Volume : 9 Suppl : 1 Year : 2024
Index
Membership
Application
Kocaeli Medical Journal - Kocaeli Med J: 9 (1)
Volume: 9  Issue: 1 - 2020
1.Cover

Pages I - II

2.Editorial Board

Pages III - IV

3.Instruction for Authors

Pages V - VII

4.Contents

Pages VIII - XI

ORIGINAL ARTICLE
5.The Association Between Vascular Endothelial Growth Factor (VEGF) Levels And Prognosis In Patients Chronic Lymphocytic Leukemia
Esra Terzi Demirsoy, Muhlis Cem Ar
doi: 10.5505/ktd.2020.67299  Pages 1 - 9
GİRİŞ ve AMAÇ: Rai ve Binet evreleme sistemleri, kronik lenfositik lösemi(KLL)'nin prognozunu değerlendirmek için standart bir yöntem olarak kullanılırlar. Bununla birlikte, KLL klinik özellikler ve prognoz açısından heterojen bir hastalıktır. Rai ve Binet evreleme sistemleri; sağkalım sonuçlarını ve tedaviye cevabı etkileyen KLL hücrelerinin farklı biyolojik özelliklerini yansıtmayabilir. Bu nedenle, son yıllarda yeni prognostik parametreler önemli hale gelmiştir. KLL'deki serum VEGF düzeylerinin, hastalığın ilerlemesini belirlemede önemli bir parametre olabileceği önerilmektedir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 46 KLL hastasında ve 20 sağlıklı kontrolde; serum VEGF düzeylerini ELISA yöntemi ile tespit ettik.

BULGULAR: KLL hasta grubunda; sağlıklı kontrol grubuna göre daha yüksek ortalama serum VEGF düzeyleri saptandı (sırasıyla; 267 pg / mL, 43,8 pg/mL, p: <0,0001). Daha yüksek ortalama serum VEGF düzeyleri (> 267 pg / ml), Binet A ve B KLL hastalarında daha kısa hastalık progresyonu süresi ile ilişkiliydi (p: 0,004). Ayrıca yüksek serum VEGF düzeylerinin OS ile anlamlı korelasyon gösterdiğini saptadık (p: 0,019).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, KLL hastalarındaki serum VEGF düzeylerinin kontrol grubundan daha yüksek olduğunu ve hastalığın ilerlemesi ve sağkalımı ile ilişkili bir parametre olabileceğini bulduk. Bu nedenle; ELISA ile serum VEGF kolay tespit edilmesi, daha büyük ve çok değişkenli çalışmalarda önemi gösterildikten sonra, yararlı bir klinik parametre olabilir.
INTRODUCTION: The Rai and Binet staging systems are used as a standard method to evaluate the prognosis of chronic lympocytic leukemia(CLL). However, CLL is a heterogeneous disease in terms of clinical features and prognosis. The Rai and Binet staging systems; may not reflect the different biological properties of CLL cells affecting survival outcomes and response to treatment. Because of this, new prognostic parameters has become important in the recent years. It is suggested that serum VEGF levels in CLL may be an important parameter in determining the progression of the disease.
METHODS: We detected the serum levels of VEGF in 46 CLL patients and 20 healthy controls with the use of ELİSA method.
RESULTS: The CLL patients group had higher median serum levels of VEGF compared to the control group (267 pg / mL, 43,8 pg/mL, p: <0,0001, respectively). Higher median value of serum VEGF levels (>267 pg/ml) were associated with a shorter time of disease progression in Binet A and B CLL patients (p: 0,004). We also found that high serum VEGF levels showed a significant correlation with OS (p: 0,019).
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, we found that the serum levels of VEGF in the CLL patients are higher than the control group and it can be a parameter associated with the disease progression and survival. For this reason and because the simplicity of analyzing with ELISA, it can be a useful clinical parameter, after its importance have been shown in larger and multi-variate studies.

6.Analgesia – based vs conventional sedation techniques for endoscopic retrograde cholangiopancreatography: state of the art
Özlem Sezen, Banu Çevik, Kemal Tolga Saraçoğlu
doi: 10.5505/ktd.2020.95867  Pages 10 - 17
GİRİŞ ve AMAÇ: Endoskopik retrograd kolanjiyopankreatografi (ERCP) ağrılı bir girişimdir ve genellikle anestezik uygulamalar gerektirir. Bu işlem sırasında işlemsel sedasyon için birçok ilaç kombinasyonu çalışılmıştır ve sonuçlar değişkenlik göstermektedir. Bu çalışmada remifentanil monoterapisini ERCP sırasındaki geleneksel sedasyon yöntemleriyle klinik güvenlik, derlenme profilleri, hasta ve endoskopist memnuniyeti açısından karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 18-80 yaşları arasındaki altmış hasta, işlemsel sedasyon için, remifentanil monoterapisi (bolus remifentanilin ardından infüzyon) ve geleneksel yöntemler (fentanil ile kombine edilmiş protafol ve / veya ketamin) olmak üzere rastgele iki gruba ayrıldı. Klinik özellikler, Ramsey Sedasyon Skoru (RSS), derlenme skoru (modifiye Aldrete skoru), hasta ve endoskopist memnuniyeti ölçülen sonuçlar olarak kabul edildi.
BULGULAR: Her iki hasta grubunda da kardiyorespiratuar parametreler ve advers reaksiyonlar benzerdi. Hasta ve endoskopist memnuniyeti, RSS ve derlenme özellikleri remifentanil monoterapisi ile anlamlı derecede daha iyiydi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tek başına remifentanilin kullanılması, ERCP'de işlemsel sedasyon sırasında güvenli klinik performansı ve daha iyi sedasyon seviyesi, derlenme süresi ve memnuniyet sağlaması nedeniyle tercih edilen alternatif bir tedavi olarak düşünülebilir.
INTRODUCTION: Endoscopic retrograde cholangiopancreatography (ERCP) is a painful intervention and usually requires anesthetic implications. Many drug combinations have been studied for procedural sedation during this procedure and the results show variability. In this study, we aimed to compare the remifentanil monotherapy with the conventional sedation methods during ERCP in terms of clinical security, recovery profiles and the satisfaction of the patients and endoscopists.
METHODS: Sixty patients aged between 18-80 years were randomly allocated into two groups to receive either remifentanil monotherapy (bolus dose of remifentanil followed by infusion) or conventional methods (propofol and/or ketamine combined with fentanyl) for procedural sedation. Clinical characteristics, Ramsey Sedation Score (RSS), recovery score (modified Aldrete score), the satisfaction of patients and endoscopists were considered as measured outcomes.
RESULTS: The cardiorespiratory parameters and adverse reactions were similar in both groups of patients. The endoscopist and patent satisfaction, RSS and recovery characteristics were significantly better with remifentanil monotherapy.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The usage of remifentanil alone may be considered as an alternative treatment of choice during procedural sedation in ERCP due to its safety clinical performance and providing better sedation level, recovery period and satisfaction.

7.The Effects of Grading Scales Used in Patients with Aneurysmal Subarachnoid Hemorrhage on Critical Care Outcomes
Arzu Yıldırım Ar, Tamer Bayram, Güldem Turan
doi: 10.5505/ktd.2020.89410  Pages 18 - 23
GİRİŞ ve AMAÇ: Anevrizmal subaraknoid kanama yüksek oranda morbidite ve mortalite ile ilişkisi olan ciddi bir hastalıktır. Anevrizmal subaraknoid kanaması olan hastalarda mortalite üzerine birçok faktör etkilidir. Birçok değerlendirme ölçekleri bu amaçla kullanılmaktadır. Bu çalışmamızda World Federation of Neurosurgeons Scale (WFNS), Fisher Grade, Hunt-Hess skala değerlerinin ve yoğun bakım sürecinin mortalite ile ilişkisini incelemeyi amaçladık
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2012-Ekim 2018 tarihleri arasında yoğun bakım kliniğimize anevrizmal subaraknoid kanama nedeniyle yatışı olan 50 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Demografik verileri, Hastane yatış günü, WFNS, Fisher ve Hunt-Hess derecelendirme ölçekleri, anevrizma lokalizasyonu, yoğun bakıma yatış ilk gün APACHE II skoru, yatış gün sayısı, mekanik ventilasyon süreleri kaydedildi.
BULGULAR: Yaş ortalaması 53.18±11.18 olan 29’u (%58) kadın, 21’i (%42) erkek olmak üzere toplam 50 hasta dahil edildi. Ortalama hastane yatış süresi 24.7±18.37 gün idi. Olguların 41’i (%82) taburcu olurken, 9’u (%18) eksitus oldu. WFNS, Fisher Grade, Hunt-Hess skala, APACHE II değerleri, anevrizma lokalizasyonları yaşayan ve ölen hastalarda anlamlı farklılık göstermezken, mekanik ventilasyon süresi (p: 0.006) ve yoğun bakım yatış süreleri (p: 0.008) istatiksel olarak anlamlıydı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Anevrizmal subaraknoid kanama yaşayan ve eksitus olan hastalarda WFNS, Fisher Grade, Hunt-Hess skalaları anlamlı farklılık göstermezken mekanik ventilasyon ve yoğun bakım yatış süreleri ise anlamlı farklılık göstermiştir. Anevrizmal SAK olan hastalarda yoğun bakım sürecinin iyi yönetilmesinin hastaların prognozu açısından önemli olabileceği düşüncesindeyiz.
INTRODUCTION: Aneurysmal subarachnoid hemorrhage is a serious condition associated with high morbidity and mortality. Many factors influence outcome in patients with aneurysmal subarachnoid hemorrhage and different grading scales are used in this setting. In this study we aimed to investigate the relationship between WFNS, Fisher Grading, Hunt-Hess scale and intensive care parameters with patient mortality.
METHODS: Data from 50 patients who were admitted to our intensive care unit with aneurysmal SAH between January 2012 and October 2018 were retrospectively analyzed. Demographic data, hospitalization duration, World Federation of Neurosurgeons Scale (WFNS), Fisher Grade and Hunt-Hess scales, APACHE II score on first day of ICU admission, localization of aneurysm, as well as duration of hospitalization, and mechanical ventilation were recorded.
RESULTS: A total of 50 patients with a mean age of 53.18 ± 11.18 were included in the study. 29 (58%) were female and 21 (42%) were male. The mean duration of hospitalization was 24.7 ± 18.37 days. While 41 (82%) of the patients were discharged, 9 (18%) patients died. WFNS, Fisher Grade, Hunt-Hess scale, APACHE II score, or aneurysm localization was not different in patients with and without mortality, whereas the duration of mechanical ventilation (p: 0.006) and duration of intensive care unit stay (p: 0.008) were significantly longer in patients with mortality.
DISCUSSION AND CONCLUSION: WFNS, Fisher Grade and Hunt-Hess scales were not significantly different in aneurysmal SAH patients with and without mortality, while the duration of mechanical ventilation and intensive care stay were significantly differed. In patients with aneurysmal SAH, appropriate patient management during the intensive care period can improve patient outcomes.

8.Comparison of Aggressive Pattern in Ewing Sarcoma and Primitive Neuroectodermal Tumor Cell Lines
Esra Güzel Tanoğlu, Şükrü Öztürk
doi: 10.5505/ktd.2020.84666  Pages 24 - 31
GİRİŞ ve AMAÇ: Ewing Sarkoma (EWS), nöral orijinli, andiferansiye özellikte primer malign kemik tümörüdür. Primitif Nöroektodermal Tümör’ler (PNET), kötü diferansiye ve prognozları kötü seyreden malign lezyonlardır. PNET’ler morfolojik ve histolojik olarak kemiğe ait gelişen EWS’den ayırt edilememektedir. Metastaz özellik gösteren ve farklı tedavi gerektiren PNET/EWS’nin birbirinden ayrılması tanıda büyük önem arz etmektedir. Çalışmamızda; EWS (TC71, TC106, CHLA99) ve PNET (CHLA32, CHLA10, CHLA9) hücre hatlarında agresiflik paternlerini karşılaştırmayı ve hücrelerin metastaz durumunu belirlemek için epitelyal-mezenkimal geçiş (EMT) belirteçlerindeki değişimleri incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Children’s Oncology Group’tan temin edilen EWS ve PNET hücre hatlarının ikilenme süreleri belirlendi. Hücrelerde fonksiyonel çalışmalar kapsamında migrasyon kapasitelerinin tespiti için scratch assay yapıldı. EWS ve PNET hücrelerinde EMT belirteçleri Eş Zamanlı PZR ile belirlendi.
BULGULAR: Hücre hatlarında ikilenme süresinin sırasıyla; EWS’de TC71, TC106, CHLA99, PNET’te CHLA32, CHLA9 ve CHLA10 olduğu belirlendi. Hücrelerin migrasyon kapasitelerinde ikilenme süreleri ile benzerlik saptandı. Metastatik belirteçlerden; SNAIL1, SNAIL 2, ZEB1, ZEB2 ve Vimentin ifade düzeylerinin TC-71’de TC-106 ve CHLA-99’a göre daha yüksek olduğu, NCad ifadesinin ise CHLA99’da en yüksek olduğu saptandı. PNET hücre hatlarından CHLA32’de ZEB1, ZEB2, SNAIL1 SNAIL 2, NCad ve Fibronektin ifade düzeylerinin CHLA9 ve CHLA10’a göre daha yüksek olduğu, ECad’ın en fazla CHLA-10'da, Vimentin için sırasıyla CHLA9 CHLA32 ve CHLA10 olduğu bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışma sonucunda, EWS’de agresiflik düzeyleri sırayla azalarak, TC71, TC106 CHLA99, PNET’te CHLA32, CHLA10, CHLA9 hücreleri olduğu saptandı. Hücrelerin agresiflik düzeylerinin aydınlatılması EWS ve PNET’in metastaz tanısında rol alabilecek biyobelirteçlerin belirlenmesi, erken tanı ve yeni tedavi yöntemlerinin geliştirilmesinde önem arz etmektedir.
INTRODUCTION: Ewing Sarcoma (EWS) is a primary malignant bone tumor of neural origin with undifferentiated characteristics. Primitive Neuroectodermal Tumors (PNET) are malignant lesions with poorly differentiated and poor prognosis. PNETs cannot be morphologically and histologically distinguishable from EWS of the bone.In this study,we aimed to compare the patterns of aggression in EWS and PNET cell lines and to investigate the changes in epithelial-mesenchymal transition (EMT) markers to determine the metastasis status of the cells.
METHODS: The doubling times of EWS and PNET cell lines obtained from Children's Oncology Group were determined. Scratch assay was performed to determine the migration capacity of cells within the scope of functional studies.EMT markers in EWS and PNET cells were determined by Real-Time PCR.
RESULTS: The doubling time in cell lines was TC71, TC106, CHLA99 in EWS, CHLA32, CHLA9 and CHLA10 in PNET.The migration capacity of the cells was similar to the doubling time. SNAIL1, SNAIL 2, ZEB1, ZEB2 and Vimentin expression levels were higher in TC71 than TC106 and CHLA99, and NCad expression was highest in CHLA99.The expression levels of ZEB1, ZEB2, SNAIL1, SNAIL 2, NCad and Fibronectin were higher in CHLA32 compared to CHLA9 and CHLA10 in PNET.ECad was found to be at most CHLA10 and CHLA9 for Vimentin.
DISCUSSION AND CONCLUSION: the most aggressive and least aggressive cells were TC71, TC106 CHLA99 in EWS, CHLA32, CHLA10, CHLA9 in PNET, respectively. In the diagnosis of EWS and PNET metastasis, early diagnosis, and the development of new treatment modalities to clarify the level of aggression of the cells are important.

9.Care Dependency and Related Factors in Patients with Chronic Renal Failure
Fatma ÖZKAN TUNCAY, Tülay KARS FERTELLİ
doi: 10.5505/ktd.2020.78557  Pages 32 - 40
GİRİŞ ve AMAÇ: Kronik böbrek yetmezliğinde yaşanan semptomlar ve uygulanan girişimsel tedavi yöntemleri, bireyin iyilik halini, günlük performansını ve günlük yaşam aktivitelerinde bağımsızlık düzeyini etkilemekte; çoğu zaman bireyi bir başkasına bağımlı duruma getirmektedir. Çalışmada KBY hastalarının bağımlılık düzeyini belirlemek ve bağımlılığa neden olan faktörleri değerlendirmek amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kesitsel tipteki araştırma Şubat- Mayıs 2019 tarihleri arasında bir üniversite hastanesinin nefroloji kliniğinde en az bir yıldır hastalık tanısı almış olan, hemodiyaliz tedavisi uygulanan, 18 yaş ve üzerinde olan, bilişsel anlamda herhangi bir bozukluğu bulunmayan ve açıklama sonrası çalışmaya katılmayı kabul eden 195 birey ile yürütülmüştür. Çalışma verileri; tanıtıcı bilgi formu, Bakım Bağımlılığı Ölçeği, Yorgunluk Şiddet Ölçeği ve Visual Analog Ağrı Skalası kullanılarak toplanmıştır. Verilerin istatistiksel analizinde; sayı, yüzdelik hesabı, ortalama hesabı, İndependent Samples T-Test ve One Way Anova Testi ve Pearson’s korelasyon analizi kullanılmıştır.
BULGULAR: Çalışmada Kronik böbrek yetmezliği hastalarının orta düzeyde bakım bağımlılığı yaşadıkları; haraketlilik, giyinme/soyunma, tehlikelerden kaçınma, günlük aktiviteler ve eğlence aktivitelerinde bağımlılık düzeylerinin daha yüksek olduğu görülmektedir. Bununle birlikte yaş, eğitim durumu, ek bir kronik hastalık varlığı, hastalık süresi değişkenleri ve yorgunluk, ağrı, kas güçsüzlüğü, iştahsızlık ve kaşıntı semptomlarının bakım bağımlılık düzeyini anlamlı düzeyde etkilediği belirlenmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bakım bağımlılığı, Kronik böbrek yetmezliği hastalarında değerlendirilmesi gereken önemli bir konudur ve hastaların bağımsızlığını desteklemek için uygun bakım, eğitim, danışmanlık, savunuculuk hizmetlerinin kullanılması gerekmektedir.
INTRODUCTION: The aim of the study was to determine the level of dependence of chronic renal failure patients and to evaluate the factors that cause dependence.
METHODS: The cross-sectional study was carried out with 195 individuals who had been diagnosed with disease for at least one year, underwent hemodialysis treatment, aged 18 years or older, had no cognitive impairment and agreed to participate in the nephrology clinic of an university hospital between February and May 2019. Demographic information form, Care Dependency Scale, Fatigue Severity Scale and Visual Analog Pain Scale were used to collect study data. In the statistical analysis of the data; number, percentage, mean, Independent Samples T-Test, One Way Anova Test and Pearson’s correlation analysis were used.
RESULTS: In the study, it was determined that patients with chronic renal failure had a moderate level of care dependence, level of care dependence was higher in mobility, dressing/removing clothes, avoidance of dangers, daily activities, recreational activities, and the level of age, educational status, presence of an additional chronic disease, duration of disease and some of the symptoms significantly affected the level of care dependence. However, age, education, presence of an additional chronic disease, duration of illness and symptoms of fatigue, pain, muscle weakness, loss of appetite and itching were found to affect the level of care dependence significantly.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Care dependence is an important issue to be evaluated in chronic renal failure patients and appropriate care, training, counseling and advocacy services should be used to support the independence of patients.

10.Evaluation of Inflammatory Cells According to Phenotypes of Chronic Obstructive Pulmonary Disease
Nalan Ogan, Ersin Günay, Evrim Eylem Akpınar, Esen Sayın Gülensoy, Aycan Yüksel
doi: 10.5505/ktd.2020.89266  Pages 41 - 47
GİRİŞ ve AMAÇ: KOAH’da kronik hava akımı kısıtlanması, küçük hava yolu hastalığı (obstrüktif bronşiyolit) ile parenkim harabiyetinin (amfizem) ortak etkileri sonucunda gelişmektedir. Amacımız stabil KOAH hastalarında inflamatuar hücrelerin KOAH fenotipleri arasında fark olup olmadığını araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Stabil evrede KOAH'lı hastalar ve kontrol grubu alındı. Her iki grubun demografik verileri, C-reaktif protein (CRP) ve hemogram parametreleri karşılaştırıldı. KOAH’lı hastaların solunum fonksiyon testleri (SFT), dispne skalaları ve alevlenme sayısı kaydedildi. İnflamatuar hücrelerin, kontrol grubu ile KOAH fenotipleri arasındaki ilişkisi analiz edildi.
BULGULAR: Nötrofil-Lenfosit Oranı (NLO), Nötrofil-Platelet Oranı (NPO), Platelet-Lenfosit Oranı (PLO) ve Nötrofil-Eozinofil Oranı (NEO) KOAH grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksek bulundu. KOAH grubunun fenotipleri arasında total eozinofil sayısı ile NEO ve ELO oranlarında Astım KOAH Overlap (AKO) grubunda anlamlı farklılık saptanırken diğerleri benzerdi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Stabil KOAH’da santral ve periferik solunum yollarının tümünde inflamasyon söz konusudur. Özellikle eozinofil sayısı AKO grubunda belirgindir.
INTRODUCTION: Chronic airflow limitation in COPD develops as a result of the common effects of small airway disease (obstructive bronchiolitis) and parenchymal destruction (emphysema). Our aim is to investigate whether there is a difference between COPD phenotypes of inflammatory cells in stable COPD patients.
METHODS: Stable COPD patients and control group were included. Demographic data, C-reactive protein (CRP) and hemogram parameters of the two groups were compared. Pulmonary function tests (PFT), dyspnea scales and exacerbation number of COPD patients were recorded. The relationship between inflammatory cells and control group and COPD phenotypes was analyzed.
RESULTS: Neutrophil-Lymphocyte Ratio (NLO), Neutrophil-Platelet Ratio (NPO), Platelet-Lymphocyte Ratio (PLO) and Neutrophil-Eosinophil Ratio (NEO) were significantly higher in COPD group than the control group. Total eosinophil count and NEO and ELR rates were significantly different between the phenotypes of the COPD group and asthma COPD overlap (ACO) group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Inflammation is present in all central and peripheral airways in stable COPD, especially the eosinophil count is significant in the ACO group.

11.Ovarian Mass Pathologies in Children and Our Treatment Approach; Series of 42 cases
Hayrünisa Kahraman Esen, Mustafa Alper Akay
doi: 10.5505/ktd.2020.93764  Pages 48 - 52
GİRİŞ ve AMAÇ: Çocukluk çağında over kitleleri, fonksiyonel over kistlerinden kötü huylu tümörlere kadar çeşitlilik gösterirler. Çalışmamızda overyan kitle nedeni ile kliniğimizde takip ve tedavi edilen olguları retrospektif olarak klinik bulgular, teşhis yöntemleri, cerrahi tedavi yöntemleri, patolojik tanıları ve tedavi sonuçları açısından değerlendirmeyi amaçladık.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza 2014-2018 yılları arasında Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Kliniğinde over kitlesi nedeniyle takip ve tedavisi yapılan 42 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların klinik bilgileri ve bilgisayar kayıtları retrospektif olarak incelendi. İncelenmede hastaların demografik verileri, başvuru yakınmaları, kitlenin lokalizasyonu, laboratuvar hormon düzeyleri ve ameliyat bulguları, histopatolojik tanıları, tedavi yöntemleri ve tedavi sonuçları değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya toplam 42 kız hasta alındı. Hastaların yaş ortalaması 13,3y ( 8y-17y) dı. Karın ağrısı ve karında şişlik en sık görülen başvuru yakınması idi. Cerrahi müdahale 11 hastada laparoskopi, 31’inde ise laparatomi ile yapıldı. 25 hastada tek taraflı ooferektomi veya salpingoooferektomi yapıldı, 16 hastada ise over korunup sadece kist eksizyonu yapıldı. Olguların 13’ü over kisti, 15’i matür kistik teratom, 2’si mikst malign tümör, 1’i paraoverian kist, 1’i seröz papiller kist adenom, 4 hastada ise kitle olmaksızın sadece over torsiyonu idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Over kaynaklı kitlelerde en sık görülen klinik bulgu karın ağrısı ve karında ele gelen hareketli kitledir. Çocuklarda over kitleleri sık görüldüğünden karın ağrısı şikâyetiyle başvuran kız çocuklarında ayırıcı tanıda göz önünde bulundurulmalıdır. Radyolojik tanı yöntemlerinin yaygın kullanılmasıyla erken tanı konularak olası over torsiyon riskini azaltmak ve maling tümörlü hastalarda prognozu iyileştirmek mümkündür. Ameliyat öncesi yapılacak ileri görüntüleme yöntemleriyle over kitlelerinde yapılacak cerrahi belirlenmeli ve mümkün olduğunca over koruyucu cerrahi tercih edilmelidir.

INTRODUCTION: Ovarian masses in childhood range from functional ovarian cysts to malignant tumors. In our study, we aimed to evaluate the patients who were followed up and treated in our clinic due to the ovarian mass in terms of clinical findings, diagnostic methods, surgical treatment methods, pathological diagnoses and treatment results.
METHODS: 42 patients who were followed-up and treated for ovarian mass in Kocaeli University Medical Faculty Pediatric Surgery Clinic between 2014-2018 were included in the study. Clinical information and computer records of the patients were analyzed retrospectively. In the examination, demographic data of the patients, complaints of application, localization of the mass, laboratory hormone levels and surgical findings, histopathological diagnosis, treatment methods and treatment results were evaluated.
RESULTS: A total of 42 female patients were included in the study. The mean age of the patients was 13.3y (8y-17y). Abdominal pain and abdominal swelling were the most common complaint. Surgical intervention was performed in 11 patients by laparoscopy and 31 by laparotomy. In 25 patients unilateral oophorectomy or salpingooopherectomy was performed, in 16 patients ovaries were preserved and only cyst excision was performed. Thirteen of the cases were ovarian cyst, 15 were mature cystic teratoma, 2 were mixed malignant tumor, 1 was paraoverian cyst, 1 was serous papillary cyst adenoma, and 4 patients were ovarian torsion without mass.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The most common clinical finding in ovarian masses is abdominal pain and mobile mass in the abdomen. Since ovarian masses are common in children, it should be taken into consideration in the differential diagnosis of girls presenting with abdominal pain. It is possible to reduce the risk of possible ovarian torsion and improve prognosis in patients with maling tumors by making early diagnosis with the widespread use of radiological diagnostic methods. Surgery to be performed in ovarian masses should be determined with advanced imaging methods before surgery and ovarian sparing surgery should be preferred as much as possible.

12.Epicardial adipose tissue thickness and its relationship with the pathophysiology of saphenous vein graft disease
Mustafa Doğduş, Fethi Yavuz, Mehmet Küçükosmanoğlu, Arafat Yıldırım, Salih Kilic
doi: 10.5505/ktd.2020.23590  Pages 53 - 59
GİRİŞ ve AMAÇ: Teknik ve tıbbi ilerlemelere rağmen SVGH, yüksek morbidite ve mortalite oranları ile önemli bir sorun olmaya devam etmektedir. EYD, parakrin veya vazokrin yolaklar ile lokal olarak koroner damarlar ve miyokard ile iletişim kurar. EYD ve KAH arasındaki ilişki iyi bilinmesine rağmen, EYD'nin SVGH üzerindeki etkisi hakkında yeterli bilgi yoktur. Bu nedenle EYD ve SVGH arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma popülasyonu, KABG cerrahisinden bir yıldan fazla bir süre sonra elektif KAG uygulanan 124 ardışık hastadan oluşmaktaydı. Hastalar SVG açıklığının derecesine göre iki gruba ayrıldı. EYD kalınlığı ölçümleri, parasternal uzun ve kısa eksenlerden sağ ventrikülün serbest duvarına çizilen çizgilere dik olan düşük ekojenik yoğunluk alanından belirlendi.
BULGULAR: EYD kalınlığı SVGH (+) grubunda SVGH (-) grubuna göre anlamlı olarak daha yüksekti (p <0.001). Çok değişkenli lojistik regresyon modelleri, EYD kalınlığının (p <0.001, Risk oranı (OR) = 3.65,% 95 Güven aralığı (C.I.) = 2.52–8.12) SVG darlığını öngörmede bağımsız bir faktör olduğunu ortaya koymuştur. 7,4 mm'den büyük bir EYD kalınlığı değeri, SVG darlığının öngörülmesi için% 86,4 duyarlılığa,% 69,1 özgüllüğe sahiptir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: EYD kalınlığı SVG darlığının varlığı ile ilişkilidir. Bu nedenle EYD kalınlığı, SVG darlığının öngörülmesi için klasik risk faktörlerine ilave olarak kolayca ölçülebilen girişimsel olmayan bir yardımcı belirteç görevi görebilir.
INTRODUCTION: Despite technical and medical advances, SVGD remains a significant problem that is associated with high morbidity and mortality rates. EAT communicates locally with coronary vessels and myocardium through paracrine or vasocrine pathways. Although the relationship between EAT and CAD is well known, there is not sufficient information about effect of EAT on SVGD. Therefore, we aimed to investigate the relationship between EAT and SVGD.
METHODS: The study population consisted of 124 consecutive patients who underwent elective CAG more than one year after CABG surgery. The patients were divided into two groups depending on the extent of SVG patency. EAT thickness measurements were determined from the low echogenic density area perpendicular to lines drawn from the parasternal long and short axes to the free wall of the right ventricle.
RESULTS: EAT thickness was significantly higher in the SVGD (+) group than in the SVGD (-) group (p < 0.001). The multivariate logistic regression models revealed that EAT thickness (p < 0.001, Odds ratio (OR) = 3.65, 95% Confidence interval (C.I.) = 2.52–8.12) was found to be independent factor for predicting SVG stenosis. An EAT thickness value of > 7.4 mm has 86.4 % sensitivity, 69.1 % specificity for the prediction of SVG stenosis.
DISCUSSION AND CONCLUSION: EAT thickness is related to the presence of SVG stenosis. EAT thickness therefore could serve as an easily measurable non-invasive adjunctive marker to classical risk factors for the prediction of SVG stenosis.

13.Time Dependent Gene Expression Analysis of Vitamin D3 (1,25 (OH)2 D3) Treated HL–60 Cells by Q-RT-PCR
Aylin KANLI, Mehmet Doğan Gülkaç, Hakan Savlı
doi: 10.5505/ktd.2020.27879  Pages 60 - 67
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut myeloid löseminin (AML) 1alpha,25-dihydroxyvitamin D (3) (1,25(OH)2D3)’ün farklılaştırma etkisiyle tedavisi ön plana çıkan araştırma konularındandır. Bu çalışmanın amacı HL-60 hücrelerinde lösemi hücre döngüsü regülasyonu ve apopitozunda 1,25(OH)2D3’ün rolünü araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Vitamin D ile indüklenmiş HL-60 hücrelerinde ücre döngüsü ve apoptoz ile ilişkili 13 genin (TNFR1, Bcl-w, Bax, Bak, Caspase–6, Caspase–8, AIF, Survivin, Cdk1 (Cdc2), Cdk2, Cdk4, Siklin D1 ve Siklin E) dört farklı zamanda (18, 36, 48, 72. saatler) gen anlatımlarını gerçek zamanlı kantitatif PZR (polimeraz zincir reaksiyonu) yöntemini kullanarak analiz ettik.
BULGULAR: İncelenen genlerde dramatik düşüş ve yükselişler gözlenmedi. Deneylerimizde, 72. saatte TNFR1, Cdk-4, Siklin D1, Siklin E ve Survivin genlerinin anlatımında azalma, Kaspaz-8 ve Bak genlerinin anlatımında artma gözlemledik. Hücre döngüsüne bağlı genlerin eğilimi 18. ila 72. saat arasında azalması, HL60 hücrelerinin farklılaştığını düşündürdü. Anti-apoptotik Bcl-w ve Survivin genlerinin ekspresyonunun azalması ve pro-apoptotik Bak ve Caspase-8 genlerinin ekspresyonunun artması, apoptotik işlem aşamasının 72. saatte başladığını gösterdi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, lösemik HL60 hücre hattının D3 vitaminine maruz bırakılması hücreleri farklılaştırmıştır. Klonal gelişim tamamlanmış ve apoptotik aşama başlamıştır.
INTRODUCTION: The treatment of Acute myelogenous leukemia (AML) with differential effect of 1alpha,25-dihydroxyvitamin D(3) (1,25(OH)2D3) has been one of the popular research topics. The aim of this study is to investigate the role of 1.25 (OH) 2D3 in leukemia cell cycle regulation and apoptosis in HL-60 cells.

METHODS: We analyzed 13 genes (TNFR1, Bcl-w, Bax, Bak, Caspase–6, Caspase–8, AIF, Survivin, Cdk1 (Cdc2), Cdk2, Cdk4, Cyclin-D1 and Cyclin-E) for changes in expression associated with the cell cycle and the apoptosis of human promyelocytic leukemia HL-60 cells induced by 1,25(OH)2D3 at 18th, 36th, 48th and 72nd h, using quantitative real-time PCR.
RESULTS: We did not find significantly down or up-regulated expression profiles at mentioned time points. In our experiments, we observed decreased expression of TNFR1, Cdk-4, Cyclin-D1, Cyclin-E and Survivin genes at 72nd hours, and increased expression of Caspase-8 and Bak genes. The tendency of cell cycle related genes decrease from 18th to 72nd hours suggested that HL60 cells differentiated. Decreased expression of anti-apoptotic Bcl-w and Survivin genes and increased expression of pro-apoptotic Bak and Caspase-8 genes suggested that apoptotic process stage starts around 72nd hours.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion, exposure of leukemic HL60 cell line to vitamin D3 derived the cells into differentiation. The clonal development completed and apoptotic stage begun.

14.Pulmonary Artery Systolic Pressure and Right Sided Heart Failure Symptoms: a Predictor for Progression of Iron Deficiency to Iron Deficiency Anemia in Heart Failure Patients
Onur Argan, Ozge Ozgun, Serdar Bozyel, Dilek Ural, Guliz Kozdag, Aysen Agacdiken Agir, Eyup Avci, Ahmet Dolapoglu
doi: 10.5505/ktd.2020.72324  Pages 68 - 75
GİRİŞ ve AMAÇ: Kalp yetersizliği (KY) hastalarında sık karşılaşılan demir eksikliği (DE) ve demir eksikliği anemisi (DEA) artmış mortalite ve morbidite ile ilişkili komorbiditelerdir. KY hastalarında demir eksikliği iyi bilinen hastalıklardan olmasına rağmen ülkemizde KY hastalarında DE ve DEA ile ilgili yeterli epidemiyolojik çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışmanın ilk amacı KY hastalarında DE ve DEA anemisi prevalansını değerlendirmek; ikinci amacı ise, KY hastalarında DE’nin DEA’ne ilerlemesini hızlandıran faktörleri saptamaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 288 kalp yetersizliği hastasında serum demir, ferritin, total demir bağlama kapasitesi (TDBK) ve transferrin saturasyonu (TS) çalışıldı. DE serum ferritin<100µg/L (mutlak DE) veya ferritin 100-299 µg/L arasında ve TDBK<20% (fonksiyonel DE) olarak tanımlandı. Anemi erkeklerde haemoglobin <13g/dl ve kadınlarda <12g/dl olarak tanımlandı. KY hastalarında DE anemisinin klinik belirleyicileri tek değişkenli ve çok değişkenli lojistik regresyon modelleri kullanılarak değerlendirildi.
BULGULAR: 288 KY hastası değerlendirildi. Bu hastalardan 239 tanesinde (83.3%) DE saptandı. 49 tanesinde ise (16.7%) DE yoktu. Demir eksikliği prevalansı 83.3%, demir eksikliği anemisi prevalansı ise 44% (127/288) idi. Çoklu regresyon analizinde pulmoner arteryel sistolik basınç (PASB), sağ kalp yetersizliği semptomları, eGFR ve sedimantasyon DEA ile bağımsız olarak korale idi (P=0.027; P=0.033; P=0.086; P=0.001 sırasıyla).
TARTIŞMA ve SONUÇ: PASB ve sağ kalp yetersizliği semptomları DEA için bağımsız bir belirteç olarak dikkat çekmektedir.
INTRODUCTION: Iron deficiency (ID) and iron deficiency anemia (IDA) are common comorbidity in heart failure (HF). Although ID is well-known subject in HF patients, there are not enough epidemiological studies examining the prevalence of ID and IDA in HF patients in our country. The aim of this study is to evaluate the prevelance of ID and IDA in Turkey and to detect a marker for progression of ID to IDA in HF patients.
METHODS: ID was described as serum ferritin<100µg/L (absolute ID) or ferritin level 100-299 µg/L with TSAT<20% (functional ID).Anemia was described as a hemoglobin level<13g/dl in males and <12g/dl in females. Clinical determinants of IDA in patients with HF were established using univariate and multivariable logistic regression models.
RESULTS: We examined 288HF patients.239 (83.3%) were HF patients with ID and 49 (16.7%) were HF patients without ID. ID prevalence was 83.3% and IDA prevalence was 44% (127/288) among all HF patients in our study. Multivariate regression analysis; pulmonary artery systolic pressure (PASP), right heart failure (RHF) symptoms, eGFR and sedimentation appeared as independently correlate with the HF patients who had IDA (P=0.027; P=0.033; P=0.086; P=0.001 respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Remarkably, PASP and RHF symptoms were independent predictor for IDA. These parameters may be an early marker for progression of iron deficiency to iron deficiency anemia in HF patients.

15.The Attitudes of Emergency Physicians in Turkey towards the Snakebites
Melih Yüksel, Veysi Eryiğit, Mehmet Emre Erimşah, Ulas Karaaslan, Tunç Büyükyılmaz, Eylem Ersan
doi: 10.5505/ktd.2020.03764  Pages 76 - 82
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, acil servis hekimlerinin yılan ısırıklarına karşı yaklaşımını değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma acil serviste çalışan hekimlerin demografik özellikleri, çalışma yerleri ve sürelerini, yılan ısırıkları ile karşılaşıp karşılaşmadıklarını, antivenom kullanıp kullanmadıkları, antivenom kullanma şekillerini, tedavi yaklaşımı ve deneyimlerini araştıran bir anketten oluşmaktadır.
BULGULAR: Çalışmaya 611 hekim katıldı. Hekimlerin 71.4%’ü (n=436) daha önce yılan ısırığı hastasına müdahale ederken, bu oran 42.0 % (n=183) ile en fazla acil tıp uzmanlarında (ATU) idi (p<0.001). Hekimlerin 48.9%’u (n=299) yılan antivenomlarının intravenöz (IV), 32.4%’ü (n=198) ise yarısı yara kenarına/yarısı intramusküler (YYK/YİM) olarak kullanılması gerektiğini belirtmişlerdir. Yılan antivenomlarının İV kullanılması oranı, ATU’larda 58.3% (n=123), Acil Tıp Asistanlarında (ATA) 54.0% (n=115) ve pratisyen Hekimlerde (PH)ise 32.6% (n=61) iken YYK/YİM kullanım oranı, PH’ler de 39.6% (n=74), ATU’lar da 31.3% (n=66) ve ATA’lar da ise 27.2% (n=58) olarak bulunmuştur (p<0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada acil servislerde, zehirli yılan ısırıklarının primer tedavisi olan antivenomların yüksek oranda yanlış kullanıldığı saptandı. Bu yüzden hem mezuniyet öncesi hem de mezuniyet sonrası eğitimler ile bu konuların yeniden ve ayrıntılı olarak irdelenmesi gerekmektedir.
INTRODUCTION: The aim of this study is to investigate the attitudes of emergency physicians towards snakebites.
METHODS: This study includes a questionnaire aiming to examine emergency physicians’ knowledge, skills and experience regarding snakebites as well as demographic characteristics. It also aims to identify the causes of shortcomings in the management of emergency department (ED).
RESULTS: A total of 611 physicians participated in the study. 71.4% of physicians (n = 436) experienced snakebite cases before. Emergency medicine specialists (EMS) had the highest rate 42.0% (n = 183) (p <0.001). 48.9% (n = 299) of the physicians stated that snake antivenoms should be used intravenously (IV), whereas 32.4% (n = 198) declared that snake antivenoms should be used as half wound edge / half intramuscular (HWE / HI). The rate of IV use in snake antivenoms was found to be 58.3% (n = 123) in EMSs, 54.0% (n = 115) in emergency medicine residents (EMR), and 32.6% (n = 61) in general practitioners (GP), while the rate of HWE / HI use in snake antivenoms was 39.6% (n = 74) in GPs, 31.3% (n = 66) in EMSs, and 27.2% (n = 58) in EMRs (p <0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We report high rates of misuse of antivenoms, the primary treatment of venomous snake bites, which is thought-provoking. This issue should be examined in detail through both undergraduate and postgraduate trainings.

16.Anti-inflammatory and anti-fibrotic effects of ursodeoxycholic acid in streptozocin-induced diabetic rats
İsmail Polat Canbolat, Gürkan Yiğittürk, Oytun Erbaş
doi: 10.5505/ktd.2020.64507  Pages 83 - 88
GİRİŞ ve AMAÇ: Diabetik kardiyomyopati, serbest yağ aside oksidasyonu, mitokondrial disfonksiyon, oksidatif stress ve diffuz miyokardiyal fibrozise seconder olarak gelişmektedir. Bu deneysel çalışmada, ursodeoksikolik asidin streptozocin ile tetiklenmiş diabetik fare modelinde anti-inflamatuar ve anti-fibrotik etkilerini araştırmayı hedefledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Sprague Dawley albino 30 erişkin fare 3 gruba ayrıldı: Grup-1: kontrol grubu (n=10); Grup-2 (n=10) diabetik fare grubu; Grup-3 (n=10) ursodeoksikolik asit verilen diabetic fare grubu. Histopatolojik ve biyokimyasal değerlendirmeler 4 hafta sonra kalp dokusundan yapıldı. Fibronektin ve TGF-β immunekspresyonu, TGF-β, malondialdehid, pentraxin-3, pro-BNP ve troponin-T düzeyleri ölçüldü.
BULGULAR: Fibronektin immunekspresyonu, TGF-β, pentraxin-3, troponin-t, pro-BNP ve malondialdehid düzeyleri diabetik farelerde control grubuna göre anlamlı olarak artmış saptandı. Ursodeoksikolik asidin inflamasyon belirteçlerini ve fibroz düzeyini anlamlı olarak azalttığı izlendi
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu deneysel çalışmada, ursodeoksikolik asidin diabetik farelerde anti-inflammatuar ve anti-fibrotik etkilerini gösterdik. Diabetik hastalarda ursodeoksikolik asidin ilaç olarak kullanımı klinik olarak fayda gösterebilir.
INTRODUCTION: Diabetic cardiomyopathy is a consequence of free fatty acid oxidation, dysfunction in mitochondria, oxidative stress and diffuse myocardial fibrosis. We aimed to investigate the anti-inflammatory and anti-fibrotic effect of ursodeoxycholic acid in streptozocin-induced diabetic rat model.
METHODS: Male Sprague Dawley albino mature rats were divided into 3 groups: Group 1 (n=10) control group; group 2 (n=10) diabetic rats group; group 3 (n=10): diabetic rats treated with ursodeoxycholic acid group. Diabetes mellitus model was established after injection of intraperitoneal streptozocin. Histopathological and biochemical examinations were done after 4 weeks from heart tissues. Immunoexpression levels of fibronectin and TGF-β were obtained. Malondialdehyde levels were used to determine lipid peroxidation and pentraxin-3 levels were used to determine inflammation. Myocardial damage was also determined with troponin-T and pro-BNP levels.
RESULTS: Cardiac muscle cell thickness (hypertrophy), TGF-β levels, fibronectin immunoexpression malondialdehyde, pentraxin-3, troponin-T and pro-BNP levels were increased significantly in groups 2 and 3 when compared to control group. Administration of ursodeoxycholic acid significantly reduced inflammation and fibrosis in group 3 compared to group 2.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this experimental study, we demonstrated the anti-inflammatory and anti-fibrotic effects of UDCA on diabetic rats and it can be a good drug candidate for DM patients

17.Analysis of dermoid cyst cases treated in our clinic
Gazi Yıldız, Elif Cansu Gundogdu, Gulfem Basol, Emre Mat, Ahmet Kale
doi: 10.5505/ktd.2020.57805  Pages 89 - 94
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı kliniğimizde opere edilip patoloji sonucunda dermoid kist tespit edilen hastaların retrospektif olarak klinik özelliklerini, patolojik bulgularını ve operatif yaklaşım şekillerini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 1 Ocak 2009 ile 1 Temmuz 2019 tarihleri arasında opere edilen 105 dermoid kist olgusunun verileri retrospektif olarak analiz edildi.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 35,21±12,88 olarak tespit edildi. En sık başvuru semptomu olarak karın ağrısı (%40) saptandı. Hastaların %45,71’i asemptomatik idi. Hastaların %16,19’u postmenopozal dönemde tespit edilmiş olup altı (%5,71) hastada gebelik durumu mevcuttu. Ultrasonografide ortalama dermoid kist çapı 6,18±3,22 cm olarak bulundu ve yedi (%6,66) hastada bilateral olarak tespit edildi. Seksen beş (%80,95) hastaya laparatomi uygulanırken, geri kalan 20 (%19,05) hastaya laparoskopik cerrahi uygulandı. Hastalardan beşinde (%4,76) adneksiyal torsiyon tespit edildi. Serum Ca125 ortanca değeri 14,85 U/ml (min-max: 1,20-100,60 U/ml), Ca19-9 ortanca değeri 10,90 U/ml (min-max: 0,8-1993 U/ml) bulundu. Tümör belirteçleri normalin üstünde saptanan hiçbir hastada maligniteye rastlanılmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Dermoid kistler reprodüktif dönemde sık görülen over tümörleridir. Ultrasonografi ile genellikle tanı konulabilmektedir. Dermoid kist tanısı için spesifik tümör belirteci bulunmamaktadır. Daha çok üreme döneminde görüldüklerinden over koruyucu cerrahi yaklaşımlar tercih edilmelidir. Fertilitesini tamamlamış ileri yaş hastalarda ooferektomi bir seçenek olarak düşünülmelidir.
INTRODUCTION: The aim of this study is to evaluate retrospectively the clinical property, pathology results and operative approach in patients who were operated in our clinic and whom pathology results were reported as dermoid cyst.
METHODS: The data of 105 patients who were diagnosed with dermoid cyst and operated between January 1, 2009 - July 1, 2019 was analysed.
RESULTS: The mean age of the patients was determined as 35,21±12,88. The most common symptom was abdominal pain (40%). 45.71% of the patients were asymptomatic. 16.19% of the patients were in postmenopausal period and in six patients (5.71%) pregnancy was detected. In ultrasonografic evaluation the mean diameter of the dermoid cyst was 6,18±3,22 cm and dermoid cyst was bilateral in seven patients (6,66%). Laparotomy was perfomed in 85 (80,95%) patients. For the remaining 20 (19,05%) patients, laporoscopy was perfomed. Adnexal torsion was diagnosed in five (4,76%) patients. The median value of Ca125 was 14,85 U/ml (min-max: 1,20-100,60 U/ml), and the median value of Ca 19-9 was 10,90 U/ml (min-max: 0,8-1993 U/ml). Malignancy was not detected in any patient with high levels of tumor markers.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Dermoid cysts are one of the most common ovarian tumors of the reproductive age. The diagnosis was generally made by ultrasonographic evaluation. There are no spesific tumor markers for dermoid cyst diagnosis. Because dermoid cysts mostly seen in reproductive age women, ovarian preserving surgery must be preferred. Oopherectomy should be considered in elderly patients with no fertility concern.

18.Comparison of Safety Profile of Percutaneous Endoscopic Gastrostomy & Open Gastrostomy in Children Undergoing Gastrostomy Tube Insertion
Gulseren Yilmaz, Günsel Kutluk, Osman Esen, Ziya Salihoğlu
doi: 10.5505/ktd.2020.98852  Pages 95 - 101
GİRİŞ ve AMAÇ: Perkütan endoskopik gastrostomi (PEG) ve açık gastrostominin (AG) avantaj, dezavantaj ve erken komplikasyonlarını karşılaştıran güncel çalışma sayısı azdır. Bu çalışma iki yöntemin erken sonuçlarını karşılaştırmayı amaçlamaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Gastrostomi tüpü yerleştirilen 70 pediatrik hastaya ait demografik bilgiler, uygulanan girişimler ve komplikasyonlar hastan bilgi işlem sisteminden derlendi. Hastalar sedasyon altında PEG uygulanan (30 hasta) ya da genel anestezi altında AG uygulananlar (40 hasta) olmak üzere iki gruba ayrıldı.
BULGULAR: AG uygulanan hastalarda PEG uygulananlarla kıyaslandığında toplam major komplikasyon oranı daha fazlaydı (% 28’ e karşı % 7, p=0.032). Bronkospazm (% 25’ e karşı % 7, p=0.035) ve inatraoperatif aritmiler (% 17’ e karşı % 3, p=0.049) AG grubunda PEG grubuna göre daha sıktı. AG uygulanan hastalarda hastanede yatış süresi PEG uygulanan hastalara kıyasla anlamlı olarak daha yüksekti (3.8 ± 1.4 güne karşı 1.2 ± 0.5 gün, p < 0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Gastorostomi tüpü yerleştirilen hastalarda PEG ile tüp yerleştirilmesi AG ile tüp yerleştirilmesine kıyasla azalmış intraoperatif komplikasyona oranı, azalmış postoperatif komplikasyon oranı ve daha kısa hastane yatış süresi ile ilişkilidir. Çalışmamızın sonuçları, sedasyon altında PEG ile gastrostomi tüpü yerleştirilmesinin genel anestezi altında AG ile tüp yerleştirilmesinden daha güvenli olduğunu göstermektedir.
INTRODUCTION: Current data comparing advantages, disadvantages and early post interventional complications of percutaneous endoscopic gastrostomy (PEG) and open gastrostomy (OG) is limited. The present study aimed to compare the early post interventional results of patients undergoing PEG or OG tube insertion.
METHODS: Retrospective data regarding the demographic features, interventions, and complications of 70 children undergoing gastrostomy tube insertion were obtained from institutions digital database. Patients were divided into two research groups according to the technique used in gastrostomy tube placement: group 1 consisted of 40 patients undergoing OG tube placement under general anesthesia and group 2 consisted of 30 patients undergoing PEG tube placement with sedation.
RESULTS: Overall major complication rate was significantly higher in OG patients than PEG patients (28 % vs. 7 %, p=0.032). Bronchospasm (25% vs. 7%, p=0.035) and intraoperative arrhythmias (17% vs. 3 %, p=0.049) were also more prevalent in patients receiving OG tube placement compared to those receiving PEG tube placement. Length of hospital stay was longer in OG group than that of the PEG group (3.8 ± 1.4 days vs. 1.2 ± 0.5 days, p < 0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In children undergoing gastrostomy tube placement, PEG tube insertion compared to OG tube insertion, is associated with decreased frequency of intraoperative complications, postoperative major complications and shorter hospital stay. Our results show that PEG technique with sedation provides better safety profile than OG in children undergoing gastrostomy tube insertion.

19.Can the circumferences of neck and waist be as a predictor of arterial intima media thickness in the patients with obstructive sleep apnea syndrome?
Feride Fatma Görgülü, Orhan Görgülü
doi: 10.5505/ktd.2020.85688  Pages 102 - 110
GİRİŞ ve AMAÇ: Karotid ve femoral arter intima media kalınlığı (İMK), vücut kitle indeksi (VKİ) ölçümleri kardiyometabolik risk belirteçleridir. Literatürde tıkayıcı uyku apneli (TUA) hastalarında bu belirteçler tek tek ele alınmış fakat boyun ve bel çevresinin bölgelerindeki arter kalınlıkları üzerinde etkisini inceleyen bir çalışma yapılmamıştır. Çalışmamızın amacı; varsa bu ilişkiyi ortaya koymak ve olası sebeblerini irdelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza toplam 195 hasta ve 50 kontrol hastası alındı. Hastalardan sigara içme, apne, inme, anjina pektoris, kronik böbrek hastalığı, diyabet öyküsü olanlar ve 65 yaş üstü olanlar çalışmadan dışlandılar. Sonografik İMK ölçümleri, yüksek çözünürlüklü B- mod Ultrason (Philips EPIQ 7)’nin lineer probu (8–12 MHz) ile yapıldı. KİMK ölçümleri; sağ arteria carotis communisin posteromedial duvarından, karotid bulbusun 1-3 cm distalinden, plak bulunmayan üç noktadan alındı. Femoral arter İMK ölçümleri de sağ ana femoral arterin arka duvarından ölçüldü. Her iki grupta boyun ve bel çevresi de ölçülüp ayrıca VKI hesaplandı.
BULGULAR: TUA grubunda kontrol grubuna kıyasla kİMK, VKİ, boyun çevresi ve bel çevresi ortalamaları yüksek ve istatistiksel olarak anlamlıyken, fİMK değerlerinde fark yoktu. TUA grubunda boyun çevresi ile kİMK ölçümleri arasında pozitif yönlü doğrusal bir ilişki varken, bel çevresi ve fİMK arasında bir ilişki yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: TUA hastalarının erken değerlendirilmesi, bu hastalığın kardiyovasküler ve serebrovasküler hastalıklar için bağımsız bir risk faktörü olmasından dolayı önemlidir. Bu hastalıklar için öncül olarak kabul edilen karotis IMT kalınlaşmasının, boyun çevresi ve VKİnin zamanında ölçümü gerekli önlemleri almak için zaman sağlayabilir. Ayrıca sadece boyun çevresi ölçümü bile kİMK hakkında bilgi verebilir.
INTRODUCTION: Carotid and femoral artery intima media thickness (cIMT and fIMT) and body mass index (BMI) have been studied individually in patients with obstructive sleep apnea syndrome (OSAS). But no studies have examined the effect of the neck and waist circumference (NC and WC) on arterial IMT in their region. The aim of our study; to reveal this relationship and the possible causes.
METHODS: A total of 245 study subjects were included in the study. Patients with a history of smoking, apnea, stroke, angina pectoris, chronic kidney disease, diabetes and those over 65 years of age were excluded from the study. Sonographic IMT measurements were performed with B-mode Ultrasound (Philips EPIQ 7). CIMT measurements were taken from the posteromedial wall of the right common carotid artery. FIMT measurements were also measured from the posterior wall of the right main femoral artery. NC and WC were measured and BMI was calculated in both groups.
RESULTS: The mean cIMT, BMI, NC and WC were significantly higher in the OSAS group, but there was no difference in the fIMT values. In the OSAS group, there was a positive linear correlation between NC and cIMT measurements, whereas there was no correlation between WC and fIMT.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Early evaluation of OSAS patients is beneficial because it is an independent risk factor for cardiovascular and cerebrovascular diseases. Timely measurements of cIMT, NC and BMI may provide time for taking necessary measures for these diseases. In addition, even the NC measurement can provide information about cIMT.

REVIEW ARTICLE
20.Telling The Truth To Patients In Turkey: In Terms Of Medical Ethics And Medical Law
Gürkan Sert
doi: 10.5505/ktd.2020.70298  Pages 111 - 119
Hastanın zarar görmemesi ya da hastaya yarar sağlanması beklentisiyle hastaya sağlık durumu, tanısı, tedavisi ile ilgili bilgi verilmemesi ya da bunlar ile ilgili hastadan bilgi saklanması hekim-hasta ilişkisinin eski dönemlerinden beri vardır. Ancak bu uygulama hem uluslararası hasta hakları belgelerinde hem de yasalarca korunan hastanın bilgilendirilme, özel yaşamının korunması, geleceğini belirleme haklarının ihlaline neden olabilmektedir. Günümüzde bu gibi yaklaşımlardan uzaklaşılmakta olsa da hastaya sağlık durumu hakkında bilgi verilmemesi bazı kültürlerde yaygındır.
Türkiye’de hastanın zarar görmemesi amacıyla hastaya gerçeğin söylenmemesine olanak sağlayan hükümler sağlık mevzuatında yer almaktadır. Tıbbi Deontoloji Tüzüğü ve Hasta Hakları Yönetmeliği’nde hastaya sağlık durumu ile ilgili bilginin verilmesinin hastaya zarar verebileceği hallerde, bilginin hastadan saklanabileceği belirtilmiştir. Makalede bu hükümler, hastanın geleceği hakkında karar verme, tıbbi girişime onam verme, özel hayatına saygı hakları açısından incelenmiş ve bu hükümlerin tıp hukuku ve etiğine uygun olarak yeniden düzenlenmeleri ile ilgili önerilere yer verilmiştir.
Since the ancient times of the physician-patient relationship, withholding information from the patient or keeping the patient in the dark about his health status, diagnosis or treatment in anticipation of benefiting or not harming the patient, exists. However, this practice may cause violations of the patient’s right to be informed, right to privacy and right of self-determination, protected by both the law and the international patient rights documents. Today, even though such approaches are being abandoned, withholding information from the patient regarding his health status is still common in some cultures.

In Turkey, provisions that allow withholding the truth from the patient, in order to avoid harming the patient can be found in the health legislation. In the Medical Deontology Regulation and the Patient Rights Regulation; it is stated that, in cases, where it may harm the patient, the information about his health status can be hidden from the patient.

In this article, these provisions were examined in terms of the patient’s right of self-determination, right to give consent to the medical intervention, right to respect for private life and some suggestions are included regarding the reorganization of these provisions in accordance with medical law and ethics.

CASE REPORT
21.Difficult Diagnosis of Myosin Heavy Chain 9 Related Platelet Disorder
Sibel Gokcay Bek, Necmi Eren, Metin Ergul
doi: 10.5505/ktd.2020.33602  Pages 120 - 123
Myosin Heavy Chain 9 (MYH9) hatalı mutasyonları, trombosit disfonsiyonları, lökosit Döhle gövdeleri, değişken ölçüde sensorinöral sağırlık, katarakt ve glomerulopati ile karakterize edilmiştir.
Üçlü trombositopeni, sensörinöral işitme kaybı ve son dönem böbrek hastalığı (ESRD) olan kadın hasta sunulmuştur. 25 yaşında kadın hasta kronik trombositopeni ve üremik semptomlar ile başvurdu. Kronolojik olarak ITP, Bernard -Soulier ve Alport sendromu tanıları alan hastaya oral metilprednizolon, ardından intravenöz immünoglobulin (IVIG) ve azatioprin 300 mg / gün verildiği öğrenildi. Tanı tekrar değerlendirildi; kemik iliği biyopsisinde retikülin artışı ile megakaryosit sayısında artış izlendi. Odyogram, iki taraflı yüksek frekanslı bir sensorinöral işitme açığını ortaya çıkardı. Renal biyopside kronik glomerüloskleroz ile uyumlu özellikler saptandı. MYH9 gen NM_002473.5 p.R702C (c.2104CT) heterozigot mutasyon bulundu. MHY9 İlişkili Hastalık (MHY9RD) tanısı konulan hastaya 75 mg / gün eltrombopag ile tedavi verildi. Trombosit sayısı, 17 000 mm3'e yükseldikten sonra periton kateteri komplikasyonsuz yerleştirildi.
MHY9RD, ESRD ve ciddi işitme kaybı ile karakterize nadir bir sendromdur. Böbrek biyopsisi ve invazif girişimler öncesi eltrombopag tedavisi uygulanabileceği akılda tutulmaldır.
Myosin Heavy Chain 9 (MYH9) missense mutations have been characterized by large platelets, leukocyte Döhle bodies, in variable extent sensorineural deafness, cataracts, and glomerulopathy.
A 25-year old female with triad of thrombocytopenia, sensorineural hearing loss and end stage renal disease (ESRD) presented with uremic symptoms with a history of chronic thrombocytopenia with since childhood. She was misdiagnosed with ITP, Bernard -Soulier and Alport syndrome chronologically. First she was treated oral methylprednisolone, then pulses of intravenous immunoglobulin (IVIG) and azathioprine 300 mg/day were tried with no response. The diagnosis was re-evaluated; bone marrow biopsy revealed increased number of megakaryocytes with decreased platelet budding, increased reticulin build-up. The audiogram revealed a profound high-frequency sensorineural hearing deficit bilaterally. Renal biopsy revealed features consistent with chronic glomerulosclerosis. MYH9 gen NM_002473.5 p.R702C (c.2104CT) heterozygous mutation was found. She has been diagnosed with MHY9 Related Disease (MHY9RD) and treated with eltrombopag 75 mg/day. After a successful increase to 17 000mm3 in platelet count, the peritoneal catheter was implanted successfully without complications.
MHY9RD is a rare syndrome that can end with ESRD and severe hearing loss. This rare diagnosis should be kept in mind and treatment modalities like renal biopsy should be done with Eltrombopag.

ORIGINAL ARTICLE
22.The Role Of Apache II, Ranson And Balthazar Scoring Systems On Morbitidy In Patients With Acute Biliary Pancreatitis
Abidin Tüzün, Erkan Dalbaşı, Mesut Gül
doi: 10.5505/ktd.2020.14632  Pages 124 - 130
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut pankreatit tanısı alan hastaların tedavisinin planlanması hastalığın şiddetinin belirlenmesine bağlıdır. Akut pankreatit şiddetinin belirlenmesi, klinik komplikasyonların öngörülmesi ve potansiyel ölüm riskinin saptanması için çok önemlidir
Akut biliyer pankreatitli hastalarda pankreatit şiddetini belirlemek ve hastaların takiplerinde kullanılmak üzere APACHE II, Ranson ve Balthazar skorlama sistemlerinin morbidite tahminindeki etkinliklerini ve varsa birbirlerine üstünlüklerini araştırmayı amaçladık.

YÖNTEM ve GEREÇLER: 2009 - 2011 yılları arasında kliniğimize başvuran 131 akut biliyer pankreatitli hasta prospektif araştırıldı. Hastaların APACHE II, Ranson ve Balthazar şiddet skorları belirlendi.
BULGULAR: Hastaların 51’inde (%38.9) lokal, 68’inde (%51.9) sistemik komplikasyon olmak üzere toplam 77 hastada (%58.8) morbidite geliştiği gözlendi. APACHE II skoruna göre 61 (%46.6), Ranson skoruna göre 77 (%58.8), Balthazar skoruna göre 58 (%44.3) hastada şiddetli pankreatit saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: APACHE II, Ranson ve Balthazar skorlama sistemlerinin akut biliyer pankreatit hastalarının morbidite tahmininde etkin olduğu ancak Balthazar skorlama sisteminin morbidite ve lokal komplikasyon tahmininde, APACHE II skorlama sisteminin ise sistemik komplikasyon tahmininde diğer skorlama sistemlerinden daha etkin olduğu saptandı.
INTRODUCTION: The treatment of patients diagnosed with acute pancreatitis depends on the severity of the disease. The severity of acute pancreatitis is very important for predicting clinical complications and for identifying potential risk of death.

OBJECTİVE:
We aimed to investigate the efficacy of APACHE II, Ranson and Balthazar scoring systems on morbidity estimation and their superiority to each other in order to determine the severity of pancreatitis in patients with acute biliary pancreatitis.

METHODS: We prospective investigated 131 consecutive patients with acute biliary pancreatitis between 2009 and 2011. APACHE II, Ranson and Balthazar severity scores were determined.
RESULTS: We observed totally 77 of the patients ( % 58.8 ) with complications, ın turn, 51 of the patients ( %38.9 )were local and 68 ( % 51.9 ) had systemic complications. We determined patients with severe pancreatitis according of the APACHE II, Ranson and Balthazar scores respectively, 61 (%46.6), 77 (%58.8), göre 58 (%44.3).
DISCUSSION AND CONCLUSION: APACHE II, Ranson and Balthazar scoring systems were found to be effective in predicting morbidity of patients with acute biliary pancreatitis but Balthazar scoring system was found to be more effective in predicting morbidity and local complications, and APACHE II scoring system was more effective in predicting systemic complications than other scoring systems.

CASE REPORT
23.A Bad Surprise During Colonoscopy: Polypectomy Scar Tissue Perforation
Erkan Dalbaşı, Abidin Tüzün, Ercan Gedik
doi: 10.5505/ktd.2020.69783  Pages 131 - 134
Günümüzde, gastrointestinal sistem (GİS) endoskopisi tanı ve minimal invaziv girişime olanak sağlayarak tedavi amaçlı kullanılmaktadır. Üst ve alt GİS kanamaları, polip eksizyonu, işlem esnasında farkedilen ve endoskopik girişim ile tedavi edilebilecek GİS perforasyonları gibi durumlarda cerrahi işleme gerek kalmadan tedavi imkanı sunmaktadır. Bu olguda 69 yaşında kadın hasta bir yıl önce kolonoskopi esnasında sigmoid kolon distalinde görülen polip kolonoskopik olarak eksize edilmiş. Patoloji sonucu yüksek dereceli displazi ve sınır temiz olarak gelmiş. Hastaya takip önerilmiş. Semptomatik kolelitiazis nedeniyle başvuran hastaya laparaskopik kolesistektomiyle eş zamanlı kolonoskopi planlandı. Genel anestezi sonrası kolonoskopi yapıldı. Polipektomi yerindeki skar dokusu kolonoskopi esnasında verilen hava veya mekanik travma ile rüptüre oldu. Yaklaşık 2*1,5 cm çapında arkasında periton ve ince barsakların görüldüğü açıklık tespit edildi. Hava basıncı düşürüldü ve bu alan üç adet endoskopik klip kullanılarak mukoza-mukoza olacak şekilde kapatıldı. Hava aspire edilerek işlem sonlandırıldı. Laparoskopik kolesistektomiye geçildi. Laparoskopik explorasyonda batın içinde GİS içeriği, serbest sıvı görülmedi. Ameliyat sonrası 3.günde spontan deşarj olan hastaya, 4.günde oral gıda başlandı. Oral alımı tolere eden hasta 6.günde sorunsuz taburcu edildi. Preop beyaz küre 7,5 bin/ul, C-reaktif protein (CRP) 3,5 mg/l olup normal sınırlarda idi. Postop enfeksiyon takibi CRP ile yapıldı. Endoskopik klip kullanımı GIS kanamaları ve GIS lezyonların işaretlenmeleri için uygulanırken günümüzde iatrojenik perforasyonların sağaltımında da kullanılmaktadır.
Gastrointestinal system (GIS) endoscopy is used for diagnosis and treatment by allowing minimally invasive intervention. Upper and lower GIS bleeding, polyp excision, GIS perforations that can be treated by endoscopic intervention. In this case, a 69-year-old female patient underwent polyp colonoscopic excision of the distal sigmoid colon during colonoscopy one year ago. The pathology result is high grade dysplasia and borderline is clean. The patient presented with symptomatic cholelithiasis and underwent simultaneous colonoscopy with laparoscopic cholecystectomy. Colonoscopy was performed after general anesthesia. The scar tissue at the polypectomy site was ruptured with air flow during colonoscopy. Approximately 2 * 1.5 cm in diameter perforation occurred and small intestine and peritoneum were seen through this hole (Figure 1). Air pressure was reduced and this area was closed to mucosa-mucosa using three endoscopic clips (Figure 2). The process was terminated by aspirating air. Then laparoscopic cholecystectomy was performed. In laparoscopic exploration, in abdomen GIS content and free fluid were not observed. The patient had spontaneous discharge on the 3rd postoperative day and oral food was started on the 4th day. The patient tolerated oral intake and was discharged from hospital on the 6th day without any problem. Preop white blood cell was 7.5 thousond/ul, C-reactive protein (CRP) was 3.5 mg / l and was within normal limits. Postop infection follow-up was performed with CRP. The use of endoscopic clip is currently used in the treatment of iatrogenic perforations.

ORIGINAL ARTICLE
24.The efficiency of Using I-Gel During Endobronchial Ultrasonography Guided Transbronchial Needle Aspiration
Savas Altinsoy, Fatma Kavak Akelma, Mukaddes Tuğba Arslan, Ceyda Ozhan Caparlar, Aras Metin, Julide Ergil
doi: 10.5505/ktd.2020.80958  Pages 135 - 142
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu retrospektif çalışmanın temel amacı, endobronşiyal ultrasonografi eşliğinde trans-bronşiyal iğne aspirasyonunda (EBUS-TBNA) I-jel kullanımının postoperatif boğaz ağrısı üzerindeki performansını tanımlamaktı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Amerikan Anesteziyologlar Derneği (ASA) statüsü I-II yetişkin kriterlerini karşılayan kırk hasta 18-70 yaşları arasında olup EBUS-TBNA planlanmıştır. Grup E'ye endotrakeal tüp ve grup I'e I-jel uygulanmıştır. Tüm hastaların demografik verileri (cinsiyet, yaş ve vücut kitle indeksi), indüksiyon ve idame için kullanılan anestezi tipi, iyileşme süresi, işlem ve anestezi süresi kaydedildi. Ameliyat sırasında öksürük, desatürasyon ve kanama varlığı açısından anestezi kayıtları incelendi. Ameliyat sonrası komplikasyonlar (ses kısıklığı, boğaz ağrısı, kulak ağrısı, disfaji) hastalara ait servis takip formundan ameliyat sonrası 0 (T3), 2. (T4), 4. (T5) ve 24. (T6) saatlerde kaydedildi.
BULGULAR: T4 döneminde ET grubunda 10 hasta, I-jel grubunda 2 hasta ve T5 döneminde ET grubunda sekiz hasta, I-jelde 2 hasta boğaz ağrısı çekti. Grup ET'de 3 hastada ve grup I’de bir hastada T4 döneminde ses kısıklığı görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada sonuçlarımız boğaz ağrısı ve ses kısıklığının I-jel ile azaltılabileceğini göstermiştir. Aynı zamanda, I-jel uygulamasına bağlı hemodinamik yanıt endotrakeal entübasyondan daha düşüktü.
INTRODUCTION: The primary aim of this retrospective study was to describe the performance of I-gel on postoperative sore throat due to endobronchial ultrasonography guided trans-bronchial needle aspiration (EBUS-TBNA).
METHODS: Forty patients meeting the criteria of American Society of Anaesthesiologists (ASA) status I-II adults were included who are aged 18–70 and scheduled for EBUS-TBNA. In Group E, endotracheal tube and in group I, I-gel were administrated. All patients’ demographic data (gender, age, and body mass index), type of anesthesia used for induction and maintenance, recovery time, the duration of procedure and anesthesia were recorded. The anesthesia records were interviewed for the presence of coughing, desaturation, and bleeding during the operation. The postoperative complications (hoarseness, sore throat, earaches, dysphagia) were interviewed and recorded at 0 (T3), 2th(T4), 4th(T5) and 24th(T6) hr after the operation from patients care form.
RESULTS: Ten patients in the group E, 2 patients in the I-gel group at the T4 period and eight patients in the group E, 2 patients in I-gel were suffered from a sore throat at the T5 period. Three patients in group E and one patient in group I were suffered from hoarseness at the T4 period.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, our results showed that the incidence of sore throat and hoarseness could be reduced by using the i-gel. We also found that hemodynamic response due to i-gel application was lower than with endotracheal intubation.

25.Musculoskeletal complaints and related factors in a group of white-collared office workers
Merve Kurnaz Ay, Betül Karakuş, Seyhan Hıdıroglu, Melda Karavuş, Ahsen Aşikar Tola, Nurbanu Keskin, Özüm Kara, Edibe Sevde Eker, Ebru Pıçak
doi: 10.5505/ktd.2020.91668  Pages 143 - 151
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırma, beyaz yakalı büro çalışanlarının çalışma koşullarını, fizik aktivite durumlarını ve kas-iskelet sistemi (KİS) yakınmalarını saptamayı amaçlayan tanımlayıcı bir çalışmadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı tipte olan bu çalışma Mart-Nisan 2018 aylarında gerçekleştirildi. Evrenini Kocaeli İli’nde bulunan 730 adet beyaz yakalı büro memurları oluşturdu. Araştırma verisi katılımcılar tarafından doldurulan soru formu ve iki standart ölçek ile toplandı. İskandinav Kas-İskelet Sistemi Anketi ve Uluslararası Fizik Aktivite ölçeği - kısa formu kullanıldı. Veri analizinde Ki-Kare ve Mann Whitney U testleri kullanılmıştır. Etik kurul onayı ve araştırma izni ilgili makamlardan alınmıştır.
BULGULAR: Katılımcıların %51.0’i kadın olup katılımcıların yaş ortalaması 37.0 (SD: 10.0) idi. Araştırmaya katılanların %48.1’i fazla kilolu/obezdi. Katılımcıların yarısından fazlasının fiziksel aktivite seviyesi orta/yüksekti. Son bir yılda; katılımcıların %79.0’unun herhangi bir KİS şikayeti mevcuttu ve %74.0’ü KİS ile ilgili en az bir gün işe devamsızlığa sahipti. Kadınlarda son bir yıl içinde herhangi bir KİS şikayetine sahip olma sıklığı erkeklere göre anlamlı olarak fazlaydı (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: İş ortamının ergonomik koşullarının iyileştirilmesi ve basit KİS egzersizlerinin uygulamalı bir şekilde çalışma saatlerine entegre edilmesi çalışanların KİS şikayetlerinin azaltılmasında faydalı olabilir. Fizik aktiviteyi teşvik amaçlı grup çalışmaları yapılabilir, ayrıca fizik aktivite düzeyleri düşük olanların nedenlerine yönelik niteliksel araştırmalar yapılabilir.
INTRODUCTION: This study aims to determine working conditions, phsical activity status and musculoskeletal system (MSS) complaints in White-collared office workers.
METHODS: This descriptive research was carried out in March 2018 and April 2018 in White-collared officers who are working at an Office in Kocaeli province. Research data was collected via questionnaire and also two standard scales filled by participants. Scandinavian Musculoskeletal Scale and International Physical Activity Questionnaire (IPAQ SF) were used. Mann Whitney and χ2 tests were used for statistical comparisons. Ethical approval and relevant institution approval were taken before data collection.
RESULTS: The age mean was 37.0 (SD: 10.0). Around %51.0 of participants were females and %48.1 of all participants were overweight/obese. More than half of the participants had medium/high level of physical activity. In the past year; %79.0 of participants suffered with MSS and %74.0 had at least one day absence from work due to MSS complaint. Having a MSS complaint was more frequent in females in the past year (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Improvement of ergonomics in work environment and introducing simple MSS exercises for workers during work hours can help reducing MSS complaint and work-related absences.

26.Comparison of Sedation Types During Monitored Anesthesia Care for Gastrointestinal Endoscopy
Ayşe Zeynep Turan, Mehmet Yılmaz, Aslı Duygu Aydaş, Hande Gurbuz Aytuluk, Tahsin Şimşek, Kemal Tolga Saracoglu
doi: 10.5505/ktd.2020.02703  Pages 152 - 159
GİRİŞ ve AMAÇ: Karmaşık gastrointestinal endoskopik girişimlerin ve anestezi altında işlem yapılması taleplerinin giderek artması sedasyon uygulamasını endoskopinin değişmez bir parçası kılmaktadır. Ameliyathane dışında uygulanan anestezinin standartları tümüyle anestezistin sorumluluğundadır. Ameliyathane dışı ortamlarda anestezi uygulamalarında standartın altında bakımın olduğu ve daha iyi bakım ile çok sayıda komplikasyonun önlenebileceği belirtilmektedir. Biz bu çalışmada hastanemiz endoskopi ünitesindeki anestezi uygulamalarını literatür eşliğinde değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yerel etik kurul onamı alındıktan sonra hastanemiz endoskopi ünitesinde Eylül 2017 ile Nisan 2018 tarihleri arasındaki sedasyon altında endoskopik girişim yapılan hastalara ait kayıtlar tarandı.
BULGULAR: Çalışmaya yaşları 18-95 yıl arasında (47.72±12.94 yıl) değişen 717 hasta alındı.
10 hastada(%1,5) hipoksi, 38 hastada (%5) aritmi geliştiği saptandı. Hastalar uygulanan sedatif ajanlara göre gruplandırıldığında komplikasyonlar açısından gruplar arasında farklılık saptanmadı.Hastalar ASA derecesine göre gruplandırıldığında ASA III grubunda hipoksi komplikasyonu yüksek gözlendi.
Yaş (p=0,044), BMİ (p=0,006) değişkenlerinin solunumsal komplikasyonların,Yaş (p=0,000) değişkeninin kardiyak komplikasyonların ortaya çıkmasına sebep olabileceği saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ameliyathane dışı anestezi yöntemlerinde kullanılan standart bir anestezik ajan veya anestezik ajan kombinasyonu bulunmamaktadır. Buna karşın en çok tercih edilen yöntemin midazolama ilave edilen ikinci bir anestezik ajan olduğu kanaatindeyiz. Ayrıca ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında yaş ve BMI ile komplikasyonlar arasında ilişki olduğunu düşünüyoruz.
INTRODUCTION: The number and complexity of the interventions are increasing at endoscopy units thus sedation requirements also increases. However complications may occur under sedation. The aim of the present study is to evaluate the correlation among complications, given anesthetic agents, patient related causes during interventions undersedation.
METHODS: A Total of 717 patients undergoing endoscopic interventions under sedation were inclueded the study. Demographic data, ASA Status, mallampati scores, administered anaesthetic agents, co-morbidities, peroperative vital parameters, and developed complications were retrospectively recorded
RESULTS: 10 (1.5%) patients developed hypoxia and 38 (5%) patients developed arrythmias. There was no statistically significant difference accross the groups in complication rates. When the complications of the patients were analyzed by the ASA groups, the incidence of hypoxia in the ASA 3 group was statistically significantly higher. The incidence of other side effects by the ASA groups was similar.
In the model to be created, it was seen that the variables "BMI (p=0.009) and Sedation (p=0.038)" could cause hypoxia complication to arise. In addition "Age (p = 0.000)" could cause heart rhythm problems to arise.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Adequate monitoring conditions and an expert anesthesia team are required for safe sedation in gastrointestinal endoscopy unit. Moreover, BMI of patients and the type of sedation are independent risk factors for the development of hypoxia and the age of patient is an independent risk factor for the emergence of arrythmias.

27.Early Laparoscopic Cholecystectomy After Acute Biliary Pancreatitis and ERCP Single Center Results
Erkan Dalbaşı, Abidin Tüzün
doi: 10.5505/ktd.2020.59265  Pages 160 - 165
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, kolesistokoledokolitiazis (KKL) ve akut biliyer pankreatit (ABP) nedeniyle endoskopik retrograd kolanjiopankreatografi (ERCP) ile koledok taşı temizlenen hastaların, erken laparoskopik kolesistektomi (LK) sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2015 – Temmuz 2019 tarihleri arasında klinik, laboratuar ve görüntüleme yöntemleriyle akut biliyer pankreatit (ABP) tanısı konulan ve ERCP ile koledok taşı tedavi edilen 152 hastadan taburcu edilmeden ilk 48 saat içinde LK yapılan 80 hastanın kayıtları retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların yaş, cinsiyet, laboratuvar, üst batın ultrasonografi (USG), manyetik rezonans kolanjiopankreatografi (MRCP ) ve ERCP sonuçları değerlendirildi. Ameliyat süresi, açığa geçme oranı ve cerrahi sonrası hastanede yatış süreleri kaydedildi.
BULGULAR: ABP nedeniyle yatırılan ve KKL tespit edilen 152 hastanın 80 tanesine ERCP sonrası 48 saat içinde LK uygulandı. 80 hastadan 32 (% 40)’ı erkek, 48 (% 60)’ı kadın olup hastaların yaş ortalaması 53,8 idi. USG bulguları değerlendirildiğinde, 58 hastada safra kesesinde ve kese lümeninde milimetrik multiple taş mevcut. 16 hastada safra kesesi lümeninde birkaç adet taş ve safra çamuru vardı. 6 hastada safra kesesinde ve lümende çamur ve kristalloidler vardı. Ranson kriterleri skor ortalaması 2,1 idi. Tüm hastalara MRCP çekilerek KKL teyit edildi. 73 hastada koledok ve intra hepatik safra yolları genişti. ERCP ile koledok taşları temizlendi. 18 hastada koledoğa non-metalik stent takıldı. Tüm hastalara standart LK uygulandı üç hastada yapışıklıklar nedeniyle açık cerrahiye geçildi. Üç hastada safra fistülü görüldü. Fistüller on gün içinde spontan kapandı. Ortalama yatış süreleri 2,5 gündü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: ERCP sonrası erken dönem LK uygun hastalarda tekrarlayan kolesistit ve pankreatit ataklarını ve nüks koledokolitiazisi önlemede etkin bir tedavi seçeneği olduğu kanaatindeyiz.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to evaluate the early laparoscopic cholecystectomy (LC) results of cholecystocholedocholithiasis (CCL) and acute biliary pancreatitis in patients treated with choledocholithiasis by endoscopic retrograde cholangiopancreatography (ERCP).
METHODS: Between January 2015 and July 2019, the records of 80 patients who underwent LC within the first 48 hours without discharge were evaluated retrospectively from 152 patients who were diagnosed with acute biliary pancreatitis by clinical, laboratory and imaging methods and treated with choledocholithiasis with ERCP. Age, gender, laboratory, upper abdominal ultrasonography (USG), magnetic resonance cholangiopancreatography (MRCP) and ERCP results were evaluated. Duration of surgery, morbidity, mortality and postoperative hospital stay were recorded.
RESULTS: 80 of 152 patients hospitalized for ABP and diagnosed with CCL underwent LC within 48 hours after ERCP. Of 80 patients, 32 (40%) were male and 48 (60%) were female. The mean age of the patients was 53.8. When USG findings were evaluated, 58 patients had millimetric multiple stone in gall bladder and cystic duct. In 16 patients, several stones and sludge in cystic duct. In 6 patients had slugde and crystalloid in gall bladder and cystic duct. The mean score of ranson criteria was 2.1. All patients were confirmed with CCL by MRCP. 73 patients had large common bile duct and intra hepatic bile ducts. Choledochal stones cleared with ERCP. Mean length of hospitalization after LC was 2,5 days.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We believe that it is an effective treatment option to prevent recurrent episodes of cholecystitis and pancreatitis and nuchal choledocholithiasis in patients with early LC after ERCP.

28.Role of p-Coumaric acid in Alleviating of the Intestinal Ischemia/Reperfusion Injury
Ayhan Tanyeli, Fazile Nur Ekinci Akdemir, Ersen Eraslan, Mustafa Can guler, Saime Özbek Sebin, İlhami Gulcin
doi: 10.5505/ktd.2020.38233  Pages 166 - 173
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma intestinal iskemi/reperfüzyon (İ/R) hasarına karşı p-kumarik asit’ in koruyucu rolünü araştırmak amacıyla planlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu amaçla, çalışmamızda deneysel intestinal İ/R hasar modeli oluşturuldu. p-Kumarik asit ve İ/R gruplarında, süperior mezenterik arter 1 saat süreyle klemplendi. Bu sürenin sonunda klemp açıldı ve 2 saat süreyle reperfüzyona izin verildi.2 saatin sonunda, sıçanlar sakrifiye edildi ve intestinal doku örnekleri hızlıca toplandı.
BULGULAR: İ/R’ye bağlı olarak şiddetli oksidatif hasardan dolayı MPO aktivitesi, MDA seviyesi, TOS and OSI değerlerinin arttığı belirlendi. İlaveten İ/R grubunda TAC değeri ve SOD aktivitesi azaldı. Ayrıca, İ/R + p-kumarik asit (50 ve 100 mg/kg) gruplarında MPO aktivitesi, MDA seviyesi, TOS and OSI değerleri azalırken TAC değeri ve SOD aktivitesi arttı. Dahası, p-kumarik asit 50 mg/kg grubu ile karşılaştırıldığı zaman p-kumarik asit 100 mg/kg grubunda TAC değeri ve SOD aktivitesi daha fazla artarken OSI ve TOS değerleri daha fazla azaldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: p-Kumaraik asit’ in farklı dozları deney hayvanlarında intestinal İ/R (1saat: 2saat) hasara karşı koruyucu etki gösterdiği söylenilebilir.
INTRODUCTION: This study was planned to investigate the protective role of p-coumaric acid against intestinal ischemia/reperfusion (I/R) injury.
METHODS: For this purpose, an experimental intestinal I/R model was established in our study. In the p-coumaric acid and I/R groups, superior mesenteric artery was clamped for 1 h. Then, the clamp was removed and reperfusion was allowed for 2 h. At the end of 2h, rats were sacrificed and intestinal tissue samples were collected rapidly.
RESULTS: It was determined that MPO activity, MDA levels, TOS and OSI values increased due to severe oxidative damage depending on I/R. In addition, TAC value and SOD activity decreased in the I/R group. Also, TAC value and SOD activity increased while TOS, OSI values, MPO activity and MDA level were reducing in the I/R + p-coumaric acid (50 and 100 mg/kg bw.) groups. Moreover, in the p-coumaric acid 100 mg/kg group, TAC value and SOD activity more increased and OSI, TOS values more decreased compared with p-coumaric acid 50 mg/kg group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It can say that the different doses of the p-coumaric acid demonstrated protective effects against intestinal I/R (1hour: 2hour) injury in experimental animals.