Volume : 8 Suppl : 3 Year : 2024
Index
Membership
Application
Kocaeli Medical Journal - Kocaeli Med J: 8 (3)
Volume: 8  Issue: 3 - 2020
1.Cover

Pages I - II

2.Editorial Board

Pages III - V

3.Instruction for Authors

Pages VI - VIII

4.Contents

Pages IX - X

ORIGINAL ARTICLE
5.Modified Dick Procedure in Giant Incisional Hernia, a Single Center Experience
Mehmet Aslan, Acar Aren
doi: 10.5505/ktd.2019.92260  Pages 1 - 6
GİRİŞ ve AMAÇ: Günümüzde tıp alanında ki gelişmelerin artmasıyla minimal invaziv girişimler daha yaygın kullanılmaktadır. Buna rağmen insizyonel herni oluşumu halen büyük problem teşkil etmektedir. İnsizyonel hernilerin tedavisi cerrahidir. Seçilecek cerrahi teknik, kullanılacak materyal değişkenlik göstermektedir. Hiçbir cerrahi yaklaşım nüks riskini ortadan kaldırılamayacağından insizyonel hernilerin cerrahisi konusundaki tartışmalar devam edecektir.Çalışmamızın amacı Modifiye Dick Takviye yönteminin insizyonel herni onarımındaki yerini belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde Ocak 2007 - Ocak 2013 yılları arasında insizyonel herni tanısıyla ameliyat olan hastalar retroskpektif olarak taranmıştır. Modifiye Dick Takviye yöntemi uygulanmış 40 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Aynı yıllarda benzer demografik özelliklere sahip, benzer bir yaklaşım olan Onlay meshle onarım yapılan 40 hasta kontrol grubu amacıyla randomize seçilmiştir.
BULGULAR: Çalışmadaki iki grup karşılaştırıldığında; demografik veriler, geçirilmiş ameliyat sayısı, önceki ameliyatlarında uygulanan onarım tipi, ameliyat süresi, hastanede yatış süresi açısından 2 grup arasında istatistiksel anlamlı fark saptanmamıştır. ModifiyeDick Takviye grubunda defekt boyutu ortalama 9.3 cm(6-16 cm) iken, Onlay mesh ile onarım grubunda ortalama 3.9 cm (2-12 cm) saptanmıştır. İki grup arasında istatistiksel anlamlı fark vardır (p<0.001). ModifiyeDick Takviye ve Onlay meshle onarım grupları arasında komplikasyon, morbidite ve mortalite açısından istatistiksel olarak fark izlenmemiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Modifiye Dick Takviye; Onlay mesh ile onarım ile karşılaştırıldığında hastalarda ek morbidite ve mortaliteye neden olmamaktadır. Kullanılan cerrahi teknik nedeni ile daha geniş defektlerde uygulanmasına rağmen operasyon süresini uzatmamıştır. Fasya defektinin primer kapatılamayacağı olgularda fasyanın herni üzerine yeniden konumlandırmasıyla herni kesesiyle kullanılan mesh materyalinin temasını önlemektedir. Bu nedenle bu teknik faysa defektinin primer kapatılamayacağı dev insizyonel hernilerde poliprolen mesh kullanımı planlanıyorsa yararlı olabilir.
INTRODUCTION: Minimally invasive interventions are widely used recently. However, incisional hernia is still a problem. Discussions will continue about the surgical treatment since there isn’t any technique able to eliminate the risk of recurrence. Here we aimed to determine the role of Modified Dick technique in incisional hernia repair.
METHODS: Patients; operated for incisional hernia between January 2007 and January 2013 in our clinic were screened retrospectively. Forty patients who underwent Modified Dick operation were included in the study and 40 patients with similar demographic features and treated with onlay mesh approach were randomized as control group.
RESULTS: There was no statistically significant difference between groups in terms of demographic data, number of previous operations, operation duration and length of hospital stay. The mean defect size was detected as 9.3 cm (6 to 16 cm) in the Modified Dick repair group while 3.9 cm (2-12 cm) in the latter group with a statistical significance of p value <0.001.
There was no statistically significant difference in terms of complication, morbidity and mortality.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Modified Dick Technique did’nt cause additional morbidity and mortality compared with onlay mesh repair. Although it was applied to larger defects, it did’nt prolong operation time. In cases where the defect can’t be closed primarily, the technique prevents the contact of the mesh with the hernia sac by repositioning of fascia over the sac. Therefore this technique can be useful if polypropylene mesh is planned to be applied in cases where the defect can’t be closed properly, especially in giant incisional hernias.

6.Office blood pressure-ambulatory blood pressure correlation in chronic renal disease; the relationship between proteinuria- GFR loss
Yasemin Coskun Yavuz, Zeynep Biyik, Gulperi Celik, Lutfullah Altintepe
doi: 10.5505/ktd.2019.56514  Pages 7 - 13
GİRİŞ ve AMAÇ: Hipertansiyon, kronik böbrek hastalığı (KBH)’nın progresyonu ve ayrıca böbrek dışı morbidite ve mortalitede ciddi bir risk faktörüdür. Kan basıncının doğru ölçümü bu nedenle önemlidir. Bu çalışmada KBH olan ve olmayan hastalarda poliklinik kan basıncı ve ambulatuvar kan basıncı monitoziasyon (AKBM) ölçümlerinin, renal komplikasyonlar, kan basıncı paternleri ve diğer klinik ve labaratuvar verileri ile karşılaştırılarak incelenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya son 1 yıl içinde Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Nefroloji polikliniğinde takip edilen ve AKBM yapılan 163 hasta dahil edildi. Bu hastaların 61’i(%37,4) prediyaliz KBH, 102 (%62,6) ’i KBH tanısı olmayan hipertansif grupta idi. Hastaların AKBM sonuçları ve poliklinikte yapılan son 3 ölçümlerinin (ofis kan basıncı=OKBM) ortalaması tarandı. ABKM- OKBM arasındaki korelasyon, ayrıca bu iki ölçüm yöntemi ile klinik ve laboratuar verileri arasındaki korelasyon değerlendirildi. KBH olan ve olmayan grupta OKBM-AKBM ölçümleri, bu ölçümlerin demografik ve laboratuar verileri ile ilişkisi karşılaştırıldı.
BULGULAR: Ofis kan basıncı ölçümleri, ambulatuar kan basıncı ölçümlerinden anlamlı olarak yüksek bulundu. Sistolik ve diastolik KB ortalamaları OKBM’da 147/89 mmHg, AKBM’da ise 127/ 80 mmHg idi (p<0,01). OKBM’a göre 114 hasta hipertansif iken AKBM’a göre 65 hasta hipertansif idi (p<0,01). Ofis sistolik ve diastolik kan basıncı proteinüri ve GFR ile korele bulunmadı (p>0,05). Ancak AKBM ile ölçülen hem 24 saatlik hem gündüz hem gece ölçüm ortalamalarının proteinüri ile anlamlı şekilde pozitif korele, GFR ile anlamlı olarak negatif korele olduğu bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kronik böbrek hastalarında kan basıncı ambulatuar kan basıncı yöntemleri ile izlenmelidir. Renal hasarın önlenmesinde AKBM ofis kan basıncı ölçümüne göre daha etkili bir yol olabilir.
INTRODUCTION: Hypertension is a serious risk factor in the progression of chronic kidney disease(CKD), as well as in nonrenal morbidity and mortality. The correct measurement of blood pressure, therefore, is important. In this study, it was aimed to compare the office blood pressure(OBPM) and ambulatory blood pressure monitoring(ABPM) measurements in patients with and without CKD with renal complications and other data.
METHODS: 163 patients who were followed up in the our outpatient clinic in the recent year, and who underwent ABPM were included in the study. 61 (37.4%) were in the pre-dialysis CKD group and 102(62.6%) were in the hypertensive group without CKD. Patients' ABPM results and the average of the last 3 measurements in the outpatient clinic(OBPM) were screened. Correlation between ABPM and OBPM, as well as the correlation between other data. OBPM-ABPM measurements in patients with and without CKD and their relation with demographic and laboratory data were compared.
RESULTS: OBPM measurements were found to be significantly higher than ABPM measurements. The mean systolic and diastolic BP values were 147/89 mmHg in OBPM and 127/80 mmHg in ABPM(p<0.01). While 114 patients were hypertensive according to OBPM, 65 patients were hypertensive according to ABPM(p<0.01). OBPM measurements were'nt correlated with proteinuria and GFR(p>0.05). However it was found that the 24-hour measurement averages measured with ABPM significantly correlated with proteinuria in positive direction while correlating significantly with GFR in negative direction.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In patients with CKD, blood pressure should be monitored by ABPM. ABPM can be more effective way to prevent renal damage than OBPM.

7.The relationship between neutrophil/lymphocyte ratio and pruritus in hemodialysis patients
Cihangir Çakır, Hatice Kaya, Erkan Şengül
doi: 10.5505/ktd.2019.20053  Pages 14 - 21
GİRİŞ ve AMAÇ: Kaşıntı, hemodiyaliz hastalarında en sık karşılaşılan kutanöz problem olup yaşam kalitesini etkileyen önemli bir semptomdur. Kaşıntının önemli bir nedeni inflamasyondur. Kronik hastalıklarda nötrofil/lenfosit oranı inflamatuar bir belirteç olarak kullanılmaktadır. Biz de hemodiyaliz hastalarında nötrofil/lenfosit oranı ile kaşıntı arasında ilişki olup olmadığını araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: En az 3 ay süre ile rutin hemodiyalize giren 80 hasta (45 erkek, 35 kadın) ve 80 sağlıklı kontrol (35 erkek,45 kadın) grubu çalışmaya alındı. Hastaların biyokimyasal ve hematolojik değişkenleri kaydedildi, kaşıntısı sorgulandı ve dermatolojik muayeneleri yapıldı. Kontrol grubu ise check-up amaçlı dahiliye polikliniğine başvuru yapan, sağlıklı gönüllülerden oluşturuldu. Verilerin analizi SPSS 25 programında gerçekleştirildi.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen hasta ve kontrol grubunun yaşortalaması sırası ile 59±14.44 ve 57.61±14.29 yıl idi. Hastaların % 70’inde (n=56) kaşıntı yok iken, % 18’inde (n=14) lokalize kaşıntı ve % 12’sinde (n=10) yaygın kaşıntı saptandı. Bu hastaların 20’sinde (% 25) kaşıntı epizodik özellikte iken 4’ünde (%5) persistan idi. Hasta grubunda kontrol grubuna göre nötrofil/lenfosit oranı ve platelet/lenfosit oranıanlamlı olarak daha yüksek saptandı (sırası ile p<0.001 ve p=0.037). Kaşıntısı olan hasta grubunda nötrofil/lenfosit oranı olmayanlara göre daha düşüktü, ancak aradaki farklılık anlamlı bulunmadı (p=0.100). Kaşıntısı olan hastalarda platelet/lenfosit oranı kaşıntısı olmayanlara göre anlamlı olarak daha düşük bulundu (p=0.046). Kaşıntısı olan hastaların toplam diyaliz süreleri kaşıntısı olmayanlardan daha yüksekti (p=0.031). Kaşıntısı olanlarda fosfor ve kalsiyum x fosfor değerleri kaşıntısı olmayanlardan daha yüksekti (sırası ile p=0.009 ve p=0.007). Kalsiyum diasetat ve levokarnitin kullanan hastalarda kaşıntı anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur (sırasıyla p=0.038 ve p=0.011).
TARTIŞMA ve SONUÇ: HD hastalarında nötrofil/lenfosit oranı, ve platelet/lenfosit oranı kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde yüksek iken; kaşıntısı olan hastalarda olmayanlara göre daha düşük bulunmuştur. Bu konuda daha çok hastanın dahil edildiği prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Pruritus is the most common skin problem in hemodialysis patients and is an important symptom affecting quality of life. An important cause of pruritus is inflammation. Neutrophil/lymphocyte ratio is used as an inflammatory marker in chronic diseases. We aimed to investigate whether there is any relationship between itching and neutrophil/ lymphocyte ratio in hemodialysis patients.
METHODS: Eighty patients (45 males, 35 females) and 80 healthy controls (35 males, 45 females) undergoing routine hemodialysis for at least 3 months were included in the study. Biochemical and hematological variables of the patients were recorded, itching was determined and dermatological examinations were performed. The control group was consisted of healthy volunteers who applied to the department of internal medicine for the check-up. Data were analyzed by SPSS 25 program.
RESULTS: The mean age of the patients and controls were 59±14.44 and 57.61±14.29 years, respectively. While 70% (n=56) of the patients had no pruritus, 18% (n=14) had localized itching and 12% (n=10) had itching. Itching was episodic in 20 (25%) of these patients and persistent in 4 (5%). Neutrophil/lymphocyte ratio and platelet/lymphocyte ratio were significantly higher in the patient group than the control group (p<0.001 and p=0.037, respectively). When the patient group was examined, the neutrophil/lymphocyte ratio was lower in the pruritic group, but the difference was not significant (p=0.100). Platelet/lymphocyte ratio was significantly lower in patients with pruritus than those without pruritus (p=0.046). The total duration of dialysis was higher in patients with pruritus than those without pruritus (p=0.031). Phosphorus and calcium x phosphorus values were higher in pruritic patients than non-pruritic patients (p=0.009 and p=0.007, respectively). Pruritus was significantly higher in patients receiving calcium diacetate and levocarnitine (p=0.038 and p=0.011, respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Neutrophil/lymphocyte ratio and platelet/lymphocyte ratio were significantly higher in hemodialysis patients compared to the control group; these rates were lower in patients with pruritus than those without itching. Prospective studies involving more patients are needed.

8.Neutrophil-Lymphocyte Ratio is Valuable in Predicting the Pathology Result in the Patients with Renal Mass > 4 cm Prior to the Partial Nephrectomy
Volkan Çağlayan, Efe Önen, Sinan Avcı, Murat Şambel, Metin Kılıç, Erdem Toprak, Sedat Öner
doi: 10.5505/ktd.2019.28482  Pages 22 - 27
GİRİŞ ve AMAÇ: Nötrofil-lenfosit oranının (NLR) parsiyel nefrektomi (PN) öncesi renal kitlelerin patoloji sonuçlarının öngörülmesindeki etkinliğini değerlendirmek.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Mart 2012 ve Mart 2018 tarihleri arasında PN yapılan 76 hastanın verileri değerlendirildi. Hastalar patoloji sonuçlarına (malign grup benign grup), tümör evresine (T1a-T1b) ve tümör derecesine (Grade 1-Grade2-Grade3) ve kitle boyutuna (<4 cm-> 4 cm) göre gruplandı.
BULGULAR: Benign grup 17 hastadan, malign grup 59 hastadan oluşmaktaydı. Benign ve malign grupların preoperatif NLR'leri karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı (p = 0.113). Malign grup tümör evresine göre (T1a-T1b) 2 gruba ayrıldığında, T1b grubunun NLR değeri benign grup ve T1a grubundan anlamlı olarak yüksekti (sırasıyla p= 0.007 ve p<0.001). Grade 3 tümör grubunda NLR, grade1 ve grade2 gruplarına göre anlamlı olarak daha yüksekti (sırasıyla, p<0.001 ve p = 0.02). Otuz dört hastada, 4 cm'den büyük böbrek kitleleri vardı. NLR 4 cm'den büyük malign böbrek kitlesi olan hastalarda anlamlı olarak yüksekti (p = 0,035). Maligniteyi tahmin etmek için cut-off değeri 2,31 idi ve % 65 özgüllük ve % 50 duyarlılığa sahipti.

TARTIŞMA ve SONUÇ: NLR, böbrek kitleleri 4 cm'den büyük olan hastalarda patoloji sonucunu öngörmede değerli bir parametredir. Daha yüksek NLR değeri yüksek dereceli tümörler ile ilişkilidir. NLR'nin etkinliğini doğrulamak için ileri çalışmalar yapılmalıdır.
INTRODUCTION: To assess the efficacy of neutrophil-lymphocyte ratio (NLR) in predicting the pathology results of renal masses prior to partial nephrectomy (PN).
METHODS: The data of 76 patients who underwent PN between March 2012 and March 2018 was evaluated. Patients were grouped according to pathology results (malign group-benign group), tumor stage (T1a-T1b) and tumor grade (Grade1-Grade2-Grade3) and mass size (≤4 cm->4 cm).
RESULTS: Benign group was consisted of 17 patients and malign group was of 59 patients. No statistically significant difference was found when preoperative NLR of benign and malign groups were compared (p=0.113). When malign group was divided into 2 groups according to tumor stage (T1a-T1b), NLR of T1b group was significantly higher than benign group and T1a group (p=0.007 and p<0.001, respectively). In grade3 tumor group, NLR was significantly higher when compared with grade1 and grade2 groups (p<0.001 and p=0.02, respectively). Thirty-four patients had renal masses >4 cm. NLR was significantly higher in the patients with >4 cm malign renal masses (p=0.035). The cut-off value to predict malignancy was 2.31 with 65% specificity and 50% sensitivity.
DISCUSSION AND CONCLUSION: NLR is a valuable parameter at predicting pathology result in patients with renal masses >4 cm. Higher NLR value was associated high grade tumors. Further studies must be performed to certify the efficacy of NLR.

9.The Efficacy Of Energy Based Vessel Sealer Devices During Total Thyroidectomy: A Comparative Single Institution Study
Osman Civil, Cağrı Tiryaki
doi: 10.5505/ktd.2019.65807  Pages 28 - 33
GİRİŞ ve AMAÇ: Son yıllarda tiroid ameliyatlarında LigaSure® (LS) ve Harmonic Scapel® (HS) kullanımı cerrahlar arasında popüler hale gelmiştir. Bu yeni teknolojinin, geleneksel bağlama yöntemi ile karşılaştırılması, kapsamlı bir şekilde incelenmiştir. Bu çalışmada, bölümümüzün’de LS ve HS kullanarak yapılan tiroidektomi sonuçlarının güncel literatür eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2013-Ekim 2017 tarihleri arasında bölümümüzde primer total tiroidektomi uygulanan 224 hastanın dosyaları bu çalışma için gözden geçirildi. Demografik özellikleri, operasyon süresi, patolojik değişkenler, hastanede yatış süresi ve komplikasyon oranları retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: Yüz kırk dokuz hasta LS, 75 hasta ise HS kullanılarak ameliyat edildi. Otuz sekiz hasta erkek, 186 hasta kadındı. LS grubundaki hastalar HS grubundan daha yaşlıydı (p <0.05). Komorbidite oranları, hastalık özellikleri, operasyon süresi, patolojik analiz sonuçları ve rekürren laringeal sinir hasarı açısında LS ve HS grupları arasında istatiksel anlamlı fark yoktu. Postoperatif kanama, ses kısıklığı, hipokalsemi, postoperatif serum kalsiyum düzeyi, postoperatif parathormon düzeyleri ve hastanede yatış süresi açısından da LS ve HS grupları arasında iststiksel fark yoktu. Fakat LS grubunda dren HS grubundan daha uzun sürede çekildi (p <0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Total tiroidektomi sırasında her iki cihaz etkili ve güvenli olduğu görüldü. LS grubundaki hastaların dren drenaj oranları anlamlı yüksek bulundu.
INTRODUCTION: Nowadays, LigaSure® (LS) and Harmonic Scapel® (HS) have been popularized among surgeons during thyroid operations. The comparison of this new technology with conventional ligature have been extensively studied. The aimed of this study was to discuss the results of thyroidectomies with LS or HS in the context of the literature.
METHODS: Between January 2013 and October 2017, 224 patients who underwent total thyroidectomy in our department were evaluated for this study. The demographic characteristics, duration of operations, pathologic variables, duration of hospitalization and complication rates were retrospectively analyzed.
RESULTS: Hundred and forty-nine patients were operated with LS and 75 patients were operated with HS. Thirty-eight patients were male, and 186 patients were female. Patients in the LS group were older than the HS group (p<0.05). There was no statistically significant difference between LS and HS groups in terms of comorbidity rates, disease characteristics, operative time, pathology results and recurrent laryngeal nerve injury rate. Postoperative bleeding, hoarseness rate, hypocalcemia, postoperative serum calcium level and postoperative parathormone levels and length of hospital stay were also similar among LS and HS groups. The drain removal time for LS group was longer than HS group (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Both devices were found to be safe and effective during total thyroidectomy. Although the drainage rate of the patients in the LS group was found to be significantly higher. But it was not a statistically significant difference.

10.Assesment of Smartphone Addiction in Adolescents between 11-17 Age Who Admitted to A Tertiary Child and Adolescent Psychiatry Policlinic
Kübra Yıldız, Pelin Mutlu Ağaoğlu, Yeliz Dineri, Elif Beyoğlu, Ayşegül Erdoğan, Ramazan Azim Okyay
doi: 10.5505/ktd.2019.23500  Pages 34 - 40
GİRİŞ ve AMAÇ: Çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları polikliniğine başvuran adölesanlarda akıllı telefon bağımlılık durumunu değerlendirmek ve akıllı telefon bağımlılık durumunun sosyodemografik özellikler ve akıllı telefon kullanım davranışları ile ilişkisini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırmaya 11-17 yaş arasında 119 adölesan dahil edilmiştir. Adölesanlara sosyo-demografik özelliklerini ve akıllı telefon kullanım davranışlarını irdeleyen bilgi formu ve Akıllı Telefon Bağımlılığı Ölçeği (ATBÖ)’ni içeren anket uygulanmıştır.
BULGULAR: Adölesanların yaş ortalaması 14,39±1,90 olup %50,4’ü (n=60) erkek idi. Katılımcıların %53,8’i kendine ait bir akıllı telefonu olduğunu belirtmiştir. Kadın ve erkek cinsiyette akıllı telefonları kullanım amacı açısından anlamlı bir fark saptanmıştır (p<0,0001). Akıllı telefon kullanım süresi bir saat ve daha az, 2-5 saat ve 6 saat ve daha fazla kullananlar olmak üzere üç grup oluşturulmuş ve bu üç grup arasında ATBÖ puanları açısından anlamlı fark tespit edilmiştir (p<0,0001)
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çocuk ve adölesanların akıllı telefon kullanım süresinin azaltılması için çeşitli sosyal aktivitelere yönlendirilmesi ve ailelerin akıllı telefon bağımlılığı konusunda bilinçlendirilmesi gerekmektedir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to evaluate the smartphone addiction status in adolescents who applied to the Child and Adolescent Psychiatry Outpatient Clinic and to investigate the relationship between smartphone addiction and socio-demographic characteristics and smartphone usage behaviors.
METHODS: A total of 119 adolescents aged 11-17 years were included in the study. A questionnaire querying socio-demographic characteristics and including Smart Phone Addiction Scale (SAS) was applied to adolescents.
RESULTS: The mean age of adolescents was 14.39 ± 1.90 and 50.4% (n = 60) were male. 53.8% of the participants stated that they had a smartphone. There was a significant difference between male and female gender in terms of usage purpose of smartphones (p <0.0001). Three groups were formed according to smartphone usage duration: one hour and less, 2-5 hours and 6 hours and more and a significant difference was found among three groups in terms of SAS scores (p <0.0001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Children and adolescents should be directed to various social activities in order to decrease the smartphone usage duration and families should be informed about smartphone addiction.

11.Evaluatıon Of The Causes Of Faılure In Elderly Patıents After Dıfferent Fıxatıon Methods In Pertrochanterıc Femur Fractures
hasan ulaş oğur, ümit tuhanioğlu, fırat seyfettinoğlu, Emre Fidan, Hakan Uslu, Ulaş Serarslan
doi: 10.5505/ktd.2019.79847  Pages 41 - 49
GİRİŞ ve AMAÇ: Yaşlı kemiğin farklı biyomekaniği dolayısıyla trokanterik bölge kırıklarında farklı fiksasyon yöntemlerinin etkinliği ve yetersizliklerini ortaya koymak amaçlanmıştır. Farklı kırık tiplerinde yetmezlik sebepleri öncelik sırasına göre değerlendirilmiştir
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya Nisan 2011- Ekim 2016 yılları arasında ameliyat edilen ve takibi sağlanabilen 65 yaş ve üstü 186 geriatrik hasta (115 kadın,71erkek) dahil edildi. Hastaların ortalama takip süresi 16 ay idi. Kırıklar AO/OTA sınıflamasına göre sınıflandırıldı. 98 hastaya PFN, 14 hastaya proksimal kilitli femur plağı(PF-LCP),74 hastaya DHS uygulandı. Fiksasyon sonrası yetmezlik nedenleri değerlendirildi. Klinik sonuçlar Salvati ve Wilson’s kalça skoruna göre, radyolojik sonuçlar Baumgaertner redüksiyon ölçütlerine göre değerlendirildi.
BULGULAR: Yetmezlik görülen 16 hastanın 9’ u Proksimal femur çivisi (PFN) 5’i DHS, 2’si proksimal femur plağı yapılan hasta idi. 12 hasta AO sınıflamasına göre instabil kabul edilen kırıklardı.4’ü stabil olup 2’si DHS yapılan 2’si PFN yapılan hastalar idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kırık sınıflaması kırığı stabil veya instabil olarak tanımlar; bu uygun implant seçimi için çok önemlidir. Stabil kabul edilen ince lateral korteksi olan 31 A2.1 tipi kırıklar ve osteoporotik kırıklara şüphe ile yaklaşılması ve instabil olarak değerlendirilebileceği düşünülmektedir.Medial kalkar ve posteromedial korteks devamlılığının sağlanması, başarısızlığın önlenmesinde en önemli kriterlerden biridir. Postoromedial devamlılığı tespit etmek için bilgisayarlı tomografi kullanılabilir.
INTRODUCTION: To investigate the efficiency and failure of different fixation methods in trochanteric region fractures owing to different biomechanics of older bone. The causes of failure in different fracture types were evaluated in accordance with their priority.
METHODS: The study included 186 elderly patients aged ≥65 years, who underwent surgery and were followed up between April 2011 and October 2016. The mean follow-up period was 16 months. Fractures were classified in accordance with AO-Müller/Orthopaedic Trauma Association (AO/OTA) classification. Proximal Femoral Nail (PFN) was applied to 98 patients, Proximal Femur Locking Compression Plate (PF-LCP) to 14 patients, and Dynamic Hip Screw (DHS) to 74 patients. The causes of failure after fixation were evaluated. The clinical results were evaluated in accordance with the Salvati and Wilson hip score, and Baumgaertner’s reduction standards were used in the evaluation of radiological results.
RESULTS: Nine failures were detected in PFN, 5 in DHS, and 2 were detected in PF-LCP. Twelve patients were regarded to have unstable fractures in accordance with the AO classification (31A2.2-3 and 31A3). Four were stable fractures(31A2.1) of which; 2 had DHS, and 2 had PFN.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Fracture classification defines the fracture as stable or unstable, which is very important for the selection of the appropriate implant. It is thought that some 31 A2.1 type fractures and osteoporotic fractures with a thin lateral cortex which are accepted as stable should be approached with suspicion and could be evaluated as unstable. Provision of medial calcar and posteromedial cortex continuity is one of the most important criteria for the prevention of failure. Computerized tomography can be used to detect posteromedial continuity.



12.Does Mean Platelet Volume to Lymphocyte Ratio Associates with Irritable Bowel Syndrome and its subtypes?
Tuba Taslamacıoğlu Duman, Burçin Meryem Atak Tel
doi: 10.5505/ktd.2019.60948  Pages 50 - 54
GİRİŞ ve AMAÇ: Hemogram parametreleri birçok çalışmada inflamatuvar belirteç olarak kullanılmaktadır.
Bu çalışmamızdaki amacımız İBS ve sağlıklı kontrollerdeki ortalama trombosit hacmi/lenfosit oranının (MPVLR) karşılaştırılmasıdır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: İç hastalıkları polikliniğimize başvuran İBS’li hastalar çalışmamıza alındı. İBS’li hastalar diyare predominat İBS (IBS-D) ve konstipasyon predominant İBS (IBS-C) olarak iki ana gruba ayrıldı. Sağlıklı kişilerden de kontrol grubu oluşturuldu. Çalışmamızda grupların genel özellikleri ve MPVLR seviyeleri karşılaştırıldı.

BULGULAR: IBS-C, IBS-D ve kontrol gruplardaki MPVLR sırasıyla; 0.005 (0.001), 0.004 (0.001) ve 0.003 (0.001), (p<0.001) idi. Post Hoc testi ile IBS-C ve IBS-D gruplarındaki MPVLR oranları benzer olup (p=0.44), MPVLR control grupta ise IBS-C (p<0.001) ve IBS-D (p<0.001) gruplarından anlamlı olarak düşük saptandı.


TARTIŞMA ve SONUÇ: MPVLR, İBS hastalarında inflamatuvar marker olarak kullanılabileceği bu çalışmamızdaki ana sonucumuzdur. Ancak İBS grupları arasında anlamlı fark saptanmamıştır. Sonuçta İBS-C ve İBS-D arasında MPVLR benzer olmakla birlikte İBS hastalarının sağlıklılardan ayrımında kullanılabilir.
INTRODUCTION: Hemogram parameters are considered as inflammatory markers in various diseases. The objective of this study was to assess mean platelet volume to lymphocyte ratio (MPVLR) of subjects with IBS and to compare to those in healthy population.

METHODS: Patients with IBS whose admissions to our outpatient internal medicine clinic were enrolled to the study. Patients with IBS were divided into two groups according to the predominant symptom, either IBS diarrhea predominant (IBS-D) or IBS constipation predominant (IBS-C). Healthy volunteers were enrolled as control group. General characteristics and MPVLR levels of the groups compared.

RESULTS: The MPVLR of IBS-C, IBS-D and control groups were 0.005 (0.001), 0.004 (0.001) and 0.003 (0.001), respectively (p<0.001). Post Hoc test revealed that MPVLR of IBS-C and IBS-D groups were similar (p=0.44) and MPVLR of control groups was significantly lower than that of the IBS-C (p<0.001) and IBS-D (p<0.001) groups.


DISCUSSION AND CONCLUSION: The main outcome of present study was that MPVLR could be used as a marker of IBS. However, it is not useful in differentiating IBS constipation predominance from IBS diarrhea predominance. In conclusion, despite increased MPVLR could not differentiate IBS constipation predominance from the IBS diarrhea predominance, it could be useful in establishing the diagnosis of IBS.

13.The Effects of Complementary and Alternative Therapies Course on Nursing Students' Attitudes towards Complementary and Alternative Medicine and Healthy Lifestyle Behaviors
Dilek Yıldırım, OZLEM AKMAN
doi: 10.5505/ktd.2019.74508  Pages 55 - 61
GİRİŞ ve AMAÇ: Sağlık sisteminin bir üyesi olarak hemşirelere, bireylerin kullandıkları tamamlayıcı ve alternatif tedavi yöntemlerinin değerlendirilmesinde, bu yöntemlerin kullanım amaçlarının, etkilerinin, kullanım şekillerinin, risklerinin doğru anlatılmasında önemli görevler düşmektedir. Bu yöntemlere yaklaşımını belirlemeye yönelik bilgi ve tutumlarının araştırılması gerekmektedir Tamamlayıcı ve alternatif tedaviler dersinin hemşirelik öğrencilerinin tamamlayıcı ve alternatif tıbba karşı tutumlarına ve sağlıklı yaşam biçimi davranışlarına etkisini belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yarı deneysel olarak yapılan araştırmanın evrenini, bir hemşirelik fakültesinde öğrenim gören 168, örneklemini ise çalışmaya katılmayı kabul eden 147 öğrenci oluşturdu. Çalışma öncesinde etik kurul izni ve katılımcılardan yazılı ve sözlü izin alındı. Nisan-Haziran 2019 tarihleri arasında sosyodemografik özellikleri içeren form, Sağlıklı Yaşam Biçimi Davranışları Ölçeği ve Tamamlayıcı ve Alternatif Tıbba Karşı Tutum Ölçeği kullanılarak toplandı. Verilerin analizinde frekans, yüzde, Pearson Ki-kare testi, Mann Whitney U, ve independent student t testleri kullanıldı.
BULGULAR: Öğrencilerin yaş ortalaması 20.52±2.68, grubun çoğu kadındı. Her iki grubun da sosyodemografik özellikleri benzerdi (p>0.05). Grupların Sağlıklı Yaşam Biçimi Davranışları Ölçeği toplam puan ortalamaları ve kendini gerçekleştirme, sağlık sorumluluğu, fiziksel aktivite, kişilerarası destek alt boyutları benzerdi (p>0.05). Dersi alan grubun daha olumlu beslenme davranışı gösterdiği belirlendi (p<0.05). Hemşirelik öğrencilerin Tamamlayıcı ve Alternatif Tıbba Karşı Tutum Ölçeği toplam puan ve alt boyut puan ortalamaları incelendiğinde, dersi alanların puan ortalamasının (28.34±.76), dersi almayanların puan ortalamasından yüksek olduğu görüldü (p=0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tamamlayıcı ve alternatif tedaviler dersi, hemşirelik öğrencilerine beslenme ve stres yönetimini konularında olumlu sağlık davranışı ve tamamlayıcı ve alternatif tedavilere karşı bilgi, beceri ve olumlu tutumun kazandırılmasında etkilidir.
INTRODUCTION: To determine the effect of complementary and alternative therapies on nursing students' attitudes towards complementary and alternative medicine and healthy lifestyle behaviors.
METHODS: The population of the study was 187 students from a nursing faculty in Istanbul and 147 students who accepted to participate in the study. Prior to the study, ethics committee permission and written and verbal permission were obtained from the participants. Between February and April 2019, Data was collected using personal information form, Healthy Lifestyle Behaviors Scale and Attitude towards Complementary and Alternative Medicine Scale. Frequency, percentage, Pearson Chi-square test, Mann Whitney U, and independent student t tests were used for data analysis.
RESULTS: The mean age of the students was 20.52±2.68 and most of the group were women. The total score means of the Healthy Lifestyle Behaviors Scale of the groups and sub-dimensions of self-realization, health responsibility, physical activity and interpersonal support were similar (p>0.05). It was determined that the group taking the course showed more positive feeding behaviors (p<0.05). When the total scores and subscale scores of Nursing Students Attitude Scale against Complementary and Alternative Medicine were examined, the average score of those who took the course was 28.34±.76 and 31.08±.50 for those who did not. When the scores of the groups were compared, the difference was statistically significant (p=0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Complementary and alternative therapies course is effective in providing nursing students with knowledge, skills and positive attitudes towards nutritional and stress management in terms of positive health behavior and complementary and alternative therapies.

14.The relationship between bendopnea and clinical outcomes in stable pulmonary arterial hypertension outpatients
Kurtuluş Karaüzüm, İrem Karaüzüm
doi: 10.5505/ktd.2019.04317  Pages 62 - 68
GİRİŞ ve AMAÇ: Bendopne kalp yetersizliği (KY) hastalarında öne eğilince nefes darlığı gelişmesi olarak yeni tanımlanmış solunumsal bir yakınmadır. KY hastalarında kötü klinik sonlanımlarla ilişkili olduğu gösterilmiştir. Bir önceki çalışmamızda pulmoner arteryel hipertansiyon (PAH) hastalarında bendopnenin varlığını göstermiştik. Çalışmamızın amacı; PAH hastalarında bendopne varlığının klinik sonlanımlarla olan ilişkisini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Rutin periyodik kontolleri için spesifik PAH polikliniğimize başvurmuş 62 ayaktan PAH hastasından oluşan bir gözlemsel çalışma planladık. Çalışmanın sonlanımları, 3. ve 12. ayda KY nedenli hastaneye yatış ve tüm nedenli ölümler idi.
BULGULAR: Çalışma grubunun % 25.8’inde bendopne mevcuttu. 3. ayda KY nedenli hastaneye yatış oranları bendopnesi olan hastalarda olmayanlara göre istatistiksel olarak daha yüksekti (p=0.003). İki grup arasında 3. ay tüm nedenli ölümlerde anlamlı fark yoktu (p=0.427). 12. ayda KY nedenli hastaneye yatış oranları bendopnesi olan hastalarda olmayanlara göre istatistiksel olarak daha yüksekti (p<0.001). 12. ayda tüm nedenli ölümler bendopnesi olan hastalarda belirgin olarak daha fazlaydı (p=0.004). Çok değişkenli lojistik regresyon analizinde, bendopne 3. ve 12. ay KY nedenli hastaneye yatışlar ve 12. Ay tüm nedenli ölümlerin bağımsız öngördürücü olarak bulundu ancak 3. ay tüm nedenli ölümlerde öngördürücü olarak saptanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bendopne stabil ayaktan PAH hastalarında kötü klinik sonlanımlarla ilişkili bulundu. Bendopne, PAH hastalarında prognoz ve risk değerlendirmesinde kullanışlı olabilir.
INTRODUCTION: Bendopnea is a novel respiratory symptom recently reported, which is described shortness of breath when bending forward in patients with heart failure (HF). It has been shown that bendopnea is associated with worse clinical outcomes in HF patients. We first reported that the presence of bendopnea in pulmonary arterial hypertension (PAH) patients in our previous study. The aim of this study was to evaluate the relationship between bendopnea and clinical outcomes in stable PAH outpatients with and without bendopnea.
METHODS: We conducted a prospective observational study of 62 patients who admitted to our special PAH clinic for routine periodic controls. Clinical outcomes of study were HF-related hospitalization and all-cause mortality at 3 and 12 months.
RESULTS: Bendopnea was present 25.8% in the study population. HF-related hospitalization at 3 months was statistically significant higher in patients with bendopnea than patients without bendopnea (p=0.003). There was no statistically difference between two groups in term of all-cause mortality at 3 months (p=0.427). HF-related hospitalization at 12 months was statistically significantly higher in patients with bendopnea (p<0.001). All-cause mortality at 12 months was markedly higher in with bendopnea group than the without bendopnea group (p=0.004). In multivariable logistic regression analysis, bendopnea was an independent predictor of HF-related hospitalization at 3 and 12 months, also bendopnea was a predictor of all-cause mortality at 12 months but not at 3 months.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Bendopnea was associated worse clinical outcomes in stable PAH outpatients. Bendopnea may be used for prognosis and risk assessment in PAH patients.

REVIEW ARTICLE
15.Systemic Lupus Erythematosus and Nursing Management
Ayse Ozkaraman, Füsun Uzgör
doi: 10.5505/ktd.2019.35545  Pages 69 - 79
Bu derleme makalede amaç, sistemik lupus eritematozus (SLE) hastalarında sık görülen hemşirelik tanılarının yönetimine ilişkin bilgi sağlamaktır. SLE, cildi, eklemleri, mukozayı, kalbi, akciğerleri, böbrekleri ve sinir sistemini etkileyebilen multisistemik otoimmün bir hastalıktır. SLE’nin seyri alevlenme ve remisyon dönemleri ile karakterizedir. Hastalığın tedavisinde semptomların kontrol altına alınması ve organların zarar görme riskini azaltmaya yönelik ilaç rejimleri kullanılır. Hastalık ve tedaviye bağlı yaşanılan günlük aktivitelerdeki bozulma, iş ve gelir kaybı yaşam kalitesini olumsuz yönde etkilemektedir. Hastalarda, ağrı, yorgunluk, kutanöz ve eklem bulguları ile uyku örüntüsünde bozulma, beden görünümünde değişiklik, anksiyete ve bilgi eksikliği hemşirelik tanılarına sıklıkla rastlanılmaktadır. Bu hemşirelik tanılarının yönetiminde egzersiz, bilişsel-davranışsal terapi, masaj gibi bağımsız hemşirelik girişimlerinin yanı sıra hemşireler tarafından verilen danışmanlık ve terapötik eğitimle hastalığa uyumun artırılması, hastaların güçlendirilmesi hedeflenmelidir.
The aim of this review article is to provide information in the management of common nursing diagnoses in systemic lupus erythematosus (SLE) patients. SLE is a multisystemic autoimmune disease that can affect the skin, joints, mucosa, heart, lungs, kidneys and nervous system. The course of SLE is characterized by episodes of exacerbation and remission. In treatment of SLE, drug regimens is used to control the symptoms of the disease and reduce the risk of organ damage. Caused by disease and treatment, disruption in daily activities, loss of work and income may adversely affect the quality of life of patients. Pain, fatigue, cutaneous and joint symptoms and nursing diagnoses such as sleep pattern deterioration, changes in body appearance, anxiety and lack of information are frequently encountered among patients. In the management of these nursing diagnoses, it should be aimed to increase adherence of disease and to empower patients by counseling and training given by nurses as well as independent nursing interventions such as exercise, cognitive-behavioral therapy and massage.

ORIGINAL ARTICLE
16.Frequency of Vitamin D Deficiency and Osteoporosis in Celiac Patients
Muhammed Kaya, Selen Şipal, Umut Polat, Mesut Sezikli
doi: 10.5505/ktd.2019.48379  Pages 80 - 88
GİRİŞ ve AMAÇ: Çölyak Hastalığı genetiği yatkın bireylerde diyette gluten proteininin alımıyla ortaya çıkan, ince barsaklarda inflamasyonla seyreden otoimmün bir hastalıktır. Vitamin eksiklikleri ve osteoporoz da önemli bulgularındandır. Çalışmamızda takipli çölyak hastalarında vitamin D eksikliği ve osteoporoz sıklığını değerlendirmek amaçlanmıştır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza kliniğimizde çölyak tanısıyla takip edilen 18-65 yaş arası 80 hasta ve kontrol grubu olarak 45 sağlıklı birey dâhil edilmiştir. Her iki grubun demografik özellikleri, antropometrik ölçümleri, hemogram, biyokimya, vitamin B12, folat, ferritin, vitamin D düzeyleri ile hasta gruba ait TTG IgA, TTG IgG ve KMD sonuçları sistemde kayıtlı verilerden elde edilmiştir. Çölyak hastaları TTG antikor pozitifliğine göre glutensiz diyete uyumlu ve uyumsuz olarak iki gruba ayrılmıştır. Diyete uyumlu ve uyumsuz çölyak hastaları ile sağlıklı kontrol grubuna ait veriler karşılaştırılarak SPSS 22 istatistik programı ile analiz edilmiştir.

BULGULAR: Diyete uyumlu ve uyumsuz hasta grupları ile kontrol grubu yaş cinsiyet ve sigara kullanımı açısından benzer özelliklerdedir. Diyete uyumsuz çölyak hastalarında vücut ağırlığı, karaciğer fonksiyon testleri, hemogram ve anemi parametrelerinin kötüleştiği, diyete uyum gösteren hastalarda ise sağlıklı popülasyona benzer olduğu görülmektedir. Çalışmamızda çölyaklılarda vitamin D eksikliği yüksek oranda (%73,8) saptanmış, ancak sağlıklı kontrollerden farksız bulunmuştur. Çölyak hastalarının %55,1’inde osteopeni, %17,9’unda osteoporoz saptanmıştır. Glutensiz diyete uyumlu hastalarda %8,9 olan osteoporoz oranı diyete uymayan hastalarda %30,3 olarak saptanmış ve anlamlı ölçüde artış görülmüştür.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Diyete uyumsuz hastalarda hemogram, biyokimya, folat ve ferritin parametreleri anlamlı ölçüde bozulmaktadır. Vitamin D eksikliği hem çölyaklılarda hem de sağlıklı popülasyonda sık görülmektedir ancak çölyak hastalığı ve diyet uyumu ile ilişkisi saptanamamıştır. Osteoporoz, çölyak hastalarında sık görülmekte olup diyete uyumsuz hastalarda anlamlı ölçüde artmaktadır.

INTRODUCTION: Celiac is an autoimmune disease that presents itself due to intake of gluten in people genetically predisposed, a typical symptom of which includes inflammation in intestines. Vitamin deficiencies and osteoporosis are also important findings. The aim in this study to investigate the frequency of vitamin D deficiency and osteoporosis in celiac patients.
METHODS: 80 patients between the ages of 18 and 65 diagnosed with celiac disease as well as a healthy group of 45 people were included in this study. The demographical information, anthropometric, hemogram, biochemical, vitamin B12, vitamin D, folate and ferritin measurements were acquired from the hospital database. In addition, TTG IgA, TTG IgG, and DEXA results were obtained for the patients in the study. Patients with celiac disease were divided into two groups based on the TTG antibody test determining whether they are compatible with gluten-free diet or not. The results concerning the patients compatible and non-compatible with gluten-free diet as well as healthy control group are analyzed using the SPSS 22 program.
RESULTS: The patients compatible with the gluten-free diet as well as those that are not and the healthy group share the same characteristic in terms of age, gender, and tobacco use. The results indicate that weight, liver functions, and hemogram and anemia parameters deteriorated for patients not compatible with the gluten-free diet, whereas the same measurements are on par with the healthy group for those that are compatible with the gluten-free diet. In this study, the vitamin D deficiency in the patient group is high (73.8%), though is not statistically different than the healthy group. 55.1% of patients have osteopenia and 17.9% have osteoporosis. Only 8.9% of patients compatible with gluten-free diet are diagnosed with osteoporosis, compared to 30.3% in non-compatible patients, which is a statistically significant difference.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Hemogram, folate, ferritin and biochemical measurements deteriorate significantly in patients that are not compatible with gluten-free diet. In patients with and without celiac disease, a high rate of vitamin D deficiency has been shown and no association between disease and deficiency has been found. Osteoporosis is frequently seen in patients with celiac disease and increases significantly in patients with non-compliant of gluten-free diet.

17.The impact of Atrial Fibrillation Ablation on Echocardiographic parameters: Single Center Experience
Barış Akdemir, Enes Elvin Gül
doi: 10.5505/ktd.2019.50570  Pages 89 - 94
GİRİŞ ve AMAÇ: Atriyal fibrilasyon kateter ablasyonunun hastalarda klinik olarak iyileşme sağladığı bilinmektedir. Ayrıca kardiyak fonskiyonları bozulmuş hastalarda da kateter ablasyonunun olumlu etkileri yapılmış olan son çalışmalarla kanıtlanmıştır. Çalışmamızın amacı kateter ablasyonun ekokardiyografik parametreler üzerinde etkisini göstermektir.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya AF tanısi almış ardışık 97 hasta dahil edilmiştir. Hastaların bazal ve 6.ay ekokardiyografik verileri karşılaştırılmıştır. Ayrıca nüks olan ve olmayan hasta gruplarının da ekokardiyografik verileri karşılaştırılmıştır.

BULGULAR: Çalışmaya alınan 97 hastanın yaş ortalaması 65.2 ± 8.6 yıl. Hastaların çoğunluğu paroksizmal AF hastasıdır (50/97, 51 %). Hastaların ortalama SVEF 48.7 ± 11.4 % bulunmuştur. Sol ventrikül ejeksiyon fraksiyon (SVEF) değeri 6.ayda bazal değere göre istatistiksel anlamlı olarak yükselmiştir (53.1 ± 10.1 ve 48.7 ± 11.6, p=0.001). Diğer değerler arasında anlamlı fark gösterilmemiştir. Ayrıca nüks olmayan hastaların SVEF değerleri bazal ve 6.ay karşılaştırmasında istatistiksel olarak anlamlı artış izlenmiştir. (48.3 ± 12.2 ve 54.4 ± 9.9, p=0.008).


TARTIŞMA ve SONUÇ: AF katater ablasyonunun sol ventrikül ejeksiyon fraksiyon (SVEF) ve kısmen de sol ventrikül sistol sonu çap (SVSSÇ) üzerine olumlu etkileri izlenmiştir. Klinik olarak bunun yansımasının tespit edilmesi için büyük çaplı randomize çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: It is known that atrial fibrillation catheter ablation provides clinical improvement in patients. Positive effects of catheter ablation in patients with impaired cardiac function have also been proven in recent studies. The aim of our study is to show the effect of catheter ablation on echocardiographic parameters.

METHODS: 97 consecutive patients diagnosed with AF were included in the study. Basal and 6th month echocardiographic data of the patients were compared. Echocardiographic data of patient groups with or without recurrence were also compared.

RESULTS: The mean age of 97 patients included in the study was 65.2 ± 8.6 years. The majority of the patients was paroxysmal AF patients (50/97, 51%). The mean LVEF of the patients was found 48.7 ± 11.4%. Left ventricular ejection fraction (LVEF) increased statistically significant compared to the basal value in the 6th month (53.1 ± 10.1 and 48.7 ± 11.6, p = 0.001). No significant difference was shown among the other values. Moreover, a statistically significant increase was observed in LVEF values of the patients without recurrence in the comparison of their basal and 6th-month values. (48.3 ± 12.2 and 54.4 ± 9.9, p = 0.008).


DISCUSSION AND CONCLUSION: AF catheter ablation was observed to have positive effects on LVEF and partly on LVESD. Large-scale randomized studies are required to detect its clinical repercussion.

18.Investigation of the Privacy Consciousness of Surgical Nurses
Fatma Eti Aslan, Fadime Çınar, Muhsine Es
doi: 10.5505/ktd.2019.59862  Pages 95 - 103
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırmada cerrahi klinikleri ve ameliyathanede çalışan hemşirelerin mahremiyet bilinci düzeyleri ve ilişkili faktörlerin belirlenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı tipte olan bu araştırma 25 Nisan-24 Mayıs 2019 tarihinde yapıldı.Kocaeli ilinde bir eğitim araştırma hastanesinin cerrahi klinikleri ve ameliyathanesinde çalışan 120 hemşire araştırmanın evrenini, 100 hemşire örneklemini oluşturdu. Veri toplama aracı olarak, "Tanıtıcı Bilgi Formu" ve “Mahremiyet Bilinci Ölçeği” kullanıldı. Beşli likert tipinde olan mahremiyet bilinci ölçeği 11 maddeden ve 3 alt boyuttan oluşmaktadır. Veriler yüz yüze görüşme yöntemi ile toplandı ve SPPS 25.0 istatistik paket programı kullanılarak değerlendirildi.
BULGULAR: Araştırma kapsamına alınan hemşirelerin %86’sının kadın,%59 ‘nun evli,%80’nin lisans mezunu%77’sinin hasta hakları eğitimi aldığı belirlendi. Yaş ortalamasının 34.4 ± 7.4, kurumda çalışma yılı ortalamasının 6.8 ± 6.4 ve meslekte çalışma yılı ortalamasının 13.4 ± 7,7 olduğu bulundu. Araştırmada tüm hemşirelerin “Mahremiyet Bilinci Ölçeği” toplam puan ortalaması 4.5 ± 0.44 olarak bulundu. Hemşirelerin cinsiyetine göre ölçek alt boyutları olan kendine ait mahremiyet bilinci, başkaları için mahremiyet bilinci ve mahremiyetin sürdürülmesi ile genel mahremiyet bilinci açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık (p<0.05) bulundu. Farkın erkek cinsiyetten kaynaklandığı saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Elde edilen bulgulara göre cerrahi hemşirelerinin mahremiyet bilinci yüksektir.Bu çalışmanın farklı örneklem gruplarında yapılması ve uygulamaya yönelik gözlemsel çalışmalar ile desteklenmesi önerilebilir.
INTRODUCTION: In this study, it was aimed to determine the factors affecting the privacy levels and privacy levels of the nurses working in the surgical clinics and the operating room.
METHODS: This descriptive study was conducted on 25 April-24 May 2019.120 nurses working in surgical clinics and operating room of an education research hospital in Kocaeli province consisted of the study population and 100 nurses sample."Introductory Information Form" and "Privacy Awareness Scale" were used as data collection tools.  The five-point Likert-type privacy awareness scale consists of 11 items and 3 sub-dimensions.Data were collected by face to face interview method and evaluated using SPPS 25.0 statistical package program.
RESULTS: It was determined that 86% of the nurses included in the study were women, 59% were married, 80% were undergraduate graduates and 77% received patient rights education.The mean age was 34.4 ± 7.4, 6.8 ± 6.4 years in the institution and 13.4 ± 7.7 years in the profession.In the study, the total score average of Öl Privacy Awareness Scale in of all nurses was found to be 4.5 ± 0.44.There was a statistically significant difference between the nurses' own privacy awareness, privacy awareness for others and the maintenance of privacy and general privacy awareness (p <0.05).The difference was due to male gender.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In accordance with the findings, it can be said that the nurses' awareness of privacy is high. It can be suggested that this inability to be performed in different sample groups and supported by observational studies.

19.Alterations in terminal duct diameter and blood flow in the breasts of subjects with polycystic ovary syndrome
Ruken Yuksekkaya, Fatih Celikyay, Mehmet Yuksekkaya, Fazlı Demirtürk, MEHMET CAN NACAR
doi: 10.5505/ktd.2019.60352  Pages 104 - 108
GİRİŞ ve AMAÇ: Polikistik over sendromu (PKOS) doğurganlık çağındaki kadınlarda en sık karşılaşılan jinekolojik ve endokrin bozukluktur. Bu çalışmanın amacı PKOS olgularında meme dokusunda terminal duktus çapları ve rezistivite indeks (RI) değerlerinde olan değişiklikleri gri skala ultrasonografi (US) ve renkli Doppler US (RDUS) ile değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 39 PKOS olgusu ile aynı yaşlardaki 22 sağlıklı ve gönüllü kontrol olgusu dahil edildi. Tüm katılımcıların vücut kitle indeksleri ve parite sayıları kaydedildi. Gri skala US ile terminal duktus çapları ve RDUS ile memenin iç, dış ve retroareolar bölgelerinden RI değerleri ölçülerek her olgu için ortalama RI değeri hesaplandı.
BULGULAR: PKOS olgularında terminal duktus çapları istatistiksel olarak anlamlı şekilde artmıştı (Dağılım; 0,8-4,4mm &1-2,95 mm, Ortalama (Ort) ± Standart Sapma (SS); 2,04 ± 0,73 mm &1,65 ± 0,64 mm; p = 0,04). Bununla birlikte gruplar arasında ortalama RI değerleri arasında istatistiksel anlamlı farklılık saptanmadı (Ort ± SS; 0,68 ± 0,06 & 0,66 ± 0,06; p = 0.432).
TARTIŞMA ve SONUÇ: PKOS olguları ile kontrol grubu arasında meme dokusunda RI değerleri arasında fark yok iken terminal duktus çapları arasında istatistiksel anlamlı farklılık saptandı.
INTRODUCTION: Polycystic ovary syndrome (PCOS) is the most common gynecological and endocrinal disorder amongst women of reproductive age. The aim of this study was to investigate the changes in the diameter of the terminal ducts and resistive index (RI) values of the breasts in subjects with PCOS using gray-scale ultrasonography (US) and Color Doppler Ultrasonography (CDUS).
METHODS: The study and control groups consisted of 39 subjects with PCOS and 22 age-matched, healthy volunteers, respectively. Body mass index and the parity history of all of the participants were recorded. The diameters of the terminal ducts of the both breasts were measured with gray-scale US and the RI values were evaluated at the medial, lateral, and retroareolar regions of the breasts with CDUS. The mean values of RI were calculated for each participant.
RESULTS: The diameter of the terminal ducts were statistically significantly increased in subjects with PCOS (range, 0.80-4.4 mm vs. 1-2.95 mm and mean ± standard deviation (SD), 2.04 ± 0.73 mm vs. 1.65 ± 0.64 mm, respectively; p = 0.04). However, there was no statistically significant difference between PCOS and control groups regarding the mean average RI values (mean ± SD, 0.68 ± 0.06 vs. 0.66 ± 0.06, respectively; p = 0.432).
DISCUSSION AND CONCLUSION: There was no difference regarding the blood flow between two groups, but the diameters of the terminal ducts were increased in PCOS group.

20.Measurement of Occupational Image Perceptions of Health Management Students
Kerem TOKER, Fadime ÇINAR
doi: 10.5505/ktd.2019.65477  Pages 109 - 117
GİRİŞ ve AMAÇ: Modern toplumlarda mesleki imaj algısı bireylerin hem meslek seçimini hem de var olan mesleklerini sürdürüp sürdürmeme kararını etkilemektedir. Bu araştırmanın amacı Türkiye’de lisans düzeyinde sağlık yönetimi eğitimi alan öğrencilerin mesleki imaj algı düzeylerini tespit etmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı tipte olan bu araştırma üç vakıf üniversitesinde 2018-2019 eğitim öğretim yılında lisans düzeyinde öğrenim gören 213 sağlık yönetimi öğrencilerinin katılımı ile gerçekleşti. Verilerin toplanmasında “Tanıtıcı Bilgi Formu” ve “Mesleki İmaj” ölçeği kullanıldı. Veriler SPSS 25.0 paket programında analiz edildi.
BULGULAR: Araştırmaya katılan öğrencilerin %74,1’inin kadın olduğu ve %93,1’inin 20-24 yaş aralığı grubunda olduğu saptandı. Sağlık yönetimi bölümü öğrencilerinin bu mesleğine yönelik imaj ölçeği puan ortalamasının 3,31±,36 olduğu saptandı. Öğrencilerin çoğunlukla yakın çevrenin tavsiyesi ile bu bölümü tercih ettiği, sağlık yöneticiliğini nitelik gerektiren bir meslek olarak gördüklerini ancak nispeten düşük statüye sahip bir meslek olarak algıladıkları tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sağlık yönetimi bölümü öğrencilerinin sağlık yöneticiliği mesleğine yönelik orta düzeyde imaj algısına sahip oldukları saptandı. Sağlık yöneticiliği imajını geliştirebilmek adına öğrencilerin mesleğe bakış açıları değerlendirilmeli ve mesleki imajın önemi hakkında farkındalıklarının artırılması sağlanmalıdır.
INTRODUCTION: In modern societies, occupational image perception affects the decision of individuals to choose whether to pursue a career choice or not. The purpose of this research is to identify health management education at the graduate students of occupational image perception level in Turkey.
METHODS: This descriptive study was conducted with the participation of 213 health management students who were studying at the three foundation universities in the 2018-2019 academic year. “Introductory Form” and “Occupational Image Perception Scale” were used to collect the data. The data were analyzed in SPSS 25.0 package program.
RESULTS: 74.1% of the students were female and 93.1% were in the 20-24 age group. The mean score of the health management students for this profession was 3.31 ± 0.36. It was found that students mostly preferred this department with the recommendation of the close environment, and they perceived health management as a qualifying profession but perceived it as a relatively low status occupation
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was found that the students of the health management department had a moderate image perception towards the health management occupation. In order to improve the image of health management, students' perspectives on the occupation should be evaluated and their awareness about the importance of occupational image should be increased. It can be suggested that students should be professional in the occupation and to increase their professional skills by continuing their education

21.Factors affecting the success rate of rubber band ligation in haemorrhoid treatment
yahya çelik, Ozan Andaç Erbil
doi: 10.5505/ktd.2019.68095  Pages 118 - 124
GİRİŞ ve AMAÇ: Lastik band ligasyonu yaptığımz hastalarımızın bulgularını ve sonuçlarını istatistiki olarak değerlendirmek, tedavinin sonucunu etkileyen faktörleri belirlemek ve hangi hastalarda bu yöntemin daha uygun olduğu konusunda kanaat oluşturmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemiz genel cerrahi kliniğinde haziran 2015 ve haziran 2018 tarihleri arasında band ligasyonu yapılan ve takibebe gelen hastalar dahil edildi. Hasta cinsiyeti, yaşı, BMI, şikayet süresi, tedavi süresi, hemoroidin evresi, işlem tarihi, takip süresi, tekrar bandlama yapılması, muayane bulguları, komplikasyonlar, kabızlık skoru ve hasta memnuniyeti parametrelerine bakıldı.
BULGULAR: Çalışmaya 80 erkek (%75,5) ve 26 kadın (%24,5) olmak üzere toplam 106 hasta alınmıştır. Ortalama takip süresi 29,9±13,5 ay, hastaların yaş ortalaması 44,2±12,5 ve BMI ortalaması 29,2±4,7 dir. Ortalama şikâyet süresi 8,9±7,6 yıldır. Tedavi süresi ortalama 6,5±6,2 aydır. Hastalardan 49 (%47,1) unda grade 2, 55 (%52,9) inda grade 3 hemoroid tespit edildi.
Nüks olan hastalar incelendiğinde hemoroidin derecesi, kabızlık skoru ve anal tonus artışının nükste anlamlı derecede etkili olduğu bulundu. Ayrıca kabızlık skoru yüksek olan veya anal tonusu yüksek olan hastalarda memnuniyet oranları anlamlı derecede düşük bulundu.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Band ligasyonu kolay uygulanabilir, başarılı ve güvenli bir yöntemdir. Ancak bütün hastalar için ilk seçenek olmayabilir. Bazı hasta gruplarında başarıyı etkileyen faktörlerin tespiti durumunda tedavide alternatif ofis prosedürü seçenekleri düşünülebilir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to statistically evaluate the use of rubber band ligation (RBL) for the treatment of haemorrhoids, as well as to determine the factors affecting the success of this treatment and to provide recommendations for the most appropriate treatment methods based on those factors
METHODS: The study included patients who received a follow up after undergoing a band ligation procedure between June 2015 and June 2018 in the hospital’s general surgery clinic. Patient’s sex, age, BMI and satisfaction were assessed, along with duration of symptoms, duration of treatment, haemorrhoid grade, follow up period, rebanding rate, examination findings, complications, and constipation score.
RESULTS: A total of 106 patients, 80 males (75.5%) and 26 females (24.5%), were included in the study. The mean follow up period was 29.9 ± 13.5 months, the mean age of patients was 44.2 ± 12.5 years and the mean BMI was 29.2 ± 4.7. The mean duration of symptoms was 8.9 ± 7.6 years and the mean duration of treatment was 6.5 ± 6.2 months. Forty-nine patients (47.1%) had grade 2 haemorrhoids and 55 patients (52.9%) had grade 3 haemorrhoids. Haemorrhoid grade, constipation score and increase in anal tonus were determined to be factors that significantly affected haemorrhoid relapse. Moreover, patient satisfaction was lower in patients with higher constipation score or increased anal tonus.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Band ligation is a safe, effective treatment for haemorrhoids that can be applied easily to most patients, however, it may not be the first choice for all patients. Alternative procedures may be recommended for patients with higher constipation scores or increased anal tonus, as these factors may affect success for those patient groups.

22.The neutrophil-to-lymphocyte ratio is associated with acute chest pain in patients with mitral valve prolapse
Nizamettin Selçuk Yelgeç, Mehmet Baran Karataş, Yiğit Çanga, Özge Güzelburç, Dilaver Öz, Ahmet Zengin, Ayşe Emre
doi: 10.5505/ktd.2019.81488  Pages 125 - 131
GİRİŞ ve AMAÇ: : Mitral kapak çökmesi (MVP) tanılı hastaların yarısında akut göğüs ağrısı mevcuttur. MVP tanılı hastalardaki bu ağrının tam sebebi bilinmemektedir. Diğer taraftan Nötrofil/Lenfosit oranı (NLO), birçok kardiyovasküler hastalıkta prognoz ve sonuçlar ile ilişkili olduğu bulunmuştur. Bu çalışmada, NLR ile MVP tanılı hastalardaki göğüs ağrısı arasındaki ilişki araştırılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmada 2016 ve 2019 yılları arasında enstitümüz kardiyoloji polikliniklerine başvuran MVP tanılı hastaların tıbbi kayıtları incelenmiştir. Göğüs ağrısı ile başvuran MVP tanılı hastaların bazal karakteristikleri, biyokimyasal parametreleri ve NLR değerleri, göğüs ağrısı olmayan MVP tanılı hastalar ( kontrol grup) ile mukayese edilmiştir. MVP tanılı hastalardaki göğüs ağrısının bağımsız belirteçleri lojistik regresyon yöntemi ile araştırılmıştır
BULGULAR: Göğüs ağrısı olan MVP tanılı hastalarının vücut kitle endeksleri, Sistolik kan basınçları göğüs ağrısı olmayan MVP hastalarına göre anlamlı olarak daha düşük; kalp hızı, panik atak oranı, kadın cinsiyet, NLO, beyaz küre anlamlı olarak daha yüksek olarak saptandı. Regresyon analizinde, düşük vücut kitle endeksi (OR = 0.76, P<0.01), kadın cinsiyet (OR = 2.86, P<0.01) ve NLO (OR = 2.91, P<0.01) MVP tanılı hastalarda göğüs ağrısının bağımsız belirteçleri olarak tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışma grubumumuzda, NLO’ nın MVP tanılı hastalarda göğüs ağrısının bağımsız bir belirteci olduğu saptanmıştır. NLO, MVP hastalarında görülen hiper-adrenerjik durum ile ilşkili olabilir. NLO klinik pratikte hemen ulaşılabilen ve ucuz bir yöntem olduğundan; MVP tanılı hastalarının göğüs ağrısının değerlendirilmesinde ve hangi hastalarının beta blokerden fayda görebileceğinin tespit edilmesinde, klinik kullanım alanı bulabilir.
INTRODUCTION: Nearly half of the patients with mitral valve prolapse (MVP) complain of chest pain. The precise cause of chest pain MVP is unknown. On the other side, the neutrophil /lymphocyte ratio (NLR) has been reported to be a useful marker of prognosis and outcomes for many cardiovascular diseases. In this study, we aimed to investigate the relationship between NLR and chest pain in patients with MVP.
METHODS: In this retrospective study, we screened medical records of all consecutive patients with MVP applied to outpatient clinics between the years 2016 and 2019 at our institution. Basal characteristics, biochemical parameters, and NLR were compared between the patients with MVP and chest pain and the patients with MVP and without chest pain (control group). Independent predictors of chest pain in MVP patients were determined by logistic regression analysis.
RESULTS: The patients with MVP and chest pain had significantly lower body mass index and systolic blood pressure compared to the control group. Heart rate, the number of patients with panic disorder, the number of females, NLR, and white blood cell count (WBC) were significantly higher in patients with MVP and chest pain. In the regression analysis, lower body mass index (OR= 0.76, P<0.01), being female (OR= 2.86, P<0.01), and NLR (OR= 2.91, P<0.01) remained independent predictors of pain in patients with MVP
DISCUSSION AND CONCLUSION: NLR was an independent predictor of the presence of chest pain in our study population. NLR might be associated with the hyperadrenergic state in patients with MVP. Since it is a readily available and cheap method, it can be of clinical value in the evaluation of chest pain in patients with MVP and to determine which patients might benefit from the beta-blockade.

23.The Role of Serum Angiotensin Converting Enzyme for Predicting Pulmonary Parenchymal and Extrapulmonary Involvement of Sarcoidosis
Onur Yazıcı, Fisun Karadağ, Emel Ceylan, Şule Taş Gülen, Hatice Arzu Uçar, Mehmet Polatlı
doi: 10.5505/ktd.2019.82474  Pages 132 - 141
GİRİŞ ve AMAÇ: Sarkoidoz günümüzde halen etiyolojisi bilinmeyen bir hastalıktır. Klinik tablo ve seyir hastalığın başlangıç yaşına, süresine, evresine ve yaygınlığına bağlı olarak değişmektedir. Klinik tabloyu ve seyri öngörebilecek biyomarkerların kullanılması hastalığın yönetiminde kolaylık sağlayacaktır. Çalışmamızda hematolojik ve biyokimyasal parametrelerle hastalığın evre ve yaygınlığı arasındaki ilişkiyi belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2013-2018 yılları arasında kliniğimizde sarkoidoz tanısı konulan hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Hastaların demografik verileri, tanı sırasındaki klinik bulguları, evreleri, ekstrapulmoner tutulum olup olmadığı ve hemogram, eritrosit sedimentasyon hızı (ESR), C reaktif protein (CRP), serum kalsiyum (Ca) ve anjiotensin konverting enzim (ACE) düzeylerini içeren laboratuvar parametreleri kaydedildi. Hastalar akciğer parankim tutulumu ve ekstrapulmoner tutulumu olup olmamasına göre sınıflandırıldı. Akciğer parankim tutulumu olmayan evre 1 hastalar grup 1 ve akciğer parankim tutulumu olan evre 2 ve 3 hastalar grup 2 olarak sınıflandırıldı.
BULGULAR: Belirlenen tarihler arasında 121 sarkoidoz hastasının verilerine ulaşıldı. Hastaların 30 (%24.8)’u erkek, 91 (%75.2)’i kadın ve yaş ortalaması 50.71±11.76 idi. Grup 1’de 59 (%48,8) ve grup 2’de 62 (%51,2) olgu vardı. Hastaların 71 (%58,9)’de sadece akciğer tutulumu varken 50 (%41.3)’sinde akciğer ve akciğer dışı organ tutulumu birlikte vardı. Akciğer dışı organ tutulumu en sık eritema nodozum (EN)’du (%15,7). Grup 2 olgularda serum ACE değeri grup 1’den daha yüksekti (p =0,027). Akciğer ve akciğer dışı tutulumu olan olgularda serum ACE düzeyi akciğer dışı tutulum olmayanlara göre daha yüksekti (p =0,045). Bakılan diğer laboratuvar parametreleri gruplar arasında farklı değildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Serum ACE düzeyi akciğer parankim tutulumunu ve ekstrapulmoner tutulumu göstermede faydalı olabilir.
INTRODUCTION: The clinical characteristics and course of sarcoidosis vary according to the age of onset, duration, stage, and extent of the disease. Biomarkers that can predict clinical characteristics and course will provide convenience in disease management. We aimed to determine relationships of hematologic and biochemical parameters with the stage and extent of the disease.
METHODS: The charts of sarcoidosis patients between 2013 and 2018 were retrospectively investigated. Demographic data, clinical findings at the time of diagnosis, stage, and extrapulmonary involvement were recorded together with complete blood count, erythrocyte sedimentation rate, serum C-reactive protein, calcium, and angiotensin converting enzyme (ACE) levels. Patients were classified according to the presence of pulmonary parenchymal and extrapulmonary involvement. Stage-1 patients with no pulmonary parenchymal involvement were in Group 1, and stage-2 and stage-3 patients with pulmonary parenchymal involvement in Group 2.
RESULTS: Of 121 sarcoidosis patients, 30 (24.8%) were male, 91 (75.2%) female. The average age was 50.71±11.76 years. 59 (48.8%) patients were in Group 1, and 62 (51.2%) in Group 2. Pulmonary involvement was present only in 71 (58.7%) patients. Extrapulmonary and pulmonary involvement was present in 50 (41.3%) patients. Most common extrapulmonary involvement was erythema nodosum (15.7%). Serum ACE level was higher in Group 2 than Group 1 (p=0.027) and in cases with pulmonary and extrapulmonary involvement both than those with pulmonary involvement only (p=0.045). No significant deviations were found between the groups regarding other laboratory parameters.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The serum ACE level may be useful in showing both the pulmonary parenchymal and extrapulmonary involvements.

24.Endovascular treatment in lower extremity peripheral artery disease: A single center experience
Deniz Kaptan Ozen, Burak Turan
doi: 10.5505/ktd.2019.92609  Pages 142 - 147
GİRİŞ ve AMAÇ: Semptomatik alt ekstremite arter hastalığında endovasküler tedavi giderek artan önemle tedavide yerini almıştır. Çalışmamızda merkezimizin son 8 yılına ait perkütan işlem verilerinin retrospektif sunulması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Temmuz 2011 ile Aralık 2018 arası kliniğimizde yapılan alt ekstremite arterlerine yönelik girişimler geriye dönük tarandı. Demografik, laboratuvar ve işlem verileri hastane içi istenmeyen olaylar hasta kayıtlarından elde edilerek sunuldu.
BULGULAR: 541 periferik arter girişimi tarandı. Toplamda 374 adet alt ekstremite arterine yönelik girişimde iliak (n=219), femoropliteal (n=184) ve tibial/peroneal (n=17) arterleri içeren 420 damara endovasküler tedavi çalışmaya dahil edildi. Genel işlem başarısı %97.1 olup işlem sayı ve başarısında yıllara göre belirgin artış izlendi. İliak ve femoropopliteal girişimlerde işlem başarısı %97’ nin üzerinde iken tibioperoneal arter girişimlerinde %100 saptandı. Hastane içi istenmeyen ölüm 3 (%0.8), amputasyon 2 (%0.5), major kanama 2 (%0.5), diyaliz ihtiyacı 3 (%0.8) ve serebrovasküler olay (%0.3) saptandı. Hastaların %85’ i işlem sonrası bir gün içinde taburcu edildi.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Alt ekstremite arter hastalıklarında endovasküler tedavi yıllar içinde giderek artan sayılarda yapılmaktadır. Teknik gelişmeler ve artan tecrübe yüksek başarı, makul komplikasyon oranları ve erken mobilizasyona imkan sağlamaktadır.
INTRODUCTION: Endovascular treatment has become increasingly more important for symptomatic peripheral artery disease. In this study, we aimed to present the percutaneous procedure data of the last 8 years of our center retrospectively.
METHODS: Interventions of lower extremity arteries performed in our clinic between July 2011 and December 2018 were retrospectively reviewed. Demographic, laboratory, procedural data and in-hospital adverse events were obtained from patient records.
RESULTS: 541 peripheral artery procedures were searched on the records. A total of 420 vascular endovascular treatment containing iliac (n = 219), femoropliteal (n = 184) and tibial / peroneal (n = 17) arteries were included in the study. The overall procedural success rate was 96%, and the number and success of procedures increased markedly over the years. The success rate of iliac and femoropopliteal procedures was over 97%, whereas tibioperoneal artery interventions were 100%. In-hospital deaths were observed in 3 (0.8%), amputations in 2 (0.5%), major bleeding in 2 (0.5%), dialysis needs in 3 (0.8%) and cerebrovascular event in 1 (0.3%) patients. 85% of the patients were discharged in one day after the procedure.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Endovascular treatment of lower extremity artery diseases is performed in our center with increasing number of procedures, success rate and reasonable complication rates.