C.albicans microorganisms that were cultured in various clinical specimens sent from the patients hospitalized in Cumhuriyet University Faculty of Medicine Practice and Research Hospital services and intensive care units were evaluated by microtiter plate method. Biofilm formations were evaluated based on negative control value how non-biofilm = 0, weak biofilm = I, moderate biofilm = II and strong biofilm = III.
RESULTS: At the end of the study, 89% of the isolates were found to have weak, moderate and strong biofilm formation. Biofilm formation rates of A.baumannii, P.aeruginosa, S.aureus and C.albicans were 100%, 88%, 92% and 76%, respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Hospital-borne P.aeruginosa, A.baumannii, S.aureus and C.albicans microorganisms were found to form biofilms at significant proportions. Consideration of this situation may be important in studies on resistance development in microorganisms. We think that the data obtained in our study will provide literature data for further studies in this regard.

20.Determination of Vitamin D Metabolism and Bone Strength by Quantitative Ultrasound in Term Newborns
Ebru Canda, Nermin Tansuğ, Betül Ersoy, Cevval Ulman, Yeşim Bülbül
doi: 10.5505/ktd.2018.82787  Pages 89 - 95
GİRİŞ ve AMAÇ: Yetersiz D vitamin alımı kemik mineralizasyonunu ve döngüsünü olumsuz etkilemektedir. Gebelikte annenin kemik döngüsü üzerindeki değişiklikler fetusun kemik mineral içeriğinde değişikliğe neden olmaktadır. Bu çalışmada fetal kemik minerilizasyonu üzerinde belirleyici olan D vitamin metabolizmasını etkileyen faktörler, biyokimyasal kemik göstergeleri ve yenidoğanlarda kantitatif ultrason ile değerlendirilen kemik yapısı arasındaki ilişkinin saptanması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde doğan 90 term bebek ve annesi çalışmaya alındı. Serum kalsiyum, fosfor, alkalen fosfataz, kemik alkalen fosfataz, 1,25(OH)2D, 25(OH)D, paratiroid hormone ve osteokalsin düzeyleri ölçüldü. Yaşamın ilk 96 saati içinde kantitatif ultrason cihazı ile tibial ölçümleri yapıldı.
BULGULAR: Annelerin ortalama 25(OH)D ve 1,25(OH)2D düzeyleri normal sınırlarda saptandı. Yenidoğanlarda ölçülen ortalama Ca düzeyleri ortalama 10.1 ±0.6 mg/dl, P düzeyleri 6.2±1 mg/dl saptandı. D vitamini desteği almayan annelerde serum 25 (OH)D değerleri yüksek (p = 0.02), D vitamini desteği almayan annelerde PTH değerleri yüksek ve osteokalsin değerleri düşük bulundu (sırasıyla P = 0.02 ve p = 0.03). Anneleri D vitamini desteği almayan yenidoğanlarda PTH değerleri daha düşüktü (P= 0.004). Ca takviyesi yapılan annelerde 25 (OH) D değeri yüksekti (P = 0.009). Yenidoğanların SOS değerleri 3127 ± 107 (2900-3389), ortalama Z skoru 0.3 ± 0.7 (-1.4 - 2.6) idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yenidoğanların SOS skorları ile Ca ve ALP değerleri arasında anlamlı korelasyon gözlendi. Kemik yapısının kantitatif ultrason ile değerlendirilmesi, invaziv olmayan ve pratik bir yöntemdir.
INTRODUCTION: Insufficient intake of vitamin D negatively effects bone mineralization and turnover. Changes in mothers’ bone turnover during pregnancy effects bone mineral composition of the fetus. The aim of this study was to evaluate the factors, biochemical markers and bone structure assessed by quantitative ultrasonography effecting vitamin D metabolism.


METHODS: Ninety term newborn and their mothers included in the study. Serum levels of Ca, P, alkaline phosphatase (ALP), bone ALP (BALP), 1,25(OH)2D, 25(OH)D, parathyroid hormone (PTH), and osteocalcine levels were analyzed from the serums of mothers. Quantitative ultrasound from the tibial bone was performed for all infants during the first 96 hours
RESULTS: Mean values for 25(OH)D and 1,25(OH)2D were within normal ranges in mothers. Mean blood Ca levels of the newborns was 10.1 ±0.6 mg/dl, and mean P levels of the newborns was 6.2±1 mg/dl. Serum 25(OH)D values were high in mother who used vitamin D supplementation (P=0.02), PTH values were high and osteocalcine values were low in mothers who did not used vitamin D supplementation (P=0.02 and P=0.03, respectively). PTH values were low in newborns whose mothers did not received vitamin D supplementation (P=0.004). 25(OH)D values were high in mothers who received Ca supplementation (P=0.009). SOS values of newborns were 3127±107 (range, 2900-3389), and mean Z scores were 0.3±0.7 (range, -1.4 - 2.6).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Significant correlation was observed between the SOS scores and Ca and ALP values of the newborns. Assessment of the structure of bone with quantitative ultrasound is a noninvasive and practical method.


21.Moral Sensitivity in Nurses Providing Care to Psychiatric Patients: A cross-sectional study
Songül Duran, Maral Kargın, Evrim Çelebi
doi: 10.5505/ktd.2018.93584  Pages 96 - 103
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, psikiyatri hastasına bakım veren hemşirelerin ahlaki duyarlılığının belirlenmesi amaçlanmıştır.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı ve kesitsel tipteki bu araştırma, Nisan - Temmuz 2017 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. Bu araştırmanın örneklemini, Türkiye’de Doğu Anadolu bölgesinde yer alan ve 3. basamak sağlık hizmeti veren bir ruh sağlığı hastanesi ve toplum ruh sağlığı Merkezi’nde çalışan 105 hemşire oluşturmuştur. Veriler Kişisel Bilgi Formu ve Ahlaki Duyarlılık Anketi (ADA) ile toplanmıştır.
BULGULAR: Çalışmaya katılan hemşirelerin ahlaki duyarlılıklarının yüksek düzeyde olduğu saptanmıştır. Toplam ADA puanının cinsiyet, eğitim durumu, servisteki görevleri, serviste çalışma yılı ve mesleği sevme durumuna göre istatistiksel açıdan anlamlı fark oluşturmadığı belirlenmiştir. 30 yaş ve altı hemşirelerin 30 yaşın üstündeki hemşirelere göre, bekar hemşirelerin ise evli hemşirelere göre oryantasyon alt boyutu puanlarının daha yüksek olduğu belirlenmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hemşirelerde ahlaki duyarlılığın oluşturulması, devam ettirilmesi ve geliştirilmesi için psikiyatri hemşireliği eğitiminde ve uygulamasında yetkinlik ve sorumluluk oluşturulması, mezuniyet sonrası hizmet içi eğitimlerin düzenli olarak verilmesi önerilebilir.
INTRODUCTION: In this study, it was aimed to determine the moral sensitivity of nurses who give care to psychiatric patients.
METHODS: This descriptive and cross-sectional study was conducted between April and July 2017. The sample of this research, a field that mental health care in the Eastern Anatolia region in Turkey and 3 consisted of 105 nurses working in hospitals and community mental health center. Data were collected via Personal Information Form and Moral Sensitivity Questionnaire.
RESULTS: The nurses participating in the study were found to have high levels of moral sensitivity. It was determined that orientation subscale scores of 30 year old and younger nurses comparing with nurses older than 30 and single nurses comparing with married ones were determined as higher.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Competence and responsibility creation in psychiatric nursing education and practice, and providing regular in-service training after graduation may be advised to create, maintain and improve moral sensitivity of nurses.


22.A cross sectional look at medication use in geriatric patients
Zeynep Öztürk
doi: 10.5505/ktd.2018.94834  Pages 104 - 110
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı yaşlı hastalarda reçetelendirilmiş ilaçları ve hastaneye başvuru nedenlerini değerlendirmekti.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kasım 2013- Aralık 2013 tarihleri arasında Basın sitesi semt polikliniğine başvuran yaşlı hastaların (≥65 yaş) medikal kayıtları kullanılarak tek merkezli, retrospektif bir çalışma yürütüldü. Hastaların demografik özellikleri, tanıları ve reçetelenmiş ilaçları değerlendirmeye alındı.
BULGULAR: Polikliniğe başvuruda bulunmuş 293 yaşlı hasta (152 kadın, 141 erkek) çalışmaya dahil edildi. Ortalama yaş erkek hastalar için 72,15±7,1, kadın hastalar için 71,84±5,2 idi. Hastaların sadece %2’sinin bir sağlık güvencesi yoktu. Hastaneye en sık başvuru nedenleri sırasıyla irritabl barsak sendromu (%12,6), abdominal ve/veya pelvik ağrı (%11,6), gastroözefageal reflü (%9,8), esansiyel hipertansiyon (%8,5), benign tiroid neoplazmı (%7,7) and insülin bağımlı olmayan diabetes mellitus (%7) idi. Hastaların yarısına yakını herhangi bir ilaç almazken, %8,8’ine beş ve daha fazla ilaç reçetelenmişti. Toplam reçetelenen ilaç sayısı 473 olup hasta başına 0 ile 9 adet arasında değişmekteydi. En sık reçetelenen ilaçlar sırasıyla kardiyovasküler ilaçlar (%20,2), nonsteroid anti-inflamatuar ilaçlar (%16,7), gastraointestinal ilaçlar (%14,1) idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızın sonuçları kardiyovasküler ilaç kullanımı ve ağrının yaşlı hastalarda oldukça sık olduğunu göstermektedir. Yalnız ilaç tedavisi değil, ağrı kontrolü için multidisipliner bir yaklaşım kullanılmalıdır. Yaşlılarda polifarmasi ve gereksiz ilaç kullanımının önüne geçmek için dikkatli bir öykü ve fizik tedavi önem taşımaktadır.
INTRODUCTION: The aim of this study was to evaluate the prescription drugs and reasons for hospital admission among elderly patients.
METHODS: A single-center, retrospective study between November 2013 and December 2013 was conducted using the medical records of elderly patients (≥65 years of age) admitted to the outpatient clinic. Demographic characteristics of patients, diagnoses and prescription drugs were evaluated.
RESULTS: A total of 293 elderly patients (152 female, 141 male) attending a outpatient clinic were included in the study. The mean age was 72.15±7.1 for the male patients, and 71.84±5.2 for the females. Only 2% of the patients had no health insurance. The most common reasons for hospital admission were irritable bowel syndrome (12.5%), abdominal and/or pelvic pain (11.6%), gastroesophageal reflux disease (9.8%), essential hypertension (8.5%), benign thyroid neoplasm (7.7%) and noninsulin-dependent diabetes (7%), respectively. Nearly half of the patients did not receive any medication (%45), only 8.8% of them received five and more drugs. The total number of drugs prescribed were 473 and ranged from 0 to 9 drugs per patient. The most commonly prescribed drugs were cardiovascular system drugs (20.2%), nonsteroidal anti-inflammatory drugs (16.7%), gastraointestinal drugs (14.1%), respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our data showed that cardiovascular drug use and pain were common among the old patients. Not only drug treatment, a multidisciplinary approach should be used for pain control. A careful history and physical examination are crucial to prevent polypharmacy and inappropriate medication use in elderly.

23.MRI and ACCOMPANYING KNEE PATHOLOGIES in the RADIAL TEARS of MEDIAL and LATERAL MENISCI
Yüksel Işık
doi: 10.5505/ktd.2018.98705  Pages 111 - 117
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, medial ve lateral menisküslerde izlenen radyal yırtıkların manyetik rezonans görüntüleme (MRG) bulgularını ve bu yırtık tipinin, eşlik eden diz patolojileri ile ilişkisini ortaya koymaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada retrospektif olarak 30 hastanın MRG incelemesi PACS üzerinde değerlendirildi. MRG bulguları retrospektif olarak kas iskelet tercübesi olan 2 radyolog tarafından yorumlandı. Çalışmaya, pür radyal yırtığı olan hastalar dahil edildi. Diz MRG incelemeleri yapılmış ve radyal yırtık tespit edilen 30 olgu belirlenerek verileri kaydedildi. 30 hastadan 22'si merkezimizde atroskopik operasyon geçirmiş olup, 22'sinde de MRG bulguları ile uyumlu şekilde radyal yırtık olduğu konfirme edildi.
BULGULAR: 30 olgunun 17'sinde medial menisküste (%56,7), 13'ünde lateral menisküste (%%43,3) radyal yırtık saptadık. Medial menisküste 11 (%36,7) olguda ekstrüzyon (≥3 mm), lateral menisküste 7 (%23,3) olguda ekstrüzyon görülmektedir. Bu çalışmada, radyal yırtığa en sık eşlik eden ligaman patolojisi ön çapraz bağ (ÖÇB) (17 olgu %56,9) olarak saptanmıştır. Radyal yırtık ile kıkırdak patolojileri arasındaki ilişki değerlendirildiğinde; En sık medial patellar fasette (MPF) 26 (%86,6) kondromalazi saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Radyal yırtıklar sıklıkla medial menisküste meydana gelirler. Medial meniskal radyal yırtıklarda mediale ekstrüzyon (≥3 mm) sık eşlik ederken, lateral meniskal radyal yırtıklarda laterale ekstrüzyon daha az rastalanılır. Radyal meniskal yırtıklarda en sık ligaman patolojisi, arka çapraz bağda görülür. Radyal yırtık ile dejeneratif kıkırdak hastalığı ilişkisinde, en sık MPF kıkırdağının etkilendiği izlenmektedir. Medial menisküs ekstrüzyonu ile kıkırdak dejenerasyonu arasında belirgin ilişki mevcut iken, lateral menisküs ekstrüzyonu ile kıkırdak dejenerasyonu arasında belirgin ilişki korele edilemedi.
INTRODUCTION: The aim of this study is to demonstrate magnetic resonance imaging (MRI) findings of radial tears that are seen in the medial and lateral menisci and the relationship between this tear type and other accompanying knee pathologies
METHODS: In this study, the MRI examinations of 30 patients were evaluated on PACS retrospectively. The MRI findings were interpreted by two different radiologists who were experienced in musculoskeletal radiology. Only the patients who revealed radial tears on MRI were included in the study. Out of 30 patients,22 underwent arthroscopic operation in our center and all of them were confirmed to have radial tears in accordance with the MRI findings.
RESULTS: Extrusion (≥3 mm) was observed in the medial meniscus of 11 cases (36.7%) and in the lateral meniscus of seven cases (23.3%). In this study, the most common accompanying ligament pathology was in the anterior cruciate ligament (ACL) (17 cases, 56.9%). When the relationship between radial tear and cartilage pathologies was evaluated; cartilage degeneration frequently was found in the medial patellar facet (MPF) of 26 cases (86.6%) patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Medial meniscal radial tears are frequently accompanied with extrusion to medial (≥3 mm). ACL pathology is the most common ligament pathology in radial meniscal tears. It is observed that MPF cartilage are frequently affected in relation to radial tear and degenerative cartilage disease. There is a significant relationship between medial meniscal extrusion and cartilage degeneration.

24.Premenstrual dysphoric disorder and affective temperament in patients with polycystic ovary syndrome
Hülya Ertekin, Başak Şahin, Halil İbrahim Taş, Fatma Beyazıt, Mehmet Aşık, Yusuf Haydar Ertekin
doi: 10.5505/ktd.2018.24119  Pages 118 - 123
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, Polikistik Over Sendromu (PKOS) olan kadınların, afektif mizaçlarını ve Premenstrual Disforik Bozukluk (PMDB) komorbiditesini değerlendirmek ve Sağlıklı Kontrollerle (SK) karşılaştırmayı hedefledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya 20 PKOS hastası ve 20 SK dahil edildi. Tüm katılımcılara Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği (HADÖ) ve Mizaç Karakter Envanteri (Temperament Evaluation of Memphis, Pisa, Paris and San Diego-Autoquestionnaire version (TEMPS-A)) uygulandı. PMDB ve diğer psikiyatrik bozuklukların tanıları, DSM-5 tanı ölçütlerini kullanarak tüm katılımcılarla bire bir görüşen uzman psikiyatristler tarafından yapıldı.
BULGULAR: PKOS'lu hastalarda PMDB'nin eştanısı% 30 (n = 6) iken SK grubunda % 15 (n = 3) idi. PMDB oranları bakımından gruplar arasında anlamlı farklılık gözlenmedi. PKOS'lu hastalarda SK'lere göre daha yüksek oranda majör depresyon (% 25, n = 5) ve anksiyete bozukluğu (% 20, n = 4) olmakla birlikte, sadece anksiyete bozuklukları PKOS'da SK grubuna göre anlamlı derecede yüksekti (p = 0.03).
TARTIŞMA ve SONUÇ: PKOS'lu hastalar, DSM-5’e göre bir duygudurum bozuklukları arasında olan ve adet döngüsü ile ilişkili olan PMDB açısından risk faktörüne sahip olabilirler. PKOS’lu kadınlarda, PMDB ve diğer psikiyatrik durumları düşünmek ve tedavi etmek, bu hastaların yaşam kalitesini ve işlevselliğini artırabilir.
INTRODUCTION: This study aimed to evaluate the affective temperaments of women with Polycystic Ovary Syndrome (PCOS), to assess its comorbidity with Premenstrual Dysphoric Disorder (PMDD) and compare with Healthy Controls (HC).
METHODS: A total of 20 women with PCOS and 20 HC were included in this study. Hospital Anxiety and Depression Scale (HADS) and Temperament Evaluation of Memphis, Pisa, Paris and San Diego-Autoquestionnaire version (TEMPS-A) were applied to all participants. The Diagnoses of PMDD and other psychiatric disorders were made by staff psychiatrists interviewing all participants using DSM-5 diagnostic criteria.
RESULTS: The comorbidity of PMDS in patients with PCOS was 30% (n=6), while it was 15% (n=3) in the HC group. PMDS proportions did not differ significantly between groups. Patients with PCOS had higher major depression (25%, n=5) and anxiety disorders (20%, n=4) compared with HCs, but only anxiety disorders were significantly higher in PCOS than the HC group (p=0.03).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Patients with PCOS may have more risk factors of PMDD, which is a mood disorder according to DSM–5, and associated with menstrual cycles. Considering and treating PMDD and other psychiatric conditions may increase the quality of life and functionality of women with PCOS.

25.Investigation Of Health Literacy Of Reading Students In Social And Health Sciences Of A University
Bahar İnkaya, Hilal Tüzer
doi: 10.5505/ktd.2018.27146  Pages 124 - 129
GİRİŞ ve AMAÇ: GİRİŞ: Bireyin temel sağlık bilgisine sahip olmasını gerektiren sağlık okuryazarlığı kavramı sağlık hizmetlerinin doğru ve etkili kullanımında oldukça önemlidir.
AMAÇ: Bu çalışma Sağlık ve Sosyal Bilimlerde okuyan üniversite öğrencilerinde sağlık okuryazarlığının değerlendirilmesi durumunun incelenmesi amacıyla bu araştırma planlanmıştır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Sağlık ve Sosyal Bilimlerde okuyan toplam 440 öğrenci araştırmanın örneklemini oluşturdu. Veri toplama formu olarak sosyodemografik veri formu ve Yetişkin Sağlık Okuryazarlığı Ölçeği kullanıldı.
BULGULAR: Öğrencilerin yaş ortalaması 21.5±1.8.yıldır. Yaş ile ölçek skoru arasında pozitif yönde zayıf (düşük) ilişki olduğu belirlenmiştir Yaş arttıkça ölçek skorları da artmaktadır. Kız öğrencilerin YSOYÖ skoru erkek öğrencilerden elde edilen skordan daha yüksektir. Benzer şekilde; Sağlık Bilimleri Fakültesinde elde edilen ölçek puanları Sosyal Bilimler için elde edilen puanlardan daha yüksek bulunmuştur
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kız öğrencilerin ve Sağlık Bilimlerinde okuyan öğrencilerin YSOYÖ puanları daha yüksek bulunmuştur. Tüm bölümlerde müfredatlara seçmeli ders olarak eklenmesi önerilmektedir.
INTRODUCTION: The term health literacy, which requires individuals to have basic health knowledge, is very important in using health services correctly and effectively.
Aim: This study was planned to assess health literacy among university students who studied at school of health sciences and social sciences.
METHODS: A total of 440 students who studied at school of health and social sciences composed the study sample. As data collection form, an Information Request Form for socio-demographic characteristics and Health Literacy Scale of Adults (HLSA) were used.
RESULTS: Average age of the students was 21.5±1.8 years. It was identified that there was a positive and weak correlation between age and scale score. As age increased so did scale score. Female students’ HLSA score was higher than male students’ HLSA score. Similarly; HLSA scores obtained at school of health sciences were higher than HLSA scores obtained at school of social sciences.
DISCUSSION AND CONCLUSION: HLSA scores of female participants and of those who studied at health sciences were found to be higher. It is recommended that health literacy be included in curriculums of all disciplines as an optional course.

26.Morphometric analysis of hypophyseal fossa related structure; in terms of surgical approach
Navdar Doğuş Uzun, Gökşin Nilüfer Yonguç, Mehmet Ozan Durmaz, Hamit Selim Karabekir, Nuket Gocmen Mas
doi: 10.5505/ktd.2018.58815  Pages 130 - 134
GİRİŞ ve AMAÇ: Kafa tabanının morfometrik ve topografik anatomisinin önemi birçok nöroşirürji ve radyoloji yazısında yer almaktadır. Çalışmamızın amacı cerrahi koridorları tanımlamak ve cerrahi yaklaşımda güvenli mesafeler oluşturulmasına yardımcı olunmasını sağlayacak ortalama mesafelerin belirlenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı Laboratuvarına ait 16 adet kuru kemik cranium incelendi. Tüm kafatası tabanlarında foramen lacerum, foramen rotundum, foramen ovale, fossa hypophysialis, processus clinoideus anterior ve processus clinoideus posterior belirlendi ve bu parametreler arasındaki mesafeler dijital Vernier kumpas ile ölçüldü.
BULGULAR: Foramen rotundum'un sağ taraftaki processus clinoideus anterior'a olan uzaklığı soldan daha büyüktü (p: 0,41). Foramen ovale'nin sol taraftaki processus clinoides posterior'a olan uzaklığı sağdan daha büyüktü (p: 0.010). Diğer parametrelerde sol ve sağ taraflar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Operasyonlar sırasında komplikasyonlar ortaya çıksa da bölgesel anatomiye hakim olunması; ölüm ve morbidite insidansını azaltmaktadır. Yapmış olduğumuz morfometrik ve topografik değerlendirmelerimizin cerrah ve radyologlara rehberlik edeceğine inanmakla birlikte daha geniş ve çok merkezli serilere ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: The importance of knowledge regarding both the anatomy and the structures of the skull base are cited in many neurosurgery and radiology papers. Therefore, the purposes of our study were to identify the surgical corridors and to determine the mean distances to help establish the safest distances for surgical approaches.
METHODS: We examined 16 dry human skulls of unknown gender that belonged to the Anatomy Department Laboratory of Dokuz Eylul University Medical School. Foramen lacerum (FL), foramen rotundum (FL), foramen ovale (FO), hypophyseal fossa, anterior clinoid process (ACP) and posterior clinoid process (PCP) were determined in all skull bases and distances between these parameters were recorded with digital Vernier caliper which was accurate to millimeters.
RESULTS: The FR’s distance to the ACP on the right side was greater than on the left side ( p: 0.41). The FO’s distance to the PCP on the left side was greater than on the right side (p: 0.010). There were no other statistically significant differences between the left and right sides.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although complications can occur, improved familiarity with the regional anatomy would lower incidences of death and morbidity during surgeries. While we believe that our morphometric and topographic evaluations will help guide surgeons and radiologists, wider series and multi-center studies should be done.

27.Validity and Reliability of The Self-Efficacy Scale-Child's Form
Kader Mert, Hasibe Kadıoğlu, Seçil Aksayan
doi: 10.5505/ktd.2018.69672  Pages 135 - 139
GİRİŞ ve AMAÇ: Ülkemizde çocuklarda öz-etkililik durumunu değerlendirmeye yönelik veri toplama araçları ya akademik yeterliliği değerlendirmeye özgü ya da belli hastalıklara ilişkindir. Araştırmanın amacı, Sherer ve arkadaşları tarafından yetişkinler için geliştirilen ve ülkemizde geçerlik ve güvenirlik çalışması Gözüm ve Aksayan tarafından yapılan Öz-etkililik Yeterlik Ölçeği’ ni, çocuklara yönelik uyarlamak ve ölçeğin psikometrik özelliklerini incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu araştırma, metodolojik türde bir çalışmadır. Kocaeli ilinde bir ilköğretim okulunda 3., 4. ve 5. sınıflarına devam eden 273 öğrenci ile yapılmıştır.
BULGULAR: Ölçeğin madde analizinde madde toplam korelasyon değerleri 0.18 ile 0.51 arasındadır. Madde toplam korelasyon değeri 0.30’un altındaki altı madde, ölçekten çıkarılmıştır. Maddeler çıkarıldıktan sonra yapılan faktör analizi sonucunda ölçeğin maddelerinin toplam varyansının % 51.51’ini açıklayan dört faktör altında toplandığı bulunmuştur. Ölçeğin genel Cronbach Alpha değeri.81’dir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Öz-etkililik Yeterlilik Ölçeği-Çocuk Formu, 9-12 yaş çocuklarının öz-etkililik durumlarının değerlendirilmesinde ölçüm aracı olarak kullanılabilir.
INTRODUCTION: Data collection instruments for evaluating the level of self-efficacy in children are used in Turkey to assess academic achievement or are specific and limited to certain illnesses. The aim of this study was to adapt the Turkish version of the Self-efficacy Scale originally developed by Sherer et al. and later tested for validity and reliability in Turkey by Gözüm and Aksayan for use with children and examine the instrument's psychometric characteristics.
METHODS: The study is a methodological design. It was conducted with 273 pupils enrolled in the 3rd, 4th and 5th grades of an elementary school in the province of Kocaeli.
RESULTS: In the item analysis of the scale, item-total correlations were found to be in the range of 0.18-0.51. Six items that had values of below 0.30 were removed from the scale. The factor analysis performed after the items were removed showed that the items in the scale could be grouped under four factors that explained 51.51% of total variance. The Cronbach Alpha coefficient for the overall scale is.81.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The Self-efficacy Scale-Child's Form may be used as a measure of evaluating self-efficacy in children of the ages 9-12.

28.Five-year total laparoscopic hysterectomy experience in second-line hospital
Mehmet Adıyeke, Gökhan Tosun, Nuri Peker
doi: 10.5505/ktd.2018.78095  Pages 140 - 145
GİRİŞ ve AMAÇ: İkinci basamak hastanede yapılan total laparoskopik histerektomi operasyonları ile ilgili deneyimlerimizi sunmayı amaçladık
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2012- Kasım 2017 tarihleri arasında hastanemizde yapılmış olan 250 total laparoskopik histerektomi vakasının tıbbi kayıtlarını retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşı, paritesi, vücut kitle endeksi (BMI), histerektomi nedenleri, geçirilmiş abdominal cerrahi öyküsü, ameliyat öncesi ve sonrası ortalama hemoglobin (Hb) ve hemotokrit (Htc) değerleri arasındaki fark, operasyon sırasında ve sonrasında kan transfüzyonu ihtiyacı, operasyon süresi, hastanede yatış süresi, komplikasyonlar, laparatomiye geçiş sıklığı ve uterus ağırlığı değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 48.01±5,7 yıl olarak saptandı. Ortalama operasyon süresi ve ortalama hastanede yatış süresi sırasıyla 156.5±49,4 dakika ve 3.75±1,04 gün olarak hesaplandı. Laparaskopiden laparatomiye geçiş sadece bir hastada (%0.4) meydana geldi. Ortalama uterus ağırlığı 201.03±107.2 gr olarak saptandı. Üç hastaya (%1.2) intraoperatif kanama nedeniyle eritrosit süspansiyonu verildi. Cerrahi sırasında 1 (%0.4) hastada rektum seroza hasarı, 3 (%1,2) hastada mesane perforasyonu, 1 (%0.4) hastada rektum tam kat hasar meydana geldi. Postoperatif dönemde vajen kaf hematomu ve vezikovajinal fistül sırasıyla 1 (%0.4), 1 (%0.4) hastada gelişmiştir. Dört hastada (%1.6) postoperative ateş ve C-Reaktif Protein (CRP) yüksekliği tespit edildi. Toplam komplikasyon oranı %5.6 olarak saptandı
TARTIŞMA ve SONUÇ: Total laparoskopik histerektomi deneyimli ellerde başarılı bir şekilde uygulanabilen morbidite ve mortalitesi laparotomiye kıyasla daha az olan, postoperatif daha kısa derlenme süresine ve daha iyi kozmetik sonuçlara sahip minimal invaziv bir işlemdir.
INTRODUCTION: We aimed to present our experience with total laparoscopic hysterectomy operations in second-line hospital
METHODS: 250 cases who underwent total laparoscopic hysterectomy in the obstetrics and gynecology clinic between January 2012 and November 2017 were retrospectively evaluated in terms of age, parity, body mass index (BMI), preoperative and postoperative hemoglobin (Hb) and hematocrit (Htc) values, hysterectomy indications, the rate of switching from laparoscopy to laparotomy, blood transfusion requirement, operation time, complications, the length of hospital stay and uterine weight. In the morning of operation, venous blood was taken for measuring preoperative Hb and Htc values.
RESULTS: The mean age of the patients was 48.01 ± 5.7. The mean operation time and the mean duration of hospitalization were 156.5 ± 49.4 minutes and 3.75 ± 1.04 days respectively. Mean uterine weight was 201.03 ± 107.2 grams. In one patient (0.4%), there was a transition from laparoscopy to laparotomy. Perioperative-postoperative blood transfusion was needed at three patients (%1.2). Intraoperative complications were sigmoid colon serosa injury in 1 patient (%0.4) and bladder perforation in 3 patients (%1.2) and a. full-thickness rectum injury in one patient (%0.4) has occurred. In postoperative period, vaginal cuff hematoma was and the vesicovaginal fistula was developed in 1 (%0.4) and 1 (%0.4) patient respectively. The postoperative fever and C-Reactive Protein (CRP) elevation were detected in four patients (1.6%). The overall complication rate was %5.6.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Total laparoscopic hysterectomy is a minimally invasive procedure with less morbidity and mortality than experienced laparotomy, shorter postoperative follow-up, and better cosmetic results.

29.Assessment of the Problems and Caregiver Burden of Family Individuals Who Care the Elderly
Gülşen Uçar Karcı, Banu Elçin Yoldaşcan, Ramazan Azim Okyay
doi: 10.5505/ktd.2018.93064  Pages 146 - 153
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırmada yaşlı bireyin bakımını sağlayan aile üyelerinin yaşadığı sorunların ve bakım yükünün değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı tipteki bu araştırma Adana Yüreğir ilçesi Kışla ve Köprülü mahallelerinde yapılmıştır. Kışla mahallesinde 920, Köprülü mahallesinde 298 olmak üzere toplam 1,218 yaşlı olduğu tespit edilmiş ve her iki mahallede yaşayan ve evde bakım verilen tüm yaşlılara ulaşılması hedeflenmiştir. Toplamda 302 yaşlı ve bu yaşlılara bakım verenler çalışmaya dahil edilmiştir.Araştırmacı tarafından geliştirilen anket formu ve Zarit Bakım Verme Yükü ölçeği tüm katılımcılara uygulandı.
BULGULAR: Bakım verenlerin % 84.8’i bakımda sorun yaşadığını, % 54.6’sı psikolojik, % 64.2’si fiziksel, % 43.0’ü sosyal yaşamda, % 53.6’sı ekonomik sorun yaşadığını belirtmiştir. Çalışmaya katılan kadınların, asgari ücret altında aylık geliri olanların, kronik hastalığı olanların, 11 yıl ve üzerinde yaşlıya bakım verenlerin, bakımda sorun yaşadığını ifade edenlerin ve kronik hastalığı olan yaşlıya bakım verenlerin bakım yükü ölçek (BYÖ) puanı anlamlı olarak yüksek bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada bakım verenlerin fiziksel, psikolojik, sosyal yaşamda ve ekonomik sorunlar yaşadığı görülmüştür. Bakım verenlerin bakım verme güçlüklerinin azaltılması için bakım verenlere yönelik danışmanlık merkezlerinin açılması, yaşlılar için gündüz bakım evlerinin kurulması, kamusal ve özel kurumlar tarafından bakım verenlerin sosyal ve psikolojik yönden desteklenmesi gerekmektedir.
INTRODUCTION: In this research, it was aimed to evaluate the problems experienced by family members who provide care for elderly people and assess the caregiver burden.
METHODS: This descriptive study was carried out in the districts of Kışla and Köprülü in Adana Yüreğir district. A total of 1,218 elderly people were identified being 920 in Kışla district and 298 in Köprülü district; and it was aimed to reach all elderly people who live in both localities and have home care. A total of 302 elderly and their caregivers were included in the study. A questionnaire form developed by the researchers and The Zarit Burden Interview was applied to all participants.
RESULTS: 84.8% of caregivers reported problems in care, 54.6% being in psychological, 64.2% being in physical, 43% being in social life and 53.6% being economic problems. Among the participants in the study, the caregiver burden scores (CBS) were significantly higher in women; in those who have lower income than the minimum wage; in those with chronic illnesses; in those who give care for 11 years or more; in those who express that they have difficulties in giving care and in those who give care for the elderly with a chronic condition.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, caregivers were found to have problems in physical, psychological, social and economic aspects. In order to reduce difficulties in giving care, it is necessary to establish counseling centers for caregivers and day care homes for the elderly and caregivers should be supported by public and private institutions in terms of their social and psychological problems.

30.Diagnostic Contribution of Plasental Diffusion Weighted Imaging in Intrauterine Growth Restriction
İsa Çam, Özgür Çakır, Pınar Çakır, Ahmet Yalnız, Yonca Anık, Ercüment Çiftçi
doi: 10.5505/ktd.2018.56198  Pages 154 - 159
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, intrauterin gelişme geriliği (İUGG) bulunan hastalarda plasental difüzyon ağırlıklı görüntülemenin (DAG) tanısal değerini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya ultrason(US) ile tanı konulan 25 İUGG' li fetus ve fetal gelişiminin normal olarak saptandığı 22 fetus, toplam 47 olgu dahil edildi. Hasta ve kontrol olguların 3T Manyetik Rezonans (MR) ünitesinde difüzyon ağırlıklı eko-planar (EPI) görüntüleri elde edilerek plasentalarından b-0 ve b-1000 değerleriyle Görünür Difüzyon Katsayısı - Apparent Diffusion Coefficient (ADC) ölçümleri ROI kullanılarak gerçekleştirildi. Ek olarak doğumdan sonra iki grubun doğum ağırlıkları ve prenatal fetal DAG ölçümleri karşılaştırıldı.
BULGULAR: İUGG'li plasentaların b0, b1000 ve ADC değerleri İUGG olmayanlara göre anlamlı olarak azaldığı saptandı (p<0.0001). İUGG bulunan hastaların doğum ağırlıkları İUGG olmayanlara göre anlamlı derecede düşük gözlendi (p<0.0001). Prenatal b0 ve b1000 değerleri ile doğum ağırlıkları arasında anlamlı korelasyon izlendi (b0; r: 0.924 ve p <0.001, b1000; r: 0.869 ve p <0.001 ).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Plasental DAG incelemesi, İUGG hastaların tanısına önemli bir katkı sağlayabilir.
INTRODUCTION: The aim of this study is to investigate the diagnostic value of placental diffusion-weighted imaging (DWI) in patients with intrauterine growth retardation (IUGR).
METHODS: A total of 47 fetuses with 25 IUGRs diagnosed with ultrasound(US) and 22 fetuses with normal fetal development were included in the study. Diffusion weighted echo-planar (EPI) images were obtained from 3T Magnetic Resonance (MR) units of patient and control subjects and Appearance Diffusion Coefficient (ADC) measurements with b-0 and b-1000 values were obtained from the placenta using ROI. In addition, birth weights of both groups and prenatal fetal DWI measurements were compared after birth.
RESULTS: B0, b1000 and ADC values of placenta in IUGR were found to be significantly decreased compared to those without IUGR (p <0.0001 ). Birth weights of patients with IUGR were significantly lower than those without IUUG (p <0.0001). Significant correlation was observed between prenatal b0 and b1000 values and birth weights (b0; r: 0.924 and p <0.001, b1000; r: 0.869 and p <0.001 ).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Placental DWI examination may be an important contribution to the diagnosis of IUGR patients.

REVIEW ARTICLE
31.The Role In Angiogenesis Of Galectin-3
Funda Kosova
doi: 10.5505/ktd.2018.65882  Pages 160 - 164
Son yıllarda, protein karbohidrat etkileşimleri, apoptozis, kanser metastazisi, büyümenin düzenlenmesi, hücre aktivasyonu gibi çeşitli biyolojik süreçlere aracılık eden hücre-hücre ve ekstrasellulermatrix (ECM)–hücre etkileşiminin modülasyon için çok önemli olduğu düşünülmektedir.Galectin-3 ekspresyonu neoplastik hücre tiplerinde artmıştır. Galectin-3 hücre büyümesi, adezyon, proliferasyon ve metastazın dahil olduğu tümörlerin gelişim süreci ile bağlantılıdır. Galectin-3 hücre proliferasyonu, apoptozis, hüzcre adezyonu, invazyon, anjiogenezis ve metastaziside içeren tümör gelişiminde geniş bir etkisi vardır. Sonuç olarak, kanseri hastalarında Galectin-3’ün angiogenik bir protein olan VEGF ve IL-6 sitokini üzerine nasıl etki ettiği, hastalıkların patogenezini anlamak ve bunları tedavi ile ilişkilendirmek, yeni tedavi protokollerinin geliştirilmesi ve hatta hastalıklar oluşmadan sağlıklı kişilerin risk faktörlerinin elimine edilmesi açısından son derece önemlidir ve araştırılması gereken bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır.
It is now thought that protein-carbohydrate interaction is of great importance for the modulation of cell-cell and extracellular matrix (ECM)-cell interactions, which mediate various biological processes such as apoptosis, cancer metastasis, growth regulation and cell activation. Galectin-3 expression is increased in neoplastic cell types. Galectin-3 is connected with the process of development of tumors, including growth, adhesion, proliferation and metastasis. It has a broad effect on tumor development including cell proliferation, apoptosis, cell adhesion, invasion, angiogenesis and metastasis. Consequently, it is of theut most importance to understand how Galectin-3 affects the angiogenic protein VEGF and IL-6 cytokine and the pathogenesis of the diseases, and to correlate them with treatment, from the aspect of developing new treatment protocols and even eliminating risk factors in healthy people before illness develops. This is a topic which is in need of research.

ORIGINAL ARTICLE
32.Do Pre-treatment Neutrophil/Lymphocyte and Platelet/Lymphocyte Ratios Predict Success of Medical Treatment in Patients with Tubo-ovarian Abscess?
Fatma Aydın, Alper Biler, Cüneyt Eftal Taner, İbrahim Egemen Ertaş
doi: 10.5505/ktd.2018.65902  Pages 165 - 171
GİRİŞ ve AMAÇ: Tubo-ovaryan apse (TOA) tanılı hastalarda enflamasyon belirteçlerinin medikal tedavi başarısındaki prediktif değerlerini analiz etmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’nde 2008-2016 yılları arasında medikal ve cerrahi olarak tedavi edilmiş TOA tanılı 180 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Klinik, demografik, laboratuvar ve operasyon verileri hastaların tıbbi kayıtları incelenerek sağlandı. Medikal ve cerrahi tedavi uygulanan hastaların tedavi öncesi ve sonrası dönemde tam kan sayımı, C-reaktif protein (CRP) ve eritrosit sedimantasyon hızı (ESR) ölçümleri için kan örnekleri alınarak sonuçları karşılaştırıldı. Tam kan sayımı parametreleri olarak; lökosit sayısı, nötrofil, lenfosit, hemoglobin, hematokrit ve platelet değerleri ile nötrofil/lenfosit oranı (NLR) ve platelet/lenfosit oranları (PLR) incelendi.
BULGULAR: Antibiyotik tedavisinin başarısız olmasından dolayı 99 (%55) hastaya cerrahi tedavi uygulandı. Hastaların ortalama yaşı, ortalama apse boyutu, tedavi öncesi ortalama lökosit sayısı, nötrofil sayısı, trombosit sayısı, NLR ve PLR oranları ile CRP değerleri cerrahi olarak tedavi edilen grupta daha yüksekti (p<0.001). Medikal tedavi başarısını öngörmede ROC eğrisi incelendiğinde, NLR için 6 cut-off değeri istatiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.001, eğri altındaki alan [AUC=0.77], %95 güven aralığı: 0.698-0.843, sensitivite %71, spesifisite %74). PLR için AUC değeri 0.74 idi. ROC analizine göre, PLR için medikal tedavi başarısını öngörmedeki cut-off değeri 165 idi (%74.7 sensitivite ve %65.4 spesifite).
TARTIŞMA ve SONUÇ: NLR ve PLR sistemik enflamatuvar hastalıkların prognozuyla korelasyon gösterebilen ucuz ve kolay hesaplanabilen indekslerdir. Preoperatif NLR ve PLR değerleri TOA’da medikal tedavinin başarısını öngörmede katkıda bulunabilir.
INTRODUCTION: To analyze the predictive value of inflammatory markers for medical treatment success in patients with tubo-ovarian abscess (TOA).
METHODS: Patients with TOA between January 2008 and December 2016 were retrospectively reviewed at Tepecik Training and Research Hospital, Obstetrics and Gynaecology Department. A total of 180 patients were enrolled the study. Patients were compared on the basis of TOA size, demographic characteristics, and laboratory findings. As complete blood count parameters, white blood cell, neutrophil, lymphocyte, and platelet counts, hemoglobin, hematocrit, neutrophil/lymphocyte ratio (NLR), and platelet/lymphocyte ratio (PLR) were analysed.
RESULTS: A total of 99 (55%) patients underwent surgical treatment due to unsuccessful medical treatment. Patients who required surgery had larger abscess size, higher mean age, higher mean white blood cell, neutrophil, lymphocyte, and platelet counts, and higher mean C-reactive protein level, NLR, and PLR (p<0.001). In reciever operating characteristic (ROC) analysis, the area under the curve (AUC=0.77) was statistically significant for NLR (p<0.001) with a cut-off value of ≥6 (95% CI 0.698-0.843, sensitivity 71%, specificity 74%). The positive predictive value of NLR was 78%, and the negative predictive value was 67.4% (p<0.001). The recommended threshold for PLR was 165 (AUC: 0.74, 95% CI 0.670-0.818, sensitivity 74.7%, specifity 65.4%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: NLR and PLR are inexpensive and easily determined indexes that correlate with prognosis in systemic inflammatory diseases. Preoperative NLR and PLR values may facilitate prediction of medical treatment success in TOA.

33.A comparison between Milligan-Morgan and Ferguson procedures for Hemorrhoidectomy
Volkan Oter, Serdar Oter
doi: 10.5505/ktd.2018.30092  Pages 172 - 177
GİRİŞ ve AMAÇ: Hemoroidal hastalık, literatürde tedavisinin her zaman tartışıldığı yaygın görülen patolojik bir durumdur. Cerrahi müdahaleler üçüncü veya dört derece hemoroid için uygulanabilir. Bu çalışmada amaç, açık ve kapalı tekniklerle hemoroid cerrahi onarımı sonuclarını postoperatif komplikasyon oranı ve ağrı süresi yönünden karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya, Mart 2012-Temmuz 2016 tarihleri arasında açık veya kapalı teknik ile ameliyat edilen 100 hasta dahil edildi. Demografik özellikler, klinik veriler, cerrahi girişimler, ameliyat bulguları, postoperatif komplikasyonlar ve postoperatif ağrı süreleri retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: Ortalama yaş açık cerrahi yapılan grupta 43, kapalı cerrahi yapılan grupta 45.5 idi. Açık cerrahi yapılan gruptaki ortalama ameliyat süresi kapalı gruba göre anlamlı derecede kısaydı. Hastanede kalış süresi, kapalı grupta açık gruba göre daha düşüktü, ancak iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p = 0.06). Takipte ağrı süresi ve analjezik gereksinimi süresi kapalı grupta daha azdı. Ortalama yara iyileşme süresi açık grupta, kapalı gruba göre daha uzun bulundu (p <0.001). Postoperatif ikinci haftanın sonunda; hastanın ağrı şikayeti, kapalı grupta açık gruba göre daha iyi dindirilmişti ancak her iki grupta da şiddetli ağrının ortalama süresi benzerdi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmaya göre, üçüncü ve dördüncü derece hemoroidler için Ferguson hemoroidektomisinin cerrahi tedavide seçilmesi gereken prosedür olduğunu düşünüyoruz.
INTRODUCTION: Hemorrhoidal disease is a common pathologic condition that treatment’s has always been a discussed subject in the literature. Surgical interventions can be applied for third or four degree hemorrhoids. This study was designed to evaluate and compare the outcome of surgical repair of hemorrhoids by the open versus closed technique to assess the rate of postoperative complications and duration of pain.
METHODS: A total of 100 patients who underwent operation by open or closed technique between March 2012 and July 2016 were included in this study. Demographic, clinical data, surgical procedures, operative findings, postoperative complications and duration of postoperative pain were retrospectively analyzed.
RESULTS: The mean age was 43 in the open group and 45.5 in the closed group. The mean operating time in open group was significantly shorter than in the closed group. Hospital stay period was also lesser in closed group than open group but no statistically significant difference was found between two groups (p=0.06). On follow up, duration of pain and analgesic requirement period was less in closed group. Mean wound healing time was longer in open group than closed group (p<0.001). At the end of the postoperative second week; patient’s complaint of pain was better ceased in closed group than open group but the mean duration of severe pain was similar in both two groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: According to this study we believe that Ferguson’s hemorrhoidectomy is the surgical procedure of choice for the third and fourth degree hemorrhoids.

CASE REPORT
34.An Atypical Case of Subacute Combined Degeneration With Concomitant Copper Deficiency
Onur Engin, Ali Karakaş, Banu Dilek, Özlem El
doi: 10.5505/ktd.2018.36450  Pages 178 - 183
Giriş: Subakut kombine dejenerasyon (SKD) kobalamin eksikliğinden kaynaklanan nörodejeneratif bir hastalıktır. B12 vitamini eksikliğine bağlı olarak diğer nörolojik, psikiyatrik, hematolojik ve gastrointestinal semptomlar eşlik edebilir. Bu yazıda vitamin b12 eksikliğinin yanında bakır eksikliği de bulunan atipik subakut kombine dejenerasyon olgusunu sunmaktayız.
Vaka Sunumu: 74 yaşında kadın hasta fiziksel tıp ve rehabilitasyon departmanına her iki bacakta güçsüzlük ve yürüyememe şikayeti ile başvurdu. Her iki alt ekstremitede belirgin güçsüzlüğü vardı ve sol yanlı dismetrisi ve disdiadokokinezisi mevcuttu. Alt ekstremitelerde vibrasyon, pozisyon duyusu kaybı, iki nokta ayrımı bozulmuştur. Kliniğimize başvurmadan önce B12 vitamini replase edilmişti. Hastanın semptomları replasmana rağmen progrese olmaya devam etti. Spinal MR görüntülemede spinal kord kompresyonuna veya miyelopatiye rastlanmadı. İğne EMG de motor ünite rekrütmanında azalmaa saptandı. Üst gastrointestinal siste endoskopisinde B12 eksikliği ile uyumlu olarak kronik atrofik gastrit saptandı. Hastanın bakır düzeyi düşüktü. Tedaviye oral bakır eklendi. Hasta 6 ve 9. aylarda değerlendirildi. Fonksiyonel durumu bir önceki vizitle aynıydı.
Sonuç: B12 vitamini tedavisine yanıtsız miyelopatide bakır eksikliğini göz önünde bulundurmak önemlidir.
Background: Subacute combined degeneration (SCD) is a neurodegenerative disease caused by cobalamin deficiency. It is can be accompanied by other neurological, psychiatric, hematological and gastrointestinal symptoms. Here we describe a patient with subacute
combined degeneration who has vitamin B12 and copper deficiency.
Case Description: 74-year-old woman was admitted to our physical medicine and rehabilitation department complaining of weakness in both legs and inability to walk. She had marked loss of strength in both lower extremities also dysmetria and dysdiadochokinesia tests were positive on left-side. Vibration, position sense, two-point discrimination were impaired in the lower extremities. Her vitamin B12 was replaced before admission to our department. Patient’s symptoms kept progressing despite the vitamin replacement. Her spinal MRI showed no compression of spinal cord or myelopathy.The needle EMG findings revealed a decrease in motor unit recruitment.Upper gastrointestinal endoscopy revealed chronic atrophic gastritis which is compatible with B12 deficiency. Her blood copper level was low. Oral copper was added to the treatment. Patient evaluated on 6th and 9th months after discharge. Her functional state was similar with previous visit.
Conclusion: It is important to consider copper deficiency in patients with myelopathy who are unresponsive to vitamin B12 treatment

ORIGINAL ARTICLE
35.The relationship between serum irisin levels with cardiovascular risk factors and insulin resistance parameters in patients with metabolic syndrome
Serdar Bozyel, Emel Çalışkan Bozyel, Tuğba Arkan, Erkan Şengül
doi: 10.5505/ktd.2018.34713  Pages 184 - 191
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızın amacı, metabolik sendromlu (MetS) hastalarda serum irisin düzeyi ile insülin direnci belirteçleri ve kardiyovasküler hastalık (KVH) risk faktörleri arasındaki ilişkiyi saptamaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Uluslararası Diyabet Federsayonuna (IDF) göre MetS’li 46 hasta ve 26 kontrol grup hastası dahil edildi. Serum irisin düzeyi, KVH risk faktörleri (cinsiyet, yaş, obezite, lipid bozuklukları, sigara, hipertansiyon (HT), aile öyküsü) ve insülin direnci belirteçleri (HOMA-IR, Trigliserid (Trg)/Yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL), bel çevresi (BÇ) ve vücut kitle indeksi (VKİ) çalışıldı.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen hastaların 28’i erkek (%42), 38’i (%58) kadın idi. Ortalama yaş 43.78±14.16 idi. 25 (%38) hastada HT, 19’ unda (%29) obezite, 31’ inde (%47) sigara içiciliği, ve 32’ sinde ( %48) ailede KVH öyküsü mevcuttu. Tüm çalışma hastalarının ortalama serum irisin düzeyi 7.27 ± 4.65 idi. Serum irisin düzeyi kontrol grubu ile karşılaştırıldığında metabolik sendromlu hastalarda anlamlı olarak daha düşük idi (5.47 ± 2.51 vs 10.06 ± 5.47, p <0.001). Yaş ile serum irisin düzeyi arasında negatif korelasyon saptandı. Serum irisin düzeyi ile cinsiyet, sigara içiciliği, ailede KVH öyküsü, HDL, LDL, Trg, total kolesterol düzeyleri arasında istatistiksel anlamlı ilişki saptanmadı (p,0.502; p,0.974; p,0.264; p,0.783; p,0.648; p,0.286; p,0.128, respectively). Serum irisin düzeyi, HbA1c hariç, insülin direnci belirteçleri (HOMA-IR, Trg / HDL, WC/HC, and BMI) ile korele saptanmadı. Serum irisin düzeyi ile HbA1c arasında negatif korelasyon saptandı (B=-0.935, p=0.03).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Serum irisin düzeyi MetS’ li hastalarda anlamlı olarak daha düşük saptandı. HbA1c ve yaş hariç, KVH risk faktörleri ve insülin direnci belirteçleri arasında anlamlı ilişki saptanmadı.
INTRODUCTION: The aim of our study was to investigate the relationship between serum irisin levels and insulin resistance markers/cardiovascular disease (CVD) risk factors in patients with metabolic syndrome (MetS).
METHODS: Forty-six patients diagnosed with MetS according to International Diabetes Federation (IDF) criteria and 26 control patients were included. Serum irisin levels, CVD risk factors (gender, age, obesity, lipid disorders, smoking, hypertension (HT), family history) and insülin resistance markers (HOMA-IR, Trigliseride (Trg) / High-density lipoprotein (HDL), waist circumference (WC)/hip circumference (HC) and body mass index (BMI) were examined.
RESULTS: The study consist of 66 (%58 female) patients. The mean age was 43.78±14.16 years. %29 of the patients had obesity, %47 was smoker and %48 had family history of CVD. The mean serum irisin value of all patients was 7.27 ± 4.65. Serum irisin levels in patients with MetS were statistically significantly lower when compared to the control group (5.47 ± 2.51 vs 10.06 ± 5.47, p <0.001). There was a negative correlation between serum irisin levels and age. There was no statistically significant correlation between serum irisin levels and sex, smoking, family history of CVD, HDL, LDL, Trg, total cholesterol. (p,0.502; p,0.974; p,0.264; p,0.783; p,0.648; p,0.286; p,0.128, respectively). Serum irisin levels were not correlated with insulin resistance markers except HbA1c. There was a negative correlation between serum irisin level and HbA1c (B=-0.935, p=0.03).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Serum irisin level was found to be significantly lower in patients with MetS, and no significant correlation was found with insulin resistance markers and CVD risk factors except HbA1c and age.

36.The Results of Untethering Procedures with Intraoperative Neuromonitoring: Occult Spinal Dysraphism and Tethered Spinal Cord Secondary to Myelomeningocele
Hüseyin Canaz, Ezgi Tuna Erdoğan, İbrahim Alataş
doi: 10.5505/ktd.2018.32154  Pages 192 - 198
GİRİŞ ve AMAÇ: İntraoperatif nöromonitörizasyon, hem primer hem de sekonder gergin omurilik operasyonlarında, operasyonun daha güvenli gerçekleşmesi ve kompleks operasyonlarda cerraha yol göstermesi adına bir gereklilik olarak kabul edilir. Bu makalede, çocuklarda iki farklı operasyonun nöromonitörizasyon sonuçları ve postoperatif klinik değişimleri yer almaktadır: okült spinal disrafizm ve geçmiş myelomeningosel onarımına sekonder gergin omurilik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yirmi dört operasyon üç modalite ile monitörize edildi: transkraniyal motor uyarılmış potansiyeller (TcMEP), sürekli elektromiyografi (EMG) ve direkt sinir stimülasyonu (DNS). Grup 1’de okült spinal disrafizme bağlı gergin omurilik operasyonu geçirmiş 14 hasta, grup 2’de geçmiş myelomeningosel onarımına sekonder gergin omurilik operasyonu geçirmiş 10 hasta bulunuyordu.
BULGULAR: Alt ekstremitelerden TcMEP yanıt elde etme oranı grup 1’de %92, grup 2’de %80 olarak bulundu. Anal sfinkterden TcMEP yanıt elde etme oranı grup 1’de %83, grup 2’de %60 olarak bulundu. Her iki grupta da operasyonlar esnasında TcMEP değişikliği görülmedi. Her iki grubun postoperatif ürodinami sonuçları 1 yıl periyodu içerisinde iyileşti (grup 1’de %78, grup 2’de %43). Hipoaktif mesaneli hastalarda TcMEP’te anal sfinkter yanıtları alınamadı. Yeni ya da kötüleşmiş postoperatif nörolojik defisit görülmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hem asemptomatik okült spinal disrafizm hem de MMC’ye sekonder TCS’de spinal kordun serbestleştirilmesi bozulmuş ürodinami sonuçlarını iyileştirebilir. İntraoperatif nöromonitörizasyon ve direkt stimülasyon daha güvenli bir ameliyat için bilgi sağlayabilir ve özellikle sekonder serbestleştirmede cerrahi manevraları yönlendirebilir. İntraoperatif nörofizyolojik monitörizasyon, kalan motor fonksiyonları korumak adına nörolojik defisitli MMC hastalarının operasyonlarında yararlıdır. Anal sfinkter fonksiyonları ile mesane fonksiyonları arasında korelasyon olduğundan hasta hipoaktif mesaneye sahipse anal sfinkterden TcMEP yanıtı alınamayabilir.
INTRODUCTION: Using intraoperative neuromonitoring in both primary and secondary tethered cord operations is accepted as a necessity for a safer operation and guiding surgeon in complex surgeries.
METHODS: Twenty four operations which were monitored with three modalities; transcranial motor evoked potentials (TcMEP), free-run electromyography and direct nerve stimulations. In group 1, there were 14 patients underwent tethered cord operations due to occult spinal dysraphism, in group 2 there were 10 patients underwent tethered cord operations secondary to previous myelomeningocele repair.
RESULTS: TcMEP responses of lower extremity were elicited in 92 % in group 1, 80 % in group 2. TcMEP responses of anal sphincter were elicited in 83 % in group 1, 60 % in group 2. No TcMEP change was observed during the surgeries in both group. Postoperative urodynamic results of both group were improved in 1 year period (78 % in group 1, 43 % in group 2). In patients with hypoactive bladder, we could not take anal sphincter responses in TcMEP.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Untethering of spinal cord both in asymptomatic occult spinal dysraphism and TCS secondary to MMC, can improve impaired urodynamic results. Intraoperative neuromonitoring and direct stimulation provides information for a safer surgery and guide surgical maneuvers especially in secondary untethering. Intraoperative neurophysiological monitoring is beneficial for operations of MMC patients with neurological deficits, to preserve their residual motor functions. Since anal sphincter functions are correlated with bladder functions, it is possible to get no anal sphincter TcMEP response if patient has hypoactive bladder.

37.Levels of Peer Victimization Exposure and Peer Victimization Application among Kindergarten Children, and Related Factors
Dilek Avcı, Kevser Tarı Selçuk, Serap Kaynak
doi: 10.5505/ktd.2018.51423  Pages 199 - 217
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırmada anaokuluna devam eden çocukların akran şiddetine maruz kalma, akran şiddeti uygulama düzeylerinin ve ilişkili etmenlerin belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kesitsel tipteki araştırma 4–6 yaş grubu 391 çocukla yürütülmüştür. Veriler Tanıtıcı Bilgi Formu, Akran Şiddetine Maruz Kalma Ölçeği, Akran Şiddeti Uygulama Ölçeğiyle toplanmıştır. Değerlendirmede tanımlayıcı istatistikler, Kolmogrow Smirnow testi, t testi, Tek Yönlü Varyans analizi ve Pearson korelasyon analizi kullanılmıştır.
BULGULAR: Araştırmada öğretmen bildirimine göre çocukların Akran Şiddetine Maruz Kalma Ölçeği puan ortalaması 4.67±1.08, Akran Şiddeti Uygulama Ölçeği puan ortalaması 4.58±1.10’dur. Akran şiddetine maruz kalma ile akran şiddeti uygulama arasında pozitif yönde orta düzeyde ilişki olduğu saptanmıştır (r: 0.510, p<0.001). Ayrıca erkek, ebeveyn eğitim düzeyi düşük, ebeveyn tutumu baskıcı olan, babası çalışmayan, parçalanmış aile yapısına sahip çocukların akran şiddetine maruz kalma ve akran şiddeti uygulama puan ortalamaları anlamlı düzeyde yüksektir (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Anaokuluna devam eden çocukların akran şiddetine maruz kalma, akran şiddeti uygulama düzeyleri cinsiyet ve aile özellikleri ile ilişkilidir. Bu doğrultuda akran şiddetini önlemeye yönelik aile ve öğretmenleri de içeren müdahale programları hazırlanmalıdır.
INTRODUCTION: In this study, it was aimed to determine the levels of peer victimization exposure and peer victimization application among kindergarten children, and related factors.
METHODS: The cross-sectional study was conducted with 391 4–6 year-old children. Data were collected using the Personal Information Form, Peer Victimization Scale, Peer Victimization Application Scale. To perform the analysis, descriptive statistics, Kolmogrow Smirnow test, t test, one way ANOVA and Pearson correlation analysis were used.
RESULTS: Based on the teachers’ report in the research, the mean score was 4.67±1.08 for the Peer Victimization Scale and 4.58±1.10 for the Peer Victimization Application Scale. A positive moderate correlation was determined between peer victimization exposure and peer victimization application (r: 0.510, p<0.001). In addition, of the children, boys, those whose parents had a low education level or displayed repressive attitudes, those having unemployed fathers, and those having a broken family were obtained significantly higher scores from the Peer Victimization Scale and the Peer Victimization Application Scale (p <0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Peer victimization exposure and peer victimization application levels of kindergarten children are closely related to their genders and family characteristics. Considering this, intervention programs aiming to prevent peer victimization should be prepared and these programs should include children’s families and teachers.

38.The Results of Intraoperative Direct Electrical Stimulation of Roots and Placode During Myelomeningocele Repair
Hüseyin Canaz, Ezgi Tuna Erdoğan, İbrahim Alataş
doi: 10.5505/ktd.2018.71601  Pages 208 - 213
GİRİŞ ve AMAÇ: Transkraniyal yüksek akım elektriksel uyarımın güvenliği yenidoğanlarda tartışmalıdır. Ancak, intraoperatif direkt stimülasyon teknikleri yenidoğanlarda da fonksiyonel sinir dokusunu belirlemek ve daha güvenli bir cerrahi sağlamak için güvenli ve faydalı yöntemlerdendir. Hastanın total paraplejisi olmadıkça, enstitümüzde myelomeningosel onarım operasyonlarında direkt sinir stimülasyon yöntemini rutin olarak kullanmaktayız. Bu yazıda, myelomeningoseli olan 20 bebekte sinir ve nöral plakodun intraoperatif direkt stimülasyonunun sonuçlarını analiz ettik ve sunduk.
YÖNTEM ve GEREÇLER: İntraoperatif direkt stimülasyon uygulanan 20 myelomeningoselli hastanın sonuçları incelendi. Hastaların alt ekstremite kaslarındaki elektromiyografi aktivitesi hem tetiklenmiş hem de spontan aktivite açısından takip edildi.
BULGULAR: Elde edilen bileşik kas aksiyon potansiyeli yanıtları alt ekstremitelerin preoperatif motor fonksiyonu ile ilişkilidir. Motor yollardaki iletim bloğu seviyesi bazı durumlarda sinir köklerini içerse de, stimüle edilen köklerin çoğunun işlevsel olması motor iletim bloğunun spinal kordun üst seviyelerinde olduğunu göstermiştir. Bir olguda, dismorfik görünen ince kökler fonksiyonel bulunmuş ve ameliyat boyunca korunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İntraoperatif direkt stimülasyon, myelomeningosel operasyonlarında nöral tüpün diseksiyonu ve onarımı sırasında fonksiyonel sinir dokusunun tespit edilip korunması için yararlı ve güvenilir bir yöntemdir.
INTRODUCTION: The safety of transcranial high current stimulation is controversial in newborns. However, intraoperative direct stimulation techniques are safe and useful methods even for newborns to determine the functional neural tissue and to provide a safer surgery. We routinely use direct nerve stimulation techniques during myelomeningocele closure in our institution unless patient has total paraplegia. In this paper, we analyzed and presented the results of intraoperative direct stimulation of nerves and neural placode in 20 infants with myelomeningocele.
METHODS: Intraoperative direct stimulation was performed and electromyography was followed from lower extremity muscles both for triggered and spontaneous activity during myelomeningocele repair.
RESULTS: The compound muscle action potentials were correlated with motor examination of lower extremities. While, the level of conduction block in motor pathways involved nerve roots in some cases, most of the stimulated roots were functional which indicates the motor conduction block was upper in spinal cord. In one case dysmorphic appearing rootlet was found functional and preserved throughout the surgery.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our practice, intraoperative direct stimulation is a useful and reliable method to check the functional neural tissue and spare it to preserve during releasing and closure of neural tube in myelomeningocele operations.

39.The effects of peripheral platelet and leukocyte counts on platelet aggregation in peritoneal dialysis patients
Serkan Bakırdöğen, Sibel Gökçay Bek, Necmi Eren, Ant Uzay, Ümit Bilgili, Mustafa Baki Çekmen, Sara Yavuz, Mehmet Tuncay, Ahmet Yılmaz
doi: 10.5505/ktd.2018.84803  Pages 214 - 217
GİRİŞ ve AMAÇ: Bugüne kadar yapılan çalışmalar, sağlıklı kişiler ve koroner arter hastalığı olan hastaların kanındaki trombosit ve lökosit sayısının trombosit agregasyonunu etkilediğini ortaya koymuştur. Çalışmamızın amacı, periton diyalizi uygulayan son dönem böbrek yetmezliği hastalarında trombosit agregasyonu ile lökosit ve trombosit sayısı arasında bir ilişki bulunup bulunmadığını araştırmaktı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kırk üç periton diyalizi hastası çalışmaya dahil edildi. Tam kandan trombosit agregasyonu ölçümü yapabilen multiple elektrot agregometri yöntemi kullanıldı.
BULGULAR: Trombosit agregasyonu ile tam kan sayımındaki trombosit ve lökosit sayısı arasında istatistiksel anlamlı pozitif yönde korelasyon saptandı. Bu pozitif korelasyon trombositlerde, lökositlerden daha güçlüydü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Periton diyaliz hastalarında trombosit agregasyonu üzerinde tam kan sayımındaki trombosit ve lökosit sayısının önemi olabilir. Bu durum, hastaların artmış tromboz riskine katkı yapan ilave bir faktör olabilir.
INTRODUCTION: Studies in healthy individuals and patients with coronary artery disease have demonstrated that circulating platelet and leukocyte counts affect platelet aggregation. The aim of our study was to investigate whether there is such a relationship between leukocyte/platelet counts and platelet aggregation in end-stage renal disease patients on peritoneal dialysis (PD).
METHODS: Forty-three PD patients were included in the study. Multiple electrode aggregometry method capable of measuring platelet aggregation in whole blood was used.
RESULTS: A statistically significant positive correlation between platelet aggregation and leukocyte and platelet counts in complete blood count (CBC) was seen. This positive correlation was stronger for platelets than leukocytes.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Platelet and leukocyte counts in CBC in PD patients might be important on platelet aggregation. This might be another risk factor contributing to already increased thrombosis risk in these patients.

40.Tranperitoneal Laparoscopic Renal Cyst Decortication: A Single Center Experince
Hacı İbrahim Çimen, Hacı Can Direk, Fikret Halis, Hasan Salih Sağlam, Ahmet Gökçe
doi: 10.5505/ktd.2018.90267  Pages 218 - 221
GİRİŞ ve AMAÇ: Laparoskopik dekortikasyon böbrek kist tedavisinde minimal invaziv bir prosedür olması, yüksek başarı oranı nedeniyle standart yöntem haline gelmiştir. Çalışmamızın amacı kliniğimizde uygulanan laparoskopik transperitoneal kist dekortikasyon (LTKD) sonuçlarını sunmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Aralık 2012 ile Haziran 2016 arasında Bosniak tip 1 renal kist nedeniyle LTKD uygulanan 48 (28 erkek, 20 kadın) hastanın dosyaları retrospektif olarak incelendi. Hasta yaşı, operasyon süresi, kist boyutu, kist tarafı, postoperatif komplikasyon oranları ve hospitalizasyon süreleri kaydedildi.

BULGULAR: Ortalama hasta yaşı 55.8 ± 12.2 yıldı. Renal kistlerin 25’i (%52) sağ, 23’ü (%48) sol böbrek yerleşimli ve ortalama kist boyutu 65.83 ± 30.15 mm idi. Ortalama operasyon süresi 41.4 ± 5.6 dakika olarak bulundu. İntraoperatif komplikasyon görülmedi. Postoperatif 5 (%10.4) hastada Clavien grade 1 komplikasyon saptandı. Postoperatif 1. ay kontrollerinde hiçbir hastada nüks tespit edilmedi.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Böbrek kisti tedavisinde uyguladığımız LTKD sonuçlarımız literatür ile uyumludur.

INTRODUCTION: Laparoscopic decortication became a standart procedure for the treatment of renal cysts because of less invasive and has a high success rate. The aim of this study was to present our results of laparoscopic transperitoenal cyst decortication (LTCD).
METHODS: The data of 48 patients who underwent LTCD for Bosniak Type 1 renal cyst between December 2012 and June 2016 were retrospectively evaluated. Patient’s age, operation time, cyst size, cyst laterality, postoperative complication rates and postoperative hospital stay were recorded.
RESULTS: The mean age of the patients were 55.8 ± 12.2 years. Renal cysts were localizated on the right side in 25 (52%) patients and on the left side in 23 (48%) patients and mean cyst size was 65.83 ± 30.15 mm. Mean operative time was 41.4 ± 5.6 min. There was no intraoperative complications. Clavien grade 1 complication was occured in 5 (10.4%) patients, postoperatively. No recurrence was occured in postoperative first month evaluation.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our LTCD results are consistent with the literature.

41.Measuring compassion level of operating room nurses: a turkish validity and reliability research
Fadime Çınar, Fatma Eti Aslan
doi: 10.5505/ktd.2018.78942  Pages 222 - 229
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırmada, başkalarına karşı duyulan merhameti altı boyutla ölçebilen Merhamet Ölçeğinin ameliyathane hemşireleri için geçerli ve güvenilir bir araç olup olmadığının incelenmesi amaçlandı
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu amaçla Nisan - Mayıs 2016 tarihleri Araştırmada İstanbul İli Avrupa Yakasında çeşitli hastanelerde görev yapan 236 hemşireye, Akdeniz ve Deniz (1) tarafından üniversite öğrencileri üzerinden Türkçeye uyarlanan ve başkalarına karşı duyulan merhameti altı boyutla ölçebilen Merhamet Ölçeği uygulandı.
BULGULAR: Metodolojik tipte olan bu araştırma Nisan - Mayıs 2016 tarihleri Araştırmada İstanbul İli Avrupa Yakasında çeşitli hastanelerde görev yapan 236 hemşire ile gerçekleştirildi. Verilerin toplanmasında, "Tanıtıcı Bilgi Formu" ve 24 maddelik 6 boyuttan oluşan başkalarına karşı duyulan merhameti ölçebilen "Merhamet Ölçeği" kullanıldı. Ölçek için; meslektaş görüşleri alınarak yüzey geçerliliği, uzman değerlendirmesi yapılarak kapsam geçerliği, iç tutarlılığı/ güvenirlilik için madde-toplam puan korelasyon ve Cronbach Alpha değerlerinin hesaplanması, yapı geçerliği için açıklayıcı faktör analizi yapıldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Araştırma sonuçlarına göre Merhamet Ölçeği, ameliyathane hemşirelerinin merhamet düzeylerini ölçmede geçerli ve güvenilir bir ölçektir.
INTRODUCTION: In the research, it is aimed to examine validity and reliability of Compassion Scale which is used to measure compassion to others with six factors for surgery nurses.
METHODS: This methodological study was carried out with 236 nurses working in different hospitals in the West Side of Istanbul City in April - May 2016 survey. In the collection of the data, the "Compassion Scale" was used to measure the compassion toward others, consisting of the "Introductory Information Form" and the 24-item 6-dimensions. For the scale; comprehension factor analysis for internal consistency / reliability, item-total score correlation and calculation of Cronbach Alpha values, construct validity factor analysis were carried out.
RESULTS: Cronbach Alpha level of the scale was found 0,821. Spearman-Brown coefficient was at 0,813 level. According to Principle component Analysis, factor weights of all items in the scale were higher than 0,40 given in the acceptable level in literature. According to Lawshe analysis results, KGO levels of all items in the scale were fount to be higher than minimum level of 0,59 for 11 participants, between 0,64-1,00.
DISCUSSION AND CONCLUSION: According to the results of the research, the Compassion Scale is a valid and reliable measure for measuring the levels of compassion of the operating room nurses