Volume : 2 Suppl : 1 Year : 2024
Index
Membership
Application
Kocaeli Medical Journal - Kocaeli Med J: 2 (1)
Volume: 2  Issue: 1 - 2013
1.Medical Journal of Kocaeli

Page I

ORIGINAL ARTICLE
2.Assesment Of The Factors Associated With Mortality In Ventilator Associated Pneumonia Of Multidrug Resistance Acinetobacter Baumannii
Aysun Şengül, Erkan Şengül, Serap Argun Barış, Nüket Hayırlıoğlu
Pages 1 - 6
AMAÇ: Asinetobakter baumannii, yatan hastalarda ciddi enfeksiyonlara ve ölümlere yol açabilen fırsatçı bir patojendir. A.baumannii’ye bağlı ventilatör ile ilişkili pnömonilerde (VİP) mortalite oranının arttığı bilinmektedir. Çalışmamızda A.baumannii’ye bağlı VİP’lerde mortaliteyi ve mortalitenin ilişkili olduğu durumları değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEMLER: Yoğun bakım ünitesinde (YBÜ) takip edilen, VİP tanısı konulan ve trakeal aspirat kültüründe dirençli A. baummanii üreyen 54 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalar, etken izolasyonu sonrasında 30 gün içinde mortalite varlığı bakımından iki gruba ayrıldı. Gruplar yaş, cinsiyet, ek hastalık, APACHE II skoru, etken izolasyonu öncesi yatış süresi, santral kateter varlığı, beslenme şekli (parenteral-enteral), cerrahi operasyon geçirip geçirmedikleri, etken izolasyonu sırasındaki lökosit, hemoglobin, trombosit, ortalama trombosit volümü, C-reaktif protein düzeyleri, bakteri direnç durumu bakımından değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların 38’inde (%70) mortalite gelişmiş iken, 16 (%30) hastada mortalitenin gelişmediği görüldü. Mortalite, kadınlara oranla erkeklerde daha fazla görüldü (20/13, 18/3, P=0.04). Böbrek yetmezliği, mortalite gelişen grupta 13 hastada, mortalite gelişmeyen grupta 1 hastada bulundu (P=0.01). APACHE II skoru mortalite gelişen grupta 21.14± 4.26 iken, mortalite gelişmeyen grupta 14.20±4.89 idi (P< 0.01). Trombosit sayısı mortalite gelişen hastalarda anlamlı olarak daha düşük saptandı (P=0.02).
SONUÇ: A.baumannii’ye bağlı VİP’lerde erkek cinsiyet, yüksek APACHE II skoru, böbrek yetmezliği ve düşük trombosit sayısı mortalite ile ilişkili bulunmuştur.
OBJECTIVE: Acinetobacter baumannii is an opportunistic patogen leading to serious infections and deaths. Ventilator associated pneumonia (VAP) of A. baumannii have increased the risk of mortality. We aimed to assess the mortality in VAP of A. baumannii and factors affecting mortality.
METHODS: The records of 54 patients followed due to A.baumannii associated VAP were assessed retrospectively. The patients were divided two groups according to whether ocurring mortality within 30 days after isolation of bacteria. The groups were compared according to following factors: age, gender, comorbidity, APACHE-II score, day of hospitalization, central venous catheter, nutrition (parenteral-enteral), surgery, leucocyte count, thrombocyte count, mean platelet volume, C-reactive protein and drug resistance.
RESULTS: Mortality was developed in thirthy-eight patients (%70). Mortality rate was higher in males than in females (P=0.04). Renal failure was present in thirteen patients in the died group and one in the survived group (P=0.01). APACHE II scores was 21.14±4.26 in the died group and 14.20±4.89 in the survived group (P< 0.01). The count of platelet was less in the died group than in the survived group.
CONCLUSION: Male gender, high APACHE II score, renal failure and low platelet count was related to mortality in patients with VAP of A.baumannii.

3.Evaluation of The Inguinoscrotal Region Pathologies Cases Admitted to our Clinic
Necla Gürbüz Sarıkaş, Zekeriya İlçe, Derya Yayla, Hayrünisa Esen, Mustafa Alper Akay
Pages 7 - 10
AMAÇ: Bu çalışma da çocuk cerrahisi kliniğimize inguinoskrotal bölge patolojileri ile başvuran hastaların değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma hastanesi çocuk cerrahisi kliniğinde Şubat 2010- Nisan 2012 tarihleri arasında tedavi edilen inguinoskrotal patolojik olgular retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Çocuk cerrahisi polikliniğine başvuran 18043 hastanın 1085’inin inguinoskrotal bölge patolojilerinden dolayı tedavi aldıkları tespit edildi. Olguların %51.8’ini 0-2 yaş grubu çocuklar oluşturmaktaydı. Hastaların 736’I inguinal herni (%68), 84’ ü hidrosel (%8), 198’ i inmemiş testis (%16), 20’si penoskrotal web, 11’i testis torsiyonu, 31’i epididimo-orşit, ve 5’ i varikoseldi.
SONUÇ: Çocuk cerrahlarının en sık uğraştığı hastalık grubu inguinoskrotal patolojilerdir. Çalışmamızda bu oran literatürlerdeki oranlara benzerlik göstermektedir.
OBJECTIVE: We aimed to be evaluated pediatric surgery in our clinic pathology inguinoscrotal region.
METHODS: The patients who were treated to the Pediatric Surgery Clinic of Kocaeli Derince Training and Research Hospital with inguinoscrotal pathologies between 1 February 2010 – 1 April 2012 were evaluated retrospectively.
RESULTS: Total 18043 patients admitted to pediatric surgery clinic. 1085 patients were treated for inguinoscrotal pathologies of the region.The majority of the cases were in the 0-2 years age group (% 51.8). 736 patients with inguinal hernia (68%), hydrocele (84)(8%), undescended testes (198)(16%), penoscrotal web (20), testicular torsion (11), epididymo-orchitis ( 31), and varicocele 5 cases, respectively.
CONCLUSION: İnguinoscrotal pathologies are the most common surgical disease performed by pediatric surgeons. In this study, this rate is similar to the literature rates.

4.A Revision of Patients Who Underwent Gastroscopy Because Of Non-Variceal Upper Gastrointestinal Bleeding In The Last Year
Züleyha Akkan Çetinkaya, Mesut Sezikli, Fatih Bünül, Göktuğ Şirin
Pages 11 - 14
AMAÇ: Kliniğimize son 1 yıllık süreçte varis dışı üst gastrointestinal sistem kanaması ile başvuran hastaların temel bir profilini oluşturmayı amaçladık
YÖNTEMLER: Çalışmamıza üst gastrointestinal sistem endoskopisi yapılmış 158 hasta dahil edilip retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: En sık endoskopik patoloji olarak bulbus ülseri saptandı.
SONUÇ: Varis dışı üst gastrointestinal kanama, acil servise en sık başvuru nedenlerinden biridir. Etyolojide yer alan Helikobakter pilori ve Non steroid antiinflamatuar ilaç kullanımı üzerine önem verilmesi gereken konulardır. Akılcı ilaç kullanımı ve toplum bilinçlendirilmesi bu konudaki en önemli silahlarımız olacaktır.
OBJECTIVE: In our study, we aimed to organize the basic profile of the patients who admitted to our clinic because of non-variceal upper gastrointestinal bleeding in the last year.
METHODS: The study was retrospective, and consisted of 158 patients who underwent upper gastrointestinal endoscopy.
RESULTS: The most common endoscopic pathology was duodenal ulcer
CONCLUSION: Non-variceal upper gastrointestinal bleeding is one of the most common reasons of the patients who addmitted to the emergency department.We pay attention to helicobacter pylori and non–steroidal anti inflamatuar drugs.These play an important role in the etiology. Rational drug use and raising the awareness of public are the most important weapons to cope with these issues.

5.Pulse inversion harmonic imaging compared with conventional b-mode ultrasound in the evaluation of pancreatic masses
Tülay Özer, Fahri Halit Beşir
Pages 15 - 20
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı pulse inversion harmonik görüntüleme modunda yapılacak ultrasonografi (US) ile pankreas kitlelerini değerlendirmek ve tanısal görüntü kalitesini konvansiyonel B-mode ultrasonografi ile karşılaştırmaktır.
YÖNTEMLER: Pankreas kitlesi şüphesi olan yaşları 45-83 yıl arasında değişen 12 olgunun konvansiyonel B-mode ve puls inversion harmonik görüntüleme ile ultrasonografik incelemeleri yapıldı. Tetkik parametreleri sabit tutularak aynı düzlemden US görüntüleri kaydedildi. Değerlendirmeler iki ayrı gözlemci tarafından birbirinden bağımsız olarak yapıldı. US görüntüleri, genel imaj kalitesi, lezyonun seçilebilirliği ve sıvı-solid doku ayırımı bakımından 4 puanlı subjektif skala (0;çok kötü, 3;çok iyi) kullanılarak değerlendirildi. Ultrasonografi ile pankreas kitlesi tespit ettiğimiz olgulardan üst abdomen kontrastlı ince kesit bifazik BT, MRG ve/veya MRKP tetkikleri elde olundu. Tüm olguların operasyon, ERCP ya da biyopsi sonrası histopatolojik tanısı kondu.
BULGULAR: Olguların dokuzuna pankreas karsinomu, ikisine psödokist ve birine adenokarsinom metastazı tanıları kondu. Genel imaj kalitesi puls inversion harmonik görüntüleme modunda yapılan ultrasonografide konvansiyonel B-mode ultrasonografi’ye göre anlamlı derecede iyi idi (p<0.01). Lezyon seçilebilirliği ve sıvı-solid doku ayırımı pulse inversion harmonik görüntüleme modunda, konvansiyonel B-mode ultrasonografi’ye göre anlamlı derecede yüksek bulundu (p<0.01).
SONUÇ: Pankreas kitlesi olan olgularda puls inversion harmonik görüntüleme, daha iyi imaj kalitesi göstermesi, sıvı-solid doku ayırımında kontrastı belirginleştirmesi ve lezyon seçilebilirliğini artırmasıyla konvansiyonel B-mode ultrasonografi’ye göre üstün bir yöntemdir.
OBJECTIVE: The aim of this study was to evaluate the masses of the pancreas with pulse inversion harmonic imaging mode ultrasonography and to compare diagnostic image quality of the conventional B-mode ultrasonography.
METHODS: Twelve cases who had suspicion of pancreatic masses ranging from ages 45-83 years, conventional B-mode ultrasound and pulse inversion harmonic imaging examinations were performed. Keeping the examination parameters of ultrasound images obtained from the same plane were recorded. Assessments were performed independently by two observers. In terms of the overall image quality, lesion conspicuity and fluid–solid differentiation of the ultrasound images were evaluated by using 4-point subjective scale (0; very poor, 3; very good). Upper abdominal biphasic contrast-enhanced thin-section CT, MRI and / or MRCP examinations were obtained in patients with a pancreatic mass which were determined by ultrasonography. After operation, ERCP or biopsy, all of cases were diagnosed histopathologically.
RESULTS: Histopathologic diagnosis were made as pancreatic ca in nine patients, pseudocyst in two patients and metastatic adenocarcinoma in one patients. Pulse inversion harmonic imaging mode proved to be significantly superior to conventional B-mode ultrasound regarding overall image quality (p <0.01). Lesion conspicuity and fluid–solid differentiation was significantly higher in pulse inversion harmonic imaging mode than conventional B-mode ultrasound (p <0.01).
CONCLUSION: Because of better the image quality, higher the contrast of fluid–solid differentiation and improve of the lesion conspicuity, pulse inversion harmonic imaging is more superior modality than conventional B-mode ultrasound in patients with pancreatic mass.

6.The Results of Early Cholecystectomy in Acute Cholecystitis
Burhan Hakan Kanat, Mesut Yur, Mustafa Girgin, Fatih Erol, Mehmet Buğra Bozan, Seyfi Emir, Mehmet Fatih Yazar, Zeynep Özkan
Pages 21 - 24
AMAÇ: Safra taşları hastalığında Laparoskopik kolesistektomi kesin altın standart haline gelmiş bir tedavidir. Ancak akut kolesistitli hastalarda yaklaşımın ne olacağı bu kadar net olmamakla beraber, her geçen gün soğutma ve elektif operasyon planlama modalitesi değerini kaybedecek gibi gözükmektedir. Bu çalışmanın amacı, akut kolesistitli hastalara uygulanan erken kolesistektominin sonuçlarını irdeleyerek ortaya koymaktır.
YÖNTEMLER: Şubat 2012 ile Aralık 2012 tarihleri arasında akut kolesistit tanısı alarak erken Laparoskopik kolesistektomi uygulanan 39 hasta retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: 39 akut kolesistitli vakanın 35’inde başarılı laparoskopik kolesistektomi gerçekleştirildi, 4 hastada açık ameliyatla devam edildi. Toplam 24 (%61.5) hastada safra kesesi kolesistektomi öncesi aspire edildi. Otuz hastaya (%76.9) subhepatik alana dren konuldu. Üç hastada (%7.7) komplikasyon gelişti.
SONUÇ: Akut kolesistitli hastaların tedavi algoritmasında erken dönemde yakalanmış olan vakalarda cerrahi düşünmek fikri ön plana çıkmaktadır. Gerek operasyon süresi ve gerekse postoperatif morbidite ve mortalite oranları ile erken akut kolesistitte Laparoskopik kolesistektomi etkin bir tedavi şekli olmaya devam etmektedir.
OBJECTIVE: Laparoscopic cholecystectomy has become the gold standard for definitive treatment. of gallstones disease. However, approach to patients with acute cholecystitis is less clear and delayed surgery for acute cholesystitis seems to lose it’s value day by day. The purpose of this study, is to examine and reveal the results of Laparoscopic cholecystectomy in acute cholecystitis.
METHODS: Between February 2012 and December 2012 thirty-nine patients with the diagnosis of acute cholecystitis who were treated laparoscopically were retrospectively analyzed.
RESULTS: Laparoscopic cholecystectomy was successful in 35 of 39 cases of acute cholecystitis. Open surgery was continued in 4 patients. The gallbladder was aspirated total of 24 (61.5%) patients prior to cholecystectomy. Subhepatic space was drained in thirty-one patients (76.9%). Complications were developed in three patients (7.7%).
CONCLUSION: In the treatment algorithm for patients with acute cholecystitis, early surgery come to the fore. Both operative time and postoperative morbidity and mortality rates of laparoscopic cholecystectomy in early acute cholecystitis continues to be an effective form of treatment.

7.Clinical Efficacy of Needleless Procedure in The Treatment of Stress Urinary Incontinence
Ünal Turkay, Sema Etiz Sayharman, Serdar Karayel, Gültekin Köse, Nurettin Aka, Can Tüfekçi, Hasan Terzi, Ahmet Kale
Pages 25 - 31
AMAÇ: Stres üriner inkontinans tedavisinde Needleless tekniğinin tedavideki başarısını, kısa dönem komplikasyonlarını ve postoperatif erken dönemde semptom ve hayat kalitesi üzerine etkinliğinin araştırılması.
YÖNTEMLER: Çalışmamıza; Temmuz/2008-Nisan/2009 tarihleri arasında idrar kaçırma şikayeti ile başvuran ve ürodinamik olarak stres üriner inkontinans tesbit edilen, sonrasında Needleless prosedürü ile opere edilen 29 hasta dahil edildi. Bu hastaların tedavi başarısı, kısa dönem komplikasyonlar, postoperatif erken dönem semptomları ve hayat kalitesi üzerine etkinliği değerlendirildi.
Operasyon öncesi bütün hastaların demografik özellikleri kaydedildi ve bütün hastalara ürodinamik inceleme yapıldı. Bu inceleme sonucunda mikst üriner inkontinans ve stres üriner inkontinans tesbit edilenler çalışmaya dahil edildi.

BULGULAR: Needleless prosedürü ile opere edilen hastaların 18’sinde (%62,1) SÜİ, 11’inde (%37,9) mikst üriner inkontinans mevcuttu, ancak hastaların stresle idrar kaçırma şikayeti ön plandaydı.
Hastaların yaş ortalaması 46,0±7,0 yıl, ortalama doğum sayısı 3,2±1,6, ortalama BMI 29,1±4,3 kg/m2, ortalama inkontinans süresi 5,8±5,2 yıldı. Premenopozal hasta sayısı 23, postmenopozal hasta sayısı 6 olarak tespit edildi.
Operasyon süresi ortalama 20,4±15,8 dakika olarak kaydedildi. Aynı seansta 8 hastaya kolporafi anterior ve posterior, 2 hastaya konizasyon ve 1 hastaya laparaskopik salpenjektomi operasyonu yapıldı.
Operasyon sırasında hiçbir hastada mesane perforasyonu, üretra zedelenmesi, majör kanama ve damar ve sinir zedelenmesi meydana gelmedi.
Preoperatif dönemde hastaların 1 saatlik ped testi sonuçları ortalama olarak 30,41±8,33 gr’dı. Postop kontrol döneminde 1 saatlik ped testi sonuçları ortalama olarak 8,55±6,22 gr olduğu tesbit edildi. Bu düşüş istatistiksel olarak anlamlıydı ve üriner inkontinans şiddetinde önemli ölçüde azalma olduğu görüldü.
Preoperatif yaşam kalitesini değerlendirmek için yapılan UDI-6 anketi sonuçları ortalama 10,83±2,84 puandı. Postop kontrol döneminde UDI-6 anketi sonuçları ortalama 3,31±3,10 puan olarak tespit edildi. Bu azalma istatistiksel olarak anlamlıydı ve hayat kalitesinde iyi yönde değişim olduğu görüldü.
Bütün hastaların kontrol döneminde postmiksiyonel rezidüel idrar volümü 100 ml’nin altındaydı (ortalama 7,93±4,68 ml).
Çalışmamızda %89,7 tam düzelme, %6,9 kısmi düzelme ve %3,4 başarısız olarak tesbit ettik.

SONUÇ: Needleless operasyonu kadında stres üriner inkontinansın cerrahi tedavisinde etkin bir yöntem olmasının yanı sıra; öğrenme ve uygulama kolaylığı, komplikasyon ve morbidite oranının düşük olması ve diğer avantajları nedeniyle bize, Needleless’ın, stres üriner inkontinans tedavisinde tercih edilebilecek bir yöntem olduğunu düşündürmektedir. Ancak uzun dönem etkinliğinin belirlenebilmesi için daha çok sayıda randomize, kontrollü çalışmalara gereksinim vardır.
OBJECTIVE: To investigate the Needleless technique’s treatment success, short-term complications, and effect on early postoperative period symptoms and quality of life in the treatment of stress urinary incontinence.
METHODS: 29 patients who applied between July 2008 and April 2009 with complaints of urinary incontinence, and who were urodynamically identified as not having any urge incontinence, were included into our study. These patients were then treated with Needleless surgery. The treatment success, short-term complications, and effect on the early postoperative period symptoms and quality of life were evaluated for the patients.
Prior to surgery, demographic characteristics were recorded for all patients. Urodynamic evaluations were also performed on all patients. Patients identified with mixed urinary incontinence and stress urinary incontinence based on these evaluations were included into the study.

RESULTS: Of the patients treated with the Needleless technique, 18 (62.1%) had SUI, and 11 (37.9%) had mixed urinary incontinence; however, the patients’ complaints of stress urinary incontinence were more prominent.
The Needleless surgery was performed as described in its original procedure.
The age average of the patients was 46.0±7.0 years, their mean number of births was 3.2±1.6, their mean BMI was 29.1±4.3, and their mean duration of incontinence was 5.8±5.2 years. The number of premenopausal patients was 23, while the number postmenopausal patients was 6.
The mean duration of surgery was recorded as 20.4±15.8 minutes. Within the same session, anterior and posterior colporrhaphy were performed on 8 patients, conization was performed on 2 patients, and laparoscopic salpingectomy was performed on 1 patient.
No bladder perforations, urethra damage, major bleeding, and blood vessel and nerve damage have occurred during surgery.
During the postoperative period, the mean result of the 1-hour pad test was 30.41±8.33 gr. During the postoperative control period, the mean result of the 1-hour pad test was determined as 8.51±6.22 gr. This decrease was statistically significant, and a considerable reduction was observed in the severity of urinary incontinence.
The mean score of the UDI-6 questionnaire, administered in order to evaluate the preoperative quality of life, was 10.83±2.84 points. During the postoperative control period, the mean result of the UDI-6 questionnaire was determined as 3.31±3.10 points. This decrease was statistically significant, and a considerable improvement was observed in patient quality of life.
During the postoperative control period, the postvoiding residual urine volume of all patients was below 100 ml (mean 7.93±4.68 ml).
In our study, we identified full recovery in 89.7% of the patients, partial recovery in 6.9% of patients, and a lack of recovery (failure) in 3.4% of the patients.

CONCLUSION: In addition to being an effective method for the surgical treatment of stress urinary continence in women, we consider the Needleless surgery to be a preferable method for the treatment of stress urinary incontinence due to its ease of learning and application, low complication and morbidity rates, and other advantages. However, additional randomized, controlled studies are necessary to determine the long-term effectiveness of this technique.

CASE REPORT
8.Intraductal Oncocytic Papillary Neoplasm Of Pancreas; A Case Report
Çağrı Tiryaki, Hamdi Taner Turgut, A. Oktay Yirmibeşoğlu, Zülfü Bayhan, Erdem Okay, Mehmet Özyıldız, Murat Coşkun
Pages 32 - 36
Pankreasın kistik neoplazmları görüntüleme tekniklerindeki ilerlemeler nedeniyle günümüzde daha sık karşılaştığımız klinik olgular haline gelmiştir. Hastamızın karın ağrısı nedeniyle yapılan tomografisinde pankreasta, içerisinde çok sayıda kist içeren 7 cm’lik kitle saptanmıştır. Kitle operasyonla total olarak çıkarılmış ve hasta sorunsuz bir şekilde taburcu edilmiştir. Patolojik incelemede, lezyonun literatürde de çok az sayıda yayınlanmış olan intraduktal papiller müsinöz neoplasmın onkositik varyantı olduğu saptanmıştır. Cerrahi rezeksiyon sınırındaki kanal epitelinde bir alanda mikroskopik boyutta tümör hücrelerine rastlanmıştır. Hasta yakın takibe alınmış ve iki yıl süreyle herhangi bir nüks gelişmemiştir.
İntraduktal papiller müsinöz neoplasmın onkositik varyantı, benign ya da düşük grade’li malign tümör olarak tanımlanmaktadır. Gerek büyük boyut gerekse solid-kistik özellikler gösteren heterojen yapıdaki lezyonlarda malignite olasılığı göz ardı edilmemeli ve cerrahi yaklaşım tercih edilmelidir. Olgumuzda olduğu gibi postoperatif cerrahi sınır pozitifliklerinde hastanın yaşı, durumu ve lezyonun tipi değerlendirilerek klinik izlem yönünde karar vermek yanlış olmayacaktır.
Cystic neoplasms of the pancreas are less often seen clinical entities. But due to improvements in imaging and surgical techniques and decreased mortality rates, incidence of these lesions increased substantially. CT scan of the pancreas in our patient because of abdominal pain, in a 7 cm mass with multiple cysts were determined. The mass was totally removed surgically, and the patient was discharged without any problems. Pathological examination of the lesion in the literature, intraductal papillary mucinous neoplasm with a very small number of oncocytic variant was found to be published. Surgical resection of microscopic-sized tumor cells were found in an area bordering the epithelium of the channel. The patient has been followed closely for a period of two years and no recurrence has developed.
One of the types is intraductal papillary mucinous neoplasm and its very rarely seen oncocytic variant. These are benign or low-grade malignant tumors. Although surgery is not indicated for management of benign tumors and follow-up is sufficient, malignant or premalignant tumors like intaductal oncocytic papillary neoplasm must be treated surgically.In our case, post-operative surgery the tumor is diagnosed as borderline cases, the patient's age, condition and type of the lesions would not be wrong to decide the direction of clinical follow-up evaluation.

9.A rare cause of generalized tonic clonic seizures: Fahr disease
Şehnaz Kılıç, Zahide Yılmaz, Ebru Yaşar, Erkan Şengül
Pages 37 - 40
Fahr hastalığı, bazal ganglionlar, talamus, sentrum semiovale ve serebellumun dentat nükleusunda bilateral, simetrik kalsiyum birikimi ile meydana gelen nadir bir hastalıktır. Etiyolojisinde sıklıkla idiyopatik nedenler rol oynarken, sekonder nedenlerin önemli bir kısmını kalsiyum metabolizmasına ait bozukluklar oluşturmaktadır. Klinik bulguları arasında koreatetoz, parkinsonizm, distoni gibi ekstrapiramidal sistem bozukluklarının yanısıra daha az sıklıkta epileptik nöbetler, demans ve duygudurum bozuklukları da görülebilmektedir. Bu yazıda nöbet geçirme yakınması ile acil servisimize başvuran, laboratuar tetkiklerinde hipoparatiroidizme bağlı hipokalsemi ile birlikte bilgisayarlı beyin tomografisinde bilateral bazal ganglionlarda yaygın kalsifikasyon bulguları saptanarak Fahr hastalığı tanısı alan 67 yaşındaki erkek olgu sunulmuştur.
Fahr’s disease (FD) is a rare neurological disorder characterized by bilateral symmetrical aggregation of calcium deposits in basal ganglia, thalamus, centrum semiovale and cerebellar dentate nucleus. Although underlying etiology of Fahr’s disease is usually idiopathic, the most common secondary causes for development of Fahr’s disease are disorders of calcium metabolism. Common clinical findings of the disesae are movement disorders such as choreoathetosis, parkinsonism, dystonia whereas epileptic seizures, dementia and mood disorders might also rarely be seen. In this article, we report a case of 67 year old patient who referred to our emergency service with epileptic seizures and whom was diagnosed as Fahr Disease according to the presence of hypocalcemia due to hypoparathyroidism and presence of bilateral symmetrical calcifications in basal ganglia on cranial computed tomography (CT) scan.

10.Villous Adenoma Presenting With McKittrick-Wheelock Syndrome
Fatih Bünül, Erkan Şengül, Hamdi Taner Turgut, Murat Coşkun, Ahmet Tuğrul Eruyar
Pages 41 - 44
McKittrick-Wheelock sendromu, hipersekretuar rektosigmoid villöz adenomların nadir görülen bir komplikasyonudur. Bu sendrom ilk olarak 1954 yılında tanımlanmıştır. Literatürde yaklaşık 50 vaka bildirilmiştir. Burada, açıklanamayan diyare, akut böbrek yetmezliği ve ciddi hipopotasemi ile ortaya çıkan McKittrick-Wheelock sendromlu bir olgu sunulmuştur.
McKittrick-Wheelock Syndrome is a rare complication of hypersecretory rectosigmoid villous adenomas. It was first described in 1954. Approximately, 50 cases are reported in the literature. We report a case described as a McKittrick-Wheelock syndrome which present with unexplained watery diarrhea, acute renal failure and profound hypokalemia.

11.A Case of Dilated Cardiomyopathy followed in Pediatric Intensive Care Unit
Nimet Cındık, Fatih Kılıçbay, Engin Melek, Zeliha Yeğin, Ferhan Mutlu, Aynur Akbulut
Pages 45 - 48
Kalp kası tutulumuyla karekterize olan kardiyomiyopati; dilate, restriktif, hipertrofik, aritmojenik sağ ventrikül displazisi ve sınıflandırılamayanlar olmak üzere 5 gruba ayrılır. Ventriküllerin sistolik ve diastolik fonksiyon bozukluğu ve dilatasyonu ile karakterize olan dilate kardiyomiyopati, günümüzde kalp yetersizliği nedenlerinin başında gelmesi ve kalp nakli yapılan hastaların önemli bir kısmını oluşturması nedeniyle ciddi bir sağlık sorunudur. Burada acil polikliniğimize solunum sıkıntısı şikayetiyle başvuran ve çocuk yoğun bakım ünitemizde izlenen dilate kardiyomiyopatili bir olgu sunulmuştur.
Dilated Cardiomyopathy affect the cardiac muscle are classfied into five groups as dilated, restrictive, hypertorphic, arytmogenic right ventricle dysplasia and unclassified. Dilated cardiomyopathy which is characterized by systolic-diastolic dsyfunction and dilatation of ventricles is one of the major causes of cardiac failure. In addition, It is one of the major diagnosis in patients undergoing cardiac transplantation, consequently It is an important healthy problem in society. We report a patient admitted to pediatric emergency room with the complaint of respiratory difficulty and diagnosed as dilated cardiomyopathy and followed in our pediatric intensive care unit.

12.An incidental finding of intestinal splenosis during caserean section resulting in bowel resection: case report
Mehmet Kamil Yıldız, Aysun Unal, Erkan Özkan, Cengiz Eris, Hasan Abuoğlu, Gultekin Kose, Bülent Kaya, Umit Topaloglu
Pages 49 - 52
Splenosis genellikle travmatik dalak yaralanması sonrası görülen benig bir durumdur.Genellikle asemptomatiktir ve rastlantısal olarak bulunur ancak maligniteyi taklit edebilir.Splenik nodüller karın boşluğu,toraks boşluğu ve ciltaltı gibi bir çok yerde bulunabilir.Tedavi çoğunluk konservatiftir.Komplike durumlarda cerrahi gerekebilir.Bu makalede sezeryan sırasında tesadüfen bulunan ve maligniteyi taklit ederek barsak rezeksiyonuna neden olan intestinal splenosis olgusu sunulmuştur.
Splenosis is a benign condition that frequently occurs after traumatic spleen rupture. It is often asymptomatic and found by coincidence, but as it can mimic malignancy, it often leads to an extensive workup before the diagnosis is established. Splenic nodules can be found anywhere in the thoracic or abdominal cavity, as well as subcutaneously. Treatment is usually conservative with surgical excision reserved for complicated cases. This article describes a case of incidental intestinal splenosis during caserean section, masquareding malignancy, leading to bowel resection.

REVIEW ARTICLE
13.Gastrointestinal Bezoars
Bülent Kaya, Mehmet Yaşar
Pages 53 - 55
Bezoarlar sindirilmemiş besinler, ilaçlar, saç gibi maddelerin alınması sonucu oluşan yabancı

maddelerdir. Gastrointestinal sistemde en sık midede görülürler. Bezoarların büyük bir kısmı

çocuklarda ve genç bayanlarda tespit edilir. Bu hastalarda psikiyatrik bozukluklar görülebilir.

Temel olarak 4 farklı bezoar tipi tanımlanmıştır. Bunlar; Fitobezoar, trikobezoar,

farmakobezoar ve laktobezoar olarak adlandırılmıştır. Ağrı, erken doygunluk hissi,

karında şişkinlik gibi şikayetler esas semptomlardır ve kanama, intestinal obstrüksiyon,

perforasyon gibi komplikasyonlara neden olabilirler. Tedavi seçenekleri; medikal ajanlar,

endoskopik girişimler, laparoskopik ve konvansiyonel cerrahidir.
Bezoars are foreign materials that are formed by mainly accumulation of undigested foods,

medications or hair. They are most commonly seen in stomach. They are usually found in

children and young women. There are four types of bezoars including phytobezoar,

trichobezoar, lactobezoar and pharmacobezoar. Pain, early satiety, abdominal

bloating are main symptoms and complications like hemorrhage, intestinal obstruction and

perforation may occur. The treatment alternatives are medical agents, endoscopic

interventions and laparoscopic and conventional surgery.