Volume : 13 Suppl : 2 Year : 2024
Index
Membership
Application
Kocaeli Medical Journal - Kocaeli Med J: 13 (2)
Volume: 13  Issue: 2 - 2024
1.Cover

Pages I - II

2.Editorial Board

Page III

3.Instructions to Authors

Pages IV - X

4.Contents

Page XI

ORIGINAL ARTICLE
5.Affecting Levels of the Pandemic Process on Patients who had Bariatric Surgery. Single Center Survey Study
Doğuş Durmuş, Emin Lapsekili, Ümit Alakuş, Yaşar Subutay Peker, Ali Coskun
doi: 10.5505/ktd.2024.56323  Pages 89 - 93
GİRİŞ ve AMAÇ: COVID-19'a bağlı artan stres seviyeleri, bariatrik cerrahi öncesi ve sonrasında duygusal yeme ve aşırı yeme semptomlarını artırabilen duygusal düzensizliğe yol açabilir. Çalışmamızda bariatrik hastaların pandemi periyodu süresince; pandemiden ruhsal etkilenme süreçleri, yeme düzeni ve miktarı değişiklikleri ve fiziksel aktivite düzeyleri araştırılmıştır. Bununla beraber, bu değişikliklerin çalışma programları ve sosyal yaşantıları ile olan etkileşim düzeyleri değerlendirilmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2018 Temmuz-2020 Mart ayları arasında opere edilen 75 hastaya düzenlenen online anket ile ulaşıldı. Anketler Sosyodemografik özelliklerin yanında, Koronavirüs Anksiyete Ölçeği (KAÖ), Uluslararası Fiziksel Aktivite Anketi (Kısa)(UFAA), Moorehead-Ardelt Yaşam Kalitesi Ölçeği II (MA II) ni içeren toplam 30 soru üzerinden değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların %58,6 sı kadındı (n=44). Sadece üç hastanın KAÖ düzeyleri “yüksek dereceli anksiyete” yi işaret ederken. UFAA da en sık yapılan fiziksel aktivite yürüyüş olarak belirlendi. MA II testine göre beş hastanın kötü kalitede yaşamları olduğu belirlenmiştir
TARTIŞMA ve SONUÇ: Postoperatif bariyatrik cerrahi hastaların pandemi döneminde ve sokağa çıkma kısıtlamalarının uygulandığı bu gibi periyotlardan etkilenme düzeylerini belirlemek ve onlara online ve uzaktan verilecek destek stratejilerinin belirlenmesi için önemlidir.
INTRODUCTION: Increased stress levels associated with COVID-19 can lead to irregularities which can increase emotional eating or overeating symptoms before and after bariatric surgery. The aim of this study was to investigate the mental health effects of the COVID-19 pandemic on changes in amounts and eating plans, and levels of physical activity in bariatric surgery patients. Evaluations were also made of the interaction of these changes with work programs and social experiences.
METHODS: Data were collected from an online questionnaire delivered to 75 patients who underwent surgery because of obesity between July 2018 and March 2020. Evaluation was made of sociodemographic characteristics, and a 30-item questionnaire which included the Coronavirus Anxiety Scale (CAS), the International Physical Activity Scale – Short Form (IPAS-SF) and the Moorehead-Ardelt Quality of Life Scale II (MA-II)
RESULTS: The patients comprised 44 (58.6%) females. The CAS levels indicated a high level of anxiety in only 3 patients. The most common physical activity was reported to be walking. According to the MA II test, 5 (6.7%) patients reported poor quality of life.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It is important to determine the levels at which postoperative bariatric surgery patients are affected by pandemic measures such as curfews and quarantine to be able to establish support strategies that can be delivered remotely online.



6.Effectiveness and tolerability of short contact therapy with topical clindamycin and tretinoin combination compared to long contact therapy in the treatment of acne vulgaris in pediatric patients
Sabir Hasanbeyzade
doi: 10.5505/ktd.2024.04710  Pages 94 - 99
GİRİŞ ve AMAÇ: Biz çalışmamızda, hafif ve orta şiddetli akne vulgaris tedavisinde klindamisin ve tretinoin kombinasyonunun standart ve kısa temas şeklinde kullanımının etkinlik ve yan etkilerini karşılaştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma için hastane klinik olmayan etik kurulundan onay alınmıştır. 01.09.2020-31.03.2021 tarihlerinde polikliniğe sivilce şikayeti ile ayaktan başvuran ve hafif-orta şiddetli akne tanısı alan, tedavisinde klindamisin-tretinoin kombinasyonu kullanılan, her grupta 240 hasta olacak şekilde toplam 480 hasta dosyası çalışmaya alındı. Kısa süreli temas şeklinde kullananlar ilacı sürdükten 1 saat sonra yıkarken, standart şekilde kullananlar gece sürüp sabaha kadar bekletip sabah yıkamışlardı.
BULGULAR: İSGA skoru ve skordaki yüzdelik düşüş açısından gruplar arasında istatistiksel anlamlı fark bulundu (p 0.013). Standart uygulama grubunda İSGA ortalaması daha düşük ve İSGA düzelme yüzdesi daha yüksekti. Lezyon sayıları standart uygulamada daha fazla düzelme göstermekteydi (p <0.001). İki grup arasında yan etkiler açısından 1. ay sonunda fark bulundu (p <0.001). Yan etkiler standart uygulama şeklinde daha fazlaydı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Standart uygulamanın kısa temas süreli uygulamaya göre daha etkili bulunması, 1. ay sonunda 2 grup arasında yan etkilerin standart grupta daha fazla görülmesi ve diğer aylarda düşerek diğer grupla eşitlenmesi tedaviye kısa temas süreli uygulama şeklinde başlanıp sonradan standart uygulamaya dönülmesinin etkinlik ve yan etki açısından daha verimli olacağını düşündürmektedir.
INTRODUCTION: In this study,the effectiveness and side effects were compared between the standard (long contact) and short contact use of clindamycin+tretinoin combination in the treatment of mild to moderate acne vulgaris.
METHODS: The study was approved by the hospital’s nonclinical Ethics Committee.A total of 480 subjects were enrolled in the study and each group contained 240 subjects who were diagnosed with mild to moderate acne and treated with the combination of clindamycin+tretinoin between 01.09.2020-31.03.2021.Short contact users rinsed away the drug after 1 hour while standard users applied the drug at night,kept it until the next morning and then rinsed off.
RESULTS: There was a statistically significant difference between the groups in terms of ISGA score and percentage reduction in the score (p 0.013).The average ISGA score was lower and percentage improvement in ISGA score was higher in the standard group.Number of lesions showed greater improvement in the standard use group (p <0.001).There was a difference between the two groups in terms of side effects by the end of 1st month (p <0.001).Side effects were higher in standard application group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The fact that the standard application was found to be more effective than the short contact application,that the side effects were more common in the standard group at the end of the first month,and that they decreased and equalized with the other group in the following months,suggests that starting the treatment with a short contact application and then returning to the standard application would be more efficient in terms of effectiveness and side effects.

7.Predictive Factors for Postoperative Pancreatic Fistula in Distal Pancreatectomy
Ahmet Tarık Harmantepe, Enis Dikicier, Emre Gonullu, Bahaeddin Umur Aka, Necattin Firat, Ömer Faruk Ateş, Fatih Altintoprak, Fehmi Çelebi
doi: 10.5505/ktd.2024.54765  Pages 100 - 105
GİRİŞ ve AMAÇ: Pankreatektomi sonrası görülen postoperatif pankreatik fistül (POPF) major komplikasyonlara neden olabilmektedir. Bu çalışmanın amacı, distal pankreatektomi (DP) sonrası POPF'ü etkileyen risk faktörlerini değerlendirmek ve klinik önemini tartışmaktır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Sakarya Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Ocak 2015 ve Ocak 2021 arasında distal pankreatektomi yapılan 37 hasta retrospektif incelendi. POPF'ye sebep olan risk faktörlerini belirlemek için hastaların demografik özellikleri, klinik parametreleri analizler kullanılarak değerlendirildi. P < 0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.

BULGULAR: 37 hastanın 20’sinde (%54,05) POPF gelişirken, 17’ sinde (%45,94) POPF gözlenmedi. Hastanın cinsiyetinin, yaşının, preoperatif serum-based inflammatory indicatorlerinin, cilt altı yağ dokusu, perinefrik yağ dokusu kalınlığının, psoas kası alanının POPF’e etkisi gözlenmedi. Pankreas kanal çapının 2mm’den büyük olması POPF’ü arttırdığı tespit edildi. (p=0,009).

TARTIŞMA ve SONUÇ: Distal pankreatektomi sonrası POPF sık görülen komplikasyondur. Pankreas kanal çapının 2 mm’den büyük olması POPF’ ü arttırabilir.

INTRODUCTION: Postoperative pancreatic fistula (POPF) after pancreatectomy can cause major complications. The aim of this study is to evaluate the risk factors affecting POPF after distal pancreatectomy (DP) and to discuss its clinical significance.
METHODS: Thirty-seven patients who underwent distal pancreatectomy between January 2015 and January 2021 at Sakarya University Training and Research Hospital were retrospectively analyzed. Demographic characteristics and clinical parameters of the patients were evaluated using analyzes to determine the risk factors causing POPF. p< 0.05 was considered statistically significant.
RESULTS: POPF was observed in 20 (54.05%) of 37 patients, while POPF was not observed in 17 (45.94%) patients. No effect of the patient's gender, age, preoperative serum-based inflammatory indicators, subcutaneous adipose tissue size, perinephric adipose tissue size, and psoas muscle area on POPF was observed. It was determined that pancreatic duct diameter greater than 2 mm increased POPF (p=0,009).
DISCUSSION AND CONCLUSION: POPF is a common complication after distal pancreatectomy. Pancreatic duct diameter greater than 2 mm may increase the risk of POPF.

8.Awareness Levels of Stroke Patients about The Risk Factors in the Southeast Region of Turkey
Özlem Ethemoğlu, Dursun Çadırcı, Tülin Gesoglu Demir, Dilek Ağırcan
doi: 10.5505/ktd.2024.70437  Pages 106 - 109
GİRİŞ ve AMAÇ: İnme risk faktörlerinin erken dönemde saptanması ve tedavi ile kontrol altına alınması inme riskini azaltmaktadır. Tekrarlayan inme durumunda, sakatlık ve ölüm oranları önemli ölçüde artar. Bu çalışmadaki amacımız, inme hastalarında risk faktörlerini ve risk faktörleri farkındalığını değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı'na Ekim 2017-Mart 2018 tarihleri arasında inme öyküsü ile başvuran 96 hasta alındı. Hastalara yaş, cinsiyet, risk faktörleri ( hipertansiyon (HT), diabetes mellitus (DM), kardiyovasküler hastalık (KVH), atriyal fibrilasyon (AF), dislipidemi, ailede inme öyküsü), düzenli poliklinik takibi, ilaç kullanımı, komorbid hastalıklar, risk faktörlerinin farkındalığı ve hastalık hakkındaki bilgilerini sorgulamak için anket uygulandı
BULGULAR: Çalışmaya 96 inme hastası dahil edildi. Risk faktörleri olarak sırasıyla HT, sigara, DM, KVH, hiperlipidemi, ailede inme öyküsü ve AF belirlendi. Hastaların 48'i (%50) inme risk faktörlerinin farkında değildi, 42'si (%43,75) düzenli olarak nöroloji uzmanına kontrole gitmiyordu, 42'si (%43,75) düzenli inme önleyici tedavi kullanmıyordu. Hastaların 28'inin (%29,17) tekrarlayan inme atakları geçirdiği öğrenildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İnme riski yüksek olan hastaların eğitiminde sağlık profesyonellerinin daha aktif rol alması gerektiğini söyleyebiliriz. İnme semptomlarının hastalıkla ilişkisini, değiştirilebilir risk faktörlerinin tedavisine olan ihtiyacı ve hastaneye yatışta gecikmeleri önlemenin daha olumlu bir prognozla nasıl ilişkili olduğunu vurgulamak için farkındalık kampanyalarına ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Identifying the stroke risk factors and controlling them with treatment at an early stage reduce the risk of stroke. In case of recurrent stroke, disability and mortality rates increase significantly. Our aim in this study is to evaluate the risk factors and awareness of risk factors in stroke patients.

METHODS: This study enrolled 96 patients with a history of stroke, who presented to the Harran University Faculty of Medicine Department of Neurology between October 2017 and March 2018. A questionnaire was applied to question the patients’ age, gender, risk factors (hypertension (HT), diabetes mellitus (DM), cardiovascular disease (CVD), atrial fibrillation (AF), dyslipidaemia, family history of stroke), regular outpatient follow-up, medication use, comorbid diseases, awareness of risk factors and the knowledge about the disease.

RESULTS: 96 stroke patients were included in the study. HT, smoking, DM, CVD, hyperlipidemia, family history of stroke, and AF were determined as risk factors, respectively. Forty-eight (50%) of the patients were not aware of their stroke risk factors, 42(43.75%) did not go to a regular neurologist for control, 42(43.75%) did not use preventive treatment for stroke regularly. It was learned that 28(29.17%) of the patients had recurrent stroke attacks.

DISCUSSION AND CONCLUSION: We can say that healthcare professionals should take a more active role in the education of patients with a high risk of stroke. Awareness campaigns are needed to highlight the relevance of stroke symptoms to disease, the need for treatment of modifiable risk factors, and how preventing delays in hospital admission is associated with a more favorable prognosis.


9.Outcomes of Primary Spontaneous Pneumothorax in Adolescents
Necla Gürbüz Sarıkaş, Seniha Esin Söğüt, Onursal Varlikli
doi: 10.5505/ktd.2024.52284  Pages 110 - 114
GİRİŞ ve AMAÇ: Primer spontan pnömotoraks (PSP), en sık adolesan yaş grubunda görülen pnömotoraks tipidir. Bu çalışmayla; kliniğimizdeki PSP’lı hastaların tedavisinin sonuçlarını literatür eşiliğinde değerlendirmek amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada, Mart 2012 ve Mart 2022 tarihleri arasında merkezimizde PSP tanısı alan 14-18 yaşlarındaki hastaların yaş, cinsiyet, başvuru şikayetleri, tanı yöntemleri, pnömotoraks taraf ve oranları, tedavi yöntemleri, tüp kalış süresi, hastanede kalış süresi ve sonuçları için hastaların kayıtları geriye dönük olarak incelendi.
BULGULAR: Takip edilen 82 hastanın 72’si (%87.8) erkek, 10’u kız (%12,2) dı. Hastaların 48’ine konservatif tedavi uygulandı. 34 (%41,5) hastaya tüp torakostomi uygulandı. Bu 34 hastanın 20’ne 1 kez, 11 hastaya 2 kez, 4 hastaya 3 kez göğüs tüpü takıldı. Tüp kalış süreleri 12 hasta da 3 günden az, 16 hastada 4-7 gün arasında, 6 hastada 8 günden fazla göğüs tüpü ile takip edildi. Hastaların 1’ine video yardımlı toraks cerrahisi (VATS) uygulandı. Dört hastaya açık cerrahi yapıldı. Takip edilen toplam 82 hastanın 32 (%39.0)’inde nüks gözlemlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Primer spontan pnömotoraksın tedavisinde tüp torakostomi yönteminin hem kolay hem etkili ilk seçenek olabileceğini düşünmekteyiz. Video yardımlı toraks cerrahisi ve açık cerrahi uygulamalarının seçimi klinisyenlerin deneyimlerine ve seçilmiş olgulara göre yapılmalıdır. Ayrıca PSP tedavisinde standart bir yaklaşım için kılavuzların oluşturulması gerektiğini düşünmekteyiz
INTRODUCTION: Primary spontaneous pneumothorax (PSP) is the most common type of pneumothorax seen in adolescents. The aim of this study was to evaluate the results of PSP treatment in the adolescent age group in our clinic.
METHODS: In this study, the records of patients aged 14-18 years who were diagnosed with PSP at our center between March 2012 and March 2022 were retrospectively reviewed for age, sex, presenting complaints, diagnostic methods, pneumothorax rates, treatment methods, duration of stay, tube length of hospital stay, and outcomes.
RESULTS: : Of the 82 patients who were followed up, 72 (87.8%) were male and 10 (12.2%) were female. Conservative treatment was administered to 48 patients in all cases. Tubes were inserted in 34 (41.5%) patients. A chest tube was inserted once in 21 of the 34 patients, twice in 11 patients, and 3 times in 2 patients. Length of stay was recorded as chest tube for less than 3 days in 12 patients, 4-7 days in 16 patients, and more than 8 days in 6 patients. Video-assisted thoracic surgery (VATS) was performed in one patient. Open surgery was performed in 4 patients. Recurrence was observed in 32 (39.0%) of the 82 patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Tube thoracostomy, which is both easy and effective, may be the first choice for the treatment of primary spontaneous pneumothorax. The choice of video-assisted thoracic surgery and open surgery should be based on the experience of clinicians and selected cases. We also believe that guidelines should be established as a standardized approach for the treatment of PSP

10.Comparison of Cook Re-intubation Catheter and Guidewire in Staged Extubation in Obese Patients Undergoing Bariatric Surgery: A Randomized Controlled Clinical Trial
Emine Yurt, Ayten Saracoglu, Mehmet Yılmaz, İpek Yakın Düzyol, Merve Ergenç, Kemal Tolga Saracoglu
doi: 10.5505/ktd.2024.45477  Pages 115 - 121
GİRİŞ ve AMAÇ: Aşamalı ekstübasyon setleri zor hava yolu vakalarında güncel bir ekstübasyon stratejisi olarak kullanılmaktadır. Hava yolu güvenliği açısından yararlı olmasına rağmen, hastaların intolerans bulguları olduğunda kullanılamazlar. Bu çalışmada laparoskopik cerrahi geçiren morbid obez hastaların ekstübasyonunda Cook aşamalı ekstübasyon seti, entübasyon kateteri ve ekstübasyon telinin ayrı ayrı kullanımının etkinliğini ve hasta uyumunu karşılaştırmayı amaçladık.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma elektif laparoskopik bariatrik cerrahi planlanan 30 hasta üzerinde gerçekleştirilmiştir. Hastalar iki gruba ayrılmış ve ilk grupta (Grup C) yeniden entübasyon kateteri, ikinci grupta (Grup W) ise ekstübasyon teli kullanılmıştır. Kalp hızı (KH), ortalama arter basıncı (OAB), SpO2, end-tidal CO2 (ETCO2), pH, pO2, PaCO2 ve öksürme ve ıkınma gibi hastaların intoleransını gösteren semptomlar kaydedilmiştir.


BULGULAR: 0 ve 15. dakikalardaki SpO2, kalp hızı ve öksürük, 0 ve 15. dakikalardaki pH ve PaCO2 değerleri benzer bulunmuştur, Grupların 0. dakikadaki ıkınma varlığı benzer olmasına rağmen, 15. dakikadaki ıkınma varlığı kateter grubunda anlamlı olarak daha düşük bulunmuştur. 0. ve 15. dakikadaki PaO2 değerleri kateter grubunda anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur (sırasıyla p: 0.011, p: 0.03).


TARTIŞMA ve SONUÇ: Morbid obezite cerrahisi geçiren hastaların ekstübasyonunda Cook aşamalı ekstübasyon setinin re-entübasyon kateteri, ekstübasyon teline kıyasla hasta uyumu ve hemodinamik yanıt açısından daha avantajlı bulunmuştur.
INTRODUCTION: Staged extubation sets are used as a current extubation strategy in difficult airway cases. Although useful for airway safety, it cannot be used when patients have symptoms of intolerance. We aimed to compare the efficiency and patient compliance of using the Cook staged extubation set, intubation catheter, and extubation wire separately in the extubation of the morbid obese patients having laparoscopic surgery.
METHODS: This study was performed on 30 patients who were planned for elective laparoscopic bariatric surgery. Patients were divided into two groups, where re-intubation catheter was used for the first (Group C) and extubation wire for the second (Group W). The heart rate (HR), mean arterial pressure (MAP), SpO2, end-tidal CO2 (ETCO2), pH, pO2, Parsiyel Arteriyel Oksijen Basıncı(PaCO2), and symptoms indicating patients’ intolerance, such as coughing and straining, were recorded.
RESULTS: The 0 and 15th minute SpO2, heart rate, and rate of coughing, the pH and PaCO2 values at the 0 and 15th minutes were found to be comparable, Although the 0 minute strain rate of the groups was similar, the 15th minute strain rate was found to be significantly lower in the catheter group. The 0 and 15th minute PaO2 values were found to be significantly higher in the catheter group (p: 0.011, p: 0.03, respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In the extubation of patients undergoing morbid obesity surgery, the re-intubation catheter of the Cook staged extubation set was found to be more advantageous in terms of patient compliance and hemodynamic response compared to the extubation wire.

11.Morphometric Evaluation Of the Arteries Supplying the Brain in Alzheimer's Patients: A Radiological Anatomy Study
Cansu Kibar, Papatya Keleş, Özlem Öztürk Köse, Yunus Emre Akpınar, Coşkun Parim
doi: 10.5505/ktd.2024.25991  Pages 121 - 126
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, Alzheimer hastalarında serebral arterlerin morfometrik özelliklerinin tanımlanması ve sağlıklı bireylerle aralarında farklılık olup olmadığının ortaya konulması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 30 Alzheimer hastası ve 30 sağlıklı bireye ait MR anjiyografi görüntülerinde a. carotis interna uzunluğu, a. carotis interna çapı, a. cerebri anterior uzunluğu, a. cerebri anterior çapı, a. cerebri media uzunluğu, a. cerebri media çapı sağ ve sol taraflar için ölçüldü. Elde edilen morfometrik ölçümlerin istatistik analizi yapıldı.
BULGULAR: Alzheimer hastalarında sağ ve sol taraf a. carotis interna çap, sag taraf a. carotis interna uzunluk, sağ ve sol taraf a. cerebri media uzunluk ve çap, sağ taraf a. cerebri anterior çap ölçümlerinin kontrol grubuna göre daha küçük olduğunu saptadık. Sol taraf a. carotis interna uzunluk, sağ ve sol taraf a. cerebri anterior uzunluk ve sol taraf a. cerebri anterior çap ölçümlerinde ise gruplar arasında anlamlı bir farklılık görülmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Elde edilen morfometrik veriler, kesin tedavisi olmayan Alzheimer Hastalığı’nın erken teşhisine ve böylece hastalığın ilerlemesini engelleyici önlemlerin alınmasına ışık tutacak ve uygulanacak tedavi yöntemleri için yol gösterici olacaktır.
INTRODUCTION: In this study, it was aimed to define the morphometric features of cerebral arteries in Alzheimer's patients and to reveal whether there is a difference between them and healthy individuals.
METHODS: MR angiography images of 30 Alzheimer's patients' and 30 healthy individuals' internal carotid artery length, internal carotid artery diameter, anterior cerebral artery length, anterior cerebral artery diameter, middle cerebral artery length, middle cerebral artery diameter were measured for the right and left sides. Statistical analysis of the obtained morphometric measurements was performed.
RESULTS: We found that right and left side internal carotid artery diameter, right side internal carotid artery length, right and left side middle cerebral artery length and diameter, right side anterior cerebral artery diameter measurements were smaller in Alzheimer's patients compared to the control group. There was no significant difference between the groups in the measurements of left side carotis interna length, right and left side anterior cerebral artery length, and left side anterior cerebral artery diameter.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The morphometric data obtained will shed light on the early diagnosis of Alzheimer's Disease, which has no definitive treatment, and thus help take measures to prevent the progression of the disease, and will guide the treatment methods to be applied.

12.The Effect of Oral Isotretinoin Treatment on Central Macular Thickness, Choroidal Thickness and Retinal Nerve Fiber Layer
Nihat Aydın, Melek Tüfek, Canan Kaya
doi: 10.5505/ktd.2024.73659  Pages 127 - 133
GİRİŞ ve AMAÇ: Literatürde oral isotretinoin tedavisinin birçok oküler yan etkiye neden olduğu bildirilmiştir. Bu çalışmadaki amacımız oral isotretinoin tedavisinin santral maküler kalınlık (SMK), koroid kalınlığı ve retina sinir lifi tabakası (RNFL) kalınlığı üzerindeki etkisinin spektral domain optik koherens tomografi (SD-OKT) cihazı ile değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu prospektif tek merkezli çalışmaya 45 oral isotretinoin tedavisi alan hasta dahil edildi. Oral isotretinoin tedavisinin başlangıcında ve üçüncü ayın sonunda SD-OKT cihazı ile SMK, koroid kalınlığı ve RNFL kalınlığı ölçüldü. Koroid kalınlığı ölçümleri subfoveal alan, foveaya nazal ve temporal 500, 1000, 1500 µm mesafeden yapıldı.
BULGULAR: SMK ve subfoveal, nazal ve temporal 500, 1000 ve 1500 µm koroid kalınlığı ölçümlerinin başlangıç ve üçüncü ay takipleri arasında istatistiksel açıdan anlamlı farklılık izlenmedi (p=0,489, p=0,703, p=0,068, p=0,057, p=0,657, p=0,069, p=0,734, p=0,376, sırasıyla). Ortalama, superior, inferior, nazal ve temporal RNFL kalınlığı açısından başlangıç ve üçüncü ay takipleri arasında istatistiksel açıdan anlamlı farklılık yoktu (p=0,453, p=0,446, p=0,670, p=0,379, p=0,086, sırasıyla). Ayrıca ortalama günlük oral isotretinoin dozu (24±4,96 mg/ gün) ile, SMK, koroid kalınlığı ve RNFL kalınlığındaki değişim arasında istatistiksel açıdan anlamlı korelasyon izlenmedi (p> 0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: 3 aylık oral isotretinoin tedavisinin SMK, koroid kalınlığı ve RNFL kalınlığı üzerinde toksik etkisi izlenmedi.
INTRODUCTION: In the literature, oral isotretinoin treatment has been reported to cause many ocular side effects. The aim of this study was to evaluate the effect of oral isotretinoin treatment on the central macular thickness (CMT), choroidal thickness, and retinal nerve fiber layer (RNFL) thickness by using the spectral domain optical coherence tomography (SD-OCT) device.
METHODS: A total of 45 patients receiving oral isotretinoin therapy were included in this prospective single-center study. The CMT, choroidal thickness, and RNFL thickness were measured with the SD-OCT device at baseline and at the end of the third month of oral isotretinoin treatment. Choroidal thickness measurements were performed at the subfoveal location and nasal and temporal to the fovea at a distance of 500, 1000, and 1500 µm.
RESULTS: No statistically significant difference was observed between the baseline and the third month of follow-up for the CMT and the subfoveal, and nasal and temporal 500, 1000, and 1500 µm choroidal thickness measurements (p=0.489, p=0.703, p=0.068, p=0.057, p=0.657, p=0.069, p=0.734, p=0.376, respectively). No statistically significant difference was present between the baseline and the third month follow-up in terms of the mean, superior, inferior, nasal, and temporal RNFL thickness values (p=0.453, p=0.446, p=0.670, p=0.379, p=0.086, respectively). No statistically significant relationship was found between the mean daily oral isotretinoin dose (24±4.96 mg/day) and the change in CMT, choroidal thickness, and RNFL thickness (p> 0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: No toxic effects of 3-month oral isotretinoin treatment were observed on the CMT, choroidal thickness, and RNFL thickness.

13.Comparison of Recurrence and Survival Rates Between Breast-Conserving Surgery and Mastectomy in Lobular Breast Cancer
Mevlüt Yordanagil, Yavuz Selim Kahraman, Levent Yeniay, Mehmet Rasih Yılmaz, Berk Göktepe
doi: 10.5505/ktd.2024.41961  Pages 134 - 141
GİRİŞ ve AMAÇ: İnvaziv lobuler karsinomlar, kendine özgü patogenez, klinik biyoloji ve büyüme paterni olan kanser türüdür. Bu çalışma ile invaziv lobüler karsinomlarda meme koruyucu ameliyatlarla total mastektomi ameliyatları arasında sağ kalım oranlarını karşılaştırmayı ve MKC’nin güvenirliğini araştırmayı amaçladık.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2003-Ekim 2012 tarihleri arasında memenin invaziv lobüler karsinomu nedeniyle ameliyat edilen hastaların verileri retrospektif olarak incelendi. Hastalar iki gruba ayırıldı: MKC ve total mastektomi grupları. Her iki grup arasında hastalıskız sağ kalım ve genel sağ kalım oranları değerlendirildi.

BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 112 hastanın 79’una (%70,5) total mastektomi ve 33’üne (%29,5) MKC uygulandı. MKC grubundaki yaş ortalaması 53,42±8,66 yıl, Mastektomi grubundaki hastaların yaş ortalaması 55,23±12,19 yıl idi (p: 0,002). Lenfovasküler invazyonun hastalıksız sağ kalımı ve Kİ-67’nin genel sağ kalımı kötü yönde etkilediği görüldü (sırası ile p: 0,018 ve p: 0,014). Her iki grup arasında hastalıksız sağ kalım ve genel sağ kalım açısından anlamlı fark bulunmadı.

TARTIŞMA ve SONUÇ: İLK’lı hastalara temiz cerrahi sınırlar sağlanma ve adjuvant radyoterapi verme şartı ile meme koruyucu cerrahinin güvenle uygulanabileceği kanaatindeyiz
INTRODUCTION: Invasive lobular carcinoma of the breast is a type of cancer with specific pathogenesis, clinical biology and growth pattern. In this study, we aimed to compare the survival rates between breast conserving surgeries (BCS) and mastectomy in invasive lobular carcinomas and to investigate the reliability of BCS.
METHODS: Data of patients who underwent breast surgery for invasive lobular carcinoma between January 2003 and October 2012 were analyzed retrospectively. The patients were divided into two groups: BCS and mastectomy. Disease-free survival and overall survival rates were compared.
RESULTS: 112 patients were included in the study. Total mastectomy was performed in 79 (70.5%) and BCS in 33 (29.5%). The mean age of the patients in the BCS group was 53.42±8.66 years and 55.23±12.19 in the mastectomy group (p: 0.002). Lymphovascular invasion was detected as a poor prognostic factor for disease-free survival and Ki-67 for overall survival. (p: 0.018 and p: 0.014, respectively). No statistically significant difference was detected between the groups in disease-free and overall survival.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We suggest that breast conserving surgery with negative surgical margins and adjuvant radiotherapy can be safely performed in patients with invasive lobular cancer.

14.One Year Real Life Data Of Patients With Severe Eosinophilic Asthma Treated With Mepolizumab
Şeyma Özden, Fatma Merve Tepetam, Özge Atik, Sinan Arslan
doi: 10.5505/ktd.2024.67026  Pages 142 - 146
GİRİŞ ve AMAÇ: Ağır astımı tanılı bazı hastalar, oral kortikosetroidler (OKS) ile birlikte veya bunlar olmaksızın yüksek doz inhale kortikosteroidlerle (IKS) sürekli tedaviye rağmen eozinofilik inflamasyonla ilişkili sık alevlenmeler yaşamaktadır. İnterlökin (IL)-5'e bağlanan ve inaktive eden insanlaştırılmış bir monoklonal antikor olan Mepolizumab'ın ağır eozinofilik astımı olan hastalarda astım kontrol testi (AKT), Periferik kan eozinofil düzeyi (PBEV) ve astım atağı üzerine olan etkisini analiz etmek istedik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ağır astım nedeniyle en az 12 ay boyunca 4 haftada bir 100 mg mepolizumab subkutan (sc) uygulanan 27 hastanın başlangıçtaki klinik ve demografik özellikleri kaydedilmiştir. Tedavi öncesi ve sonrası yıllık astım alevlenme sayısı, PBEV ve ACT değişiklikleri karşılaştırılmıştır.
BULGULAR: Mepolizumab, tüm hastalarda istatistiksel anlamlı olarak PBEV ve astım alevlenmelerindee azalma ve AKT’de artışa neden olmuştur. PBEV median 910 (IQR: 885) hücre/μL'den 90'a (IQR: 245), [p<0,001], astım alevlenmesi median 4'ten (IQR: 4) 0'a (IQR: 1) [p<0,001]) düşerken ve ACT median 11'den (IQR: 7) 24'e (IQR: 2) [p<0,001] anlamlı şekilde artmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tip 2 inflamasyon ile seyreden ağır astım tedavisinde kullanılan mepolizumab, astım kontrolünü sağlamanın yanı sıra PEBV ve astım alevlenmelerini azaltmada da oldukça etkilidir.
INTRODUCTION: Some patients with severe asthma experience frequent exacerbations associated with eosinophilic inflammation despite continuous treatment with high-dose inhaled corticosteroids (ICS) with or without oral corticocetroids (OCS). We wanted to analyse the effect of Mepolizumab, a humanised monoclonal antibody that binds to and inactivates interleukin (IL)-5, on asthma control test (ACT), peripheral blood eosinophil level (PBEV) and asthma attack in patients with severe eosinophilic asthma.
METHODS: Baseline clinical and demographic characteristics of 27 patients who were administered 100 mg mepolizumab subcutaneously (sc) every 4 weeks for at least 12 months for severe asthma were recorded. The annual number of asthma exacerbations PBEV and ACT changes before and after treatment were compared.
RESULTS: PBEV decreased significantly from a median of 910 (IQR: 885) cells/μL to 90 (IQR: 245), [p<0.001], asthma exacerbation decreased significantly from a median of 4 (IQR: 4) to 0 (IQR: 1) [p<0.001]) and ACT increased significantly from a median of 11 (IQR: 7) to 24 (IQR: 2) [p<0.001]. Mepolizumab led to a statistically significant reduction in PBEV and asthma exacerbations and an increase in ACT in all patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Mepolizumab, which is used in the treatment of severe asthma with type 2 inflammation, is highly effective in reducing PEBV and asthma exacerbations as well as providing asthma control.

CASE REPORT
15.Cesarean Section with Ultrasound Guided Spinal Anesthesia in a Pregnant Patient with Advanced Kyphoscoliosis: a Case Report
Özge Özturk Dinç, Bilal Atilla Bezen, Remziye Sıvacı
doi: 10.5505/ktd.2024.76735  Pages 147 - 149
Kifoskolyoz; hem genel hem de rejyonel anestezi için çeşitli zorluklara neden olabilmektedir. Olgu sunumumuzda ileri derecede torakolomber bölgede kifoskolyozu olan gebe hastaya uygulanan anestezi yöntemi sunulmuştur. Torakolomber bölgede ciddi kifoskolyozu olan, elektif sezaryen operasyonu planlanan gebe hastaya ultrasonografi eşliğinde başarılı bir şekilde spinal anestezi uygulandı. Supin pozisyon verilen hastada T-6 dermatomu seviyesinde duyusal blok elde edildi. Hastada intraoperatif ve postoperatif dönemde herhangi bir komplikasyon gelişmedi. Sonuç olarak, kifoskolyozda ultrason eşliğinde yapılan spinal anestezi iyi bir seçenek olabilir.
Kyphoscoliosis may be the reason for various difficulties in terms of both general and regional anesthesia. In this case report, the anesthesia method applied to a pregnant patient with advanced thoracolumbar kyphoscoliosis is presented. Spinal anesthesia was successfully applied to a pregnant patient with severe kyphoscoliosis in the thoracolumbar region by ultrasound guidance, who was scheduled for an elective cesarean section operation. Sensory block was obtained at the T-6 level in the patient who was placed in the supine position. No complications occurred during the intraoperative and postoperative periods. In conclusion, ultrasound guided spinal anesthesia may be a good option in kyphoscoliosis.