Volume : 9 Suppl : 2 Year : 2024
Index
Membership
Application
Kocaeli Medical Journal - Kocaeli Med J: 9 (2)
Volume: 9  Issue: 2 - 2020
1.Cover

Pages I - II

2.Editorial Board

Pages III - IV

3.Instruction for Authors

Pages V - VII

4.Contents

Pages VIII - X

ORIGINAL ARTICLE
5.Prostate Volume Is a Strong Stand-Alone Tool in Predicting Both Prostate Cancer and Clinically Significant Prostate Cancer With a Gleason Score of 7 or Above
Sinan Avcı, Volkan Çağlayan, Efe ONEN, METİN KILIÇ, İbrahim Ethem Arslan, Sedat Öner
doi: 10.5505/ktd.2020.76259  Pages 1 - 13
GİRİŞ ve AMAÇ: Prostat hacminin (PH), PSA dansitesinin (PSAD) ve serbest/total PSA oranının (s/tPSA) PSA değeri <10ng/mL ve 10.1-30 ng/mL olan hastalarda prostat kanseri ve klinik olarak anlamlı prostat kanserini öngörmedeki etkinliklerinin araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2015 - Haziran 2019 tarihleri arasında kliniğimizde transrektal ultrasonografi (TRUS) eşliğinde prostat biyopsisi yapılan 1682 hastanın verileri retrospektif olarak incelenmiştir. Klinik anlamlı PCa, Gleason skoru 7 veya üstü olarak tanımlanmıştır.
BULGULAR: Çalışmaya yaş, toplam-serbest PSA düzeyi ve TRUS ile hesaplanan prostat hacimleri bulunan 778 hasta dahil edilmiştir. PSA değeri <10ng/mL olan hastalar için hem PH hem de PSAD, PCa'nın bağımsız prediktörleri olarak bulunmuştur. Buna karşın, PSA >10ng/mL olan hastalar içinse sadece PH'nin PCa'nın bağımsız bir prediktörü olduğu bulunmuştur. ROC analizi, PSA <10ng/mL olan hastalarda PH için 51.5 cc bir kesme değeri ve PSA >10ng/mL olan hastalarda ise PH için 62.5 cc bir kesme değeri ortaya çıkarmıştır. ROC analizi, PSA <10ng/mL olan hastalarda PSAD için 0.099 kesme değerini ortaya çıkarmıştır. PSA <10ng/mL grubunda PV ve PSAD için önerilen kesme değerlerine göre, klinik olarak anlamlı kanseri olan ve olmayan hastalar arasında anlamlı bir fark varken, PSA >10ng/mL grubunda PV için önerilen kesme değerine göre anlamlı bir fark görülmemiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Prostat hacmi, PSA dansitesinin ve serbest/total PSA oranının bir adım önünde görülmektedir. Prostat hacmi, prostat biyopsisi için karar verme aşamasında aktif bir rol oynayabilir fakat bu sonuçlar yapılacak ileri çalışmalar ile doğrulanmalıdır.
INTRODUCTION: To evaluate the effectiveness of prostate volume (PV), PSA density (PSAD) and free/total PSA ratio (f/tPSA) on detection of prostate cancer (PCa) and clinically significant PCa, in patients with PSA <10ng/mL and 10.1-30ng/mL.
METHODS: The data of 1682 men who underwent transrectal ultrasound (TRUS) guided prostate biopsy in our clinic between January 2015 and June 2019 were analyzed retrospectively. Clinical significant PCa was defined as Gleason score 7 or above.
RESULTS: 778 patients with the available data of age, total-free PSA levels and PV calculated by TRUS were included in the study. In patients with PSA <10ng/mL, it was found that both PV and PSAD were independent predictors of PCa. However, only PV was found to be an independent predictor of PCa in patients with PSA >10ng/mL. ROC analysis revealed a cut-off value of PV as 51.5 cc in patients with PSA <10ng/mL and a cut-off value of PV as 62.5 cc in patients with PSA >10ng/mL. ROC analysis revealed a cut-off value of PSAD as 0.099 in patients with PSA <10ng/mL. According to the recommended cut-off values for PV and PSAD in the PSA <10ng/mL group, there was a significant difference between patients with and without clinically significant cancer while there was no significant difference according to the cut-off value recommended for PV in the PSA >10ng/mL group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: PV is seen as one step ahead of PSAD and f/tPSA. PV may play an active role in desicion making for prostate biopsy but this findings should be confirmed with further studies.

6.The effect of Chemotherapeutics on Frontal QRS‐T Angle in Patients with Leukemia
Özgür Kaplan, Şebnem İzmir Güner
doi: 10.5505/ktd.2020.24865  Pages 14 - 19
GİRİŞ ve AMAÇ: Bazı kemoterapötikler özelikle de antrasiklinlerin kalbe zararlı etkileri olabilir. Biz bu çalışmamız da lösemi hastalarında kemoterapötiklerin frontal QRS‐T açısı üzerine etkisini değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Toplam 39 antrasiklin alan lösemi hastası bu retrospektif çalışmada yer aldı. Bütün hastalara antrasiklin öncesi ve sonrası 12 lead elektrokardiografi (EKG) ve ekokardiyografi çekilenler çalışmaya dahil edildi.14 hasta doxorubicin, 25 hasta da idarubicin alıyordu. Bütün hastaların. QT interval, QTc interval, Tp‐e interval, Tp‐e/QT, Tp‐e/QTc ve frontal QRS‐T açıları 12 lead EKG üzerinden hesaplandı
BULGULAR: Çalışmamız toplam 39 hastadan (%23 kadın) oluşmaktadır. Hastaların ortalama yaşı 40 ±15 di. QT interval (360 ± 32 vs. 368 ± 27.1, P = 0.161), QTc interval (400 ± 6.4 vs. 404 ± 20, P = 0.276), Tp‐e interval (80.17 ± 14.2 vs. 84.3 ± 13 P = 0.248). Daha da önemlisi frontal QRS‐T angle (17.5 ±17 vs. 16.5 ±14, P = 0.692) değerinin kemoterapi öncesi ve sonrası arasında fark izlenmedi. Ek olarak Tp‐e/QT (0.22 ± 0.04 vs. 0.23 ± 0.04, P = 0.543) and Tp‐e/QTc (0.20 ± 0.03 vs. 0.20 ± 0.04, P = 0.313) değeride kemoterapi sonrası değişmedi. Alt grup analizinde de benzer sonuçlar elde ettik.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hem doxorubicin hem de epirubicin temelli kemoterapi erken fazda düşük doz kullanıldığından dolayı EKG parametrelerini değiştirmedi. Antrasiklinleri güvenli bir biçimde lösemi hastalarına kullanabiliriz.
INTRODUCTION: Some of the chemotherapeutics can inflict the cardiac damage, especially anthracyclines. In our study we evaluate to effect of anthracyclines on frontal QRS‐T angle in patients with leukemia.
METHODS: A total of 39 leukemia patients who take anthracyclines were included in this retrospective study. All patients underwent 12‐lead surface electrocardiograms (ECGs) and echocardiography just before and after the anthracyclines. 14 patients were taken doxorubicin and 25 patients were taken idarubicin. QT interval, QTc interval, Tp‐e interval, Tp‐e/QT, Tp‐e/QTc and frontal QRS‐T angle were calculated from 12‐lead ECGs.
RESULTS: In all, 39 patients(23% females) were enrolled in our study. Mean age of patients is
40 ±15 years. QT interval (360 ± 32 vs. 368 ± 27.1, P = 0.161), QTc interval (400 ± 6.4 vs. 404 ± 20, P = 0.276), Tp‐e interval (80.17 ± 14.2 vs. 84.3 ± 13 P = 0.248). More importantly, frontal QRS‐T angle (17.5 ±17 vs. 16.5 ±14, P = 0.692) was not significantly before and after chemotherapy. In addition, Tp‐e/QT (0.22 ± 0.04 vs. 0.23 ± 0.04, P = 0.543) and Tp‐e/QTc (0.20 ± 0.03 vs. 0.20 ± 0.04, P = 0.313) were not significantly changed after chemotherapy. When we made subgroup analysis we found same results.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Both doxorubicin and epirubicin-based chemotherapy did not change the ECG parameter in early phase because of the lower dose. They can be used safely in patient with leukemia.

REVIEW ARTICLE
7.Multiple Magnet Ingestion In Pediatric Population, A Review
Mustafa Alper Akay, Sedat Gül
doi: 10.5505/ktd.2020.60465  Pages 20 - 26
Yabancı cisim yutulması çocuklarda sık görülen bir problemdir. Birçoğu sadece takip ve gözlem ile kendi kendine çözülür. Ancak, muhtemel komplikasyonlar sebebiyle mıknatıs yutulması daha kompleks ve detaylı bir değerlendirme gerektirir. Birden çok mıknatısın veya bir mıknatıs ile metalik bir başka cismin beraber yutulması en tehlikeli durumlardandır. Gelişimini tamamlamamış bağırsakta perforasyona yol açabilir. Tedavide endoskopik çıkarma, operatif çıkarma veya gözlem tercih edilebilir. Bu seçimde yutulan cismin sayısı ve lokasyonu belirleyici faktörlerdendir. Devletler, mıknatıs yutmalarını önlemek için bir dizi önlemler almışlardır. Bu önlemler, yutma olaylarında düşüşe yol açmıştır. Ölümcül sonuçları olabilecek komplikasyonları göz önüne alarak, doktorların hem birinci basamakta hem de daha ileri merkezlerde, mıknatıs yutmalarını mutlaka ayırıcı tanıda düşünmeleri gerekmektedir.
Foreign body ingestion is a common problem in pediatric population. Most of the ingestions may be managed expectantly. However, magnet ingestions require more complex and careful evaluation due to possible severe complications. Multiple magnet ingestions or ingestion of a magnet with another metal object is the most dangerous type and may lead to perforation of immature bowel of the children. Management includes endoscopic removal, surgical removal or expectant management depending on the location and number of magnets ingested. Preventive measures have been put into effect by some governments in the past. The number of cases is in a declining trend. Due to serious outcomes, physicians should keep the magnet ingestion in differential diagnosis in both primary or advanced care centers.

CASE REPORT
8.A Case Report: Cervical Lymphangioma Encircling the Common Carotid Artery in an Adult Patient
Mahmut Burak Laçın, Ahmet Savranlar, Altan Kaya, Yasemin Savranlar
doi: 10.5505/ktd.2020.80664  Pages 27 - 30
Kistik higroma/Lenfanjiyomlar, yetişkin popülasyonda nadiren görülen lenfatik sistem anormallikleridir. Lenfatik sistemden kaynaklanırlar ve lenfatik vasküler hücrelerin çoğalması sonucu oluşurlar. Genellikle servikal bölgede bulunurlar. Ayrıca aksilla, retroperitoneal, torasik bölgeler ve kasık bölgeleri gibi diğer vücut bölgelerinde de bulunabilirler. Bu olgu sunumunda servikal lenfanjiyomu olan 21 yaşında bir kadın hasta sunuldu.
Cystic hygroma/Lymphangiomas are lymphatic system abnormalities which are rarely seen in adult population. They arise from lymphatic system and occurs as result of proliferation of lymphatic vascular cells. They are usually located at cervical region. They also can be located at other body regions such as axilla, retroperitoneal, thoracic and inguinal regions. In this case report we present a 21 years old female patient with cervical lymphangioma.

ORIGINAL ARTICLE
9.Caridyovacular Risk Awareness of Academic Staff
Dilek Efe Arslan, Nazan KILIÇ AKÇA
doi: 10.5505/ktd.2020.15010  Pages 31 - 38
GİRİŞ ve AMAÇ: Kardiyovasküler hastalıklar (KVH) ortaya çıkan semptom ve komplikasyonlarla hastaların yaşam kalitelerini azaltan ve ülke ekonomisine ciddi bir ekonomik yük oluşturan önemli bir sağlık sorunudur. Tanımlayıcı ve ilişkisel tipte yürütülen bu araştırmanın amacı risk altında yer alan akademisyenlerin KVH risk faktörleri hakkındaki bilgi durumları belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırmanın dahil edilme ölçütlerine uyan 329 bireyin 272’sine (%73.71) ulaşılmış olup bu grup araştırmanın örneklemini oluşturmuştur. Verilerin toplanmasında içinde araştırmacı tarafından oluşturulan; Birey Bilgi Formu ve KARRİF-BD ölçeği kullanıldı. Anket formu akademik personele dağıtılmış ve işaretlemeleri için yaklaşık 20 dk süre verilmiştir. Daha sonra araştırmacı tarafından toplanmıştır.
BULGULAR: Akademik personelin KARRİF-BD toplam puanlarının ortalaması 20.23± 3.49 bulundu. Akademik personelden kadınların KVH’dan korunma alt boyut puanı erkeklere göre istatistiksel olarak daha yüksek bulundu. Kardiyovasküler hastalık risk faktörleri biliyorum diyenlerin KARRIF-BD ölçek toplam puanlarının diğer gruba göre anlamlı olarak daha yüksek olduğu saptandı. Akademik personelin bel çevresi ile KVH’ın özellikleri puanlarının ortalaması arasında pozitif yönde bir ilişki olduğu belirlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Akademik personelin kalp hastalıklar konusunda bilgi durumlarının ortalamanın üzerinde olduğu tespit edilmiştir. Ancak grupta santral obezite açısından riskli bireylerin olduğu görülmüştür. Bu riskleri azaltmak için çalıştıkları ortamlarda spor yapabilecekleri ortamlar sağlanması, beslenme programları düzenlemesi ve danışmanlık verilmesi önerilmektedir.
INTRODUCTION: The cardiovascular diseases (CVD) are an important health problem, which impairs the quality of life of the patients due to the emerging symptoms and complications and cause a serious economic burden on the national economy. The objective of this descriptive and relational study was to determine the level of knowledge of academicians under risk about CVD risk factors.
METHODS: 272 of 329 individuals (73.71%), who meet the inclusion criteria of study and we were able to access constituted our study sample. The Individual Information Form, which was prepared by the investigator, and KARIFF-BD scale were used for the collection of the study data. The questionnaire was forwarded to the academic personnel and they were asked to fulfill it within 20 minutes.
RESULTS: The mean value of the total score of the KARRIF-BD was 20.23±3.49. The protection from CVD subscale scores of female academicians was significantly higher compared to male academicians. We also determined that the total score of the KARRIF-BD scale of participants, who stated that they were informed about the CVD risk factors, was significantly higher than the other group. We found a positive correlation between the waist circumference of the academic personnel and the mean score of the CVD characteristics.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We determined that the knowledge level of the academicians about the cardiac diseases was above average. However, we also observed that some of the participants were at risk of central obesity. We recommend, to provide places for physical exercise, to organize nutrition programs and provide counseling to decrease the risks.

10.
Bir Üniversite Hastanesinde Çalışan Hemşirelerin Fiziksel Kısıtlama Kullanımına İlişkin Bilgi, Tutum ve Uygulamalarının Belirlenmesi
Gülşah Köse, Sevinç Taştan, Adile Çatalbaş, Hatice Akkaya, Merve Seyfi, Özlem Avşar
doi: 10.5505/ktd.2020.06432  Pages 39 - 48
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırmada, hemşirelerin fiziksel kısıtlama kullanımına ilişkin bilgi, tutum ve uygulamalarını belirlenmesi amaçlanmıştır
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı tipteki bu araştırma Şubat-Mart 2015 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. Araştırmanın evrenini 129 hemşire, örneklemini ise 82 hemşire oluşturmuştur. Verilerin toplanması için Hemşire Tanılama Formu ve Hemşirelerin Fiziksel Tespitlere İlişkin Bilgi Düzeyi, Tutum ve Uygulamaları Ölçeği kullanılmıştır. Verilerin istatistiksel değerlendirmesinde Mann Whitney U test, Kruskall Wallis ve Pearson Korelasyon testleri kullanılmıştır.
BULGULAR: Hemşirelerin yaş ortalaması 28.12±5.35’dir. Hemşirelerin Fiziksel Tespitlere İlişkin Bilgi Düzeyi, Tutum ve Uygulamaları ölçeğinden aldıkları puan ortalamaları; ölçek toplam puan için 78.78±6.76, bilgi düzeyi için 9.09±1.16, tutum düzeyi için 32.39±4.93, uygulama düzeyi için ise 37.29±3.86’dir. Hemşirelerin yaşı ile bilgi ve tutum düzeyleri arasında negatif yönde (sırasıyla; p=0.013, p=0.476), uygulama düzeyi arasında ise pozitif yönde (p=0.919) bir korelasyon olduğu belirlenmiştir. Hemşirelerin çalıştıkları bölüm, eğitim düzeyleri, fiziksel kısıtlama ile ilgili bilgi alma durumları ile fiziksel kısıtlama bilgi, tutum ve uygulamaları arasında anlamlı ilişki saptanmamıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Araştırmadan elde edilen bulgulara göre hemşirelerin fiziksel kısıtlama ile ilgili bilgilerinin yüksek, tutum ve uygulamalarının ise olumlu olduğu saptanmıştır.

11.Predictors of Recurrence in Patients Undergoing Cryoballoon Ablation for Treatment of Paroxysmal Atrial Fibrillation.
İrem Karaüzüm, Ahmet Vural
doi: 10.5505/ktd.2020.21033  Pages 49 - 58
GİRİŞ ve AMAÇ: Atriyal fibrilasyon (AF) klinikte görülen en yaygın aritmidir. AF tedavisinde, kateter ile ablasyon ritim kontrolü sağlanmasında ve semptomların iyileştirilmesinde ilaç tedavisine üstündür. Kriyobalon teknolojisi AF ablasyonunda nispeten yeni bir tekniktir ve işlem sonrası yaklaşık %30 hastada AF tekrarı görülmektedir. Çalışmamızda kriyobalon ile AF ablasyonu yapılan hastalarda AF tekrarının öngördürücüleri araştırılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ortalama yaşı 51,3±10 olan 30 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların işlem öncesi ve sonrası yüzey elektrogramlarında P dalga dispersiyonu ölçüldü. Tüm hastalara işlem öncesi ve işlem sonrası 6. ayda transtorasik ekokardiyografi yapıldı. İşlem sırasında tüm yapılanlar ve bulgular kaydedildi.
BULGULAR: Ortalama izlem süresinde (19,5±9,7 ay) hastaların %70’i sinüs ritminde izlendi. AF tekrarı olmayan hastalarda işlem sonrası P dalga dispersiyonunda anlamlı derecede azalma saptandı (p=0,011). Çok değişkenli logistik regresyon analizinde paroksismal AF süresi (OR= 1,36, %95 CI, 0,81-2,12, p=0,09), işlem öncesi P dalga dispersiyonu (OR=0,58, %95 CI, 0,28-1,21, p=0,011), işlem sonrası P dalga dispersiyonu (OR=2, % 95 CI, 0,82-4,85, p=0,013), işlem sonrası sol atriyum volümü (SAV) (OR=2, %95 CI, 0,82-4,85, p=0,013) ve işlem sonrası sol atriyum volüm indeksi (SAVİ) (OR=1,55, %95 CI, 0,84-2,84, p=0,011) AF tekrarı ile ilişkili bulundu. Yaş, cinsiyet, hipertansiyon, diyabet, sol atriyum çapı, sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu ve her bir pulmoner vene balon uygulama süresi AF tekrarı ile ilişkili bulunmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızın sonucunda AF süresi, işlem öncesinde ve sonrasında yüzey EKG’de P dalga dispersiyonu, işlem sonrası SAV ve SAVİ kriyobalon ablasyonu sonrası AF tekrarının öngördürücüleri olarak bulundu.
INTRODUCTION: Atrial fibrillation (AF) is the most common arrhythmia in clinical practice. Catheter ablation of AF is superior to medical treatment in improving symptoms and maintaining sinus rhythm. Cryoenergy by cryoballoon technique is a new alternative to radiofrequancy ablation and AF recurrence is observed approximately 30% of patients. The aim of this study is to determine the predictors of AF recurrence after cryoballoon ablation.
METHODS: Thirty patients with a mean age of 51,3±10 were included. P wave dispertion was calculated on electrocardiogram before and after the procedure. Transthoracic echocardiography was performed to all subjects before and 6 month after the procedure. All procedural measures were recorded during ablation.
RESULTS: Twenty one (70%) patients were seen with sinus rhythm in the mean follow up (19,5±9,7 months). There was a significant decrease in P wave dispertion in patients without AF recurrence (p=0,011). Multivariate logistic regression analyses showed that PAF duration (OR= 1,36, %95 CI, 0,81-2,12, p=0,09), pre procedural P wave dispertion (OR=0,58, %95 CI, 0,28-1,21, p=0,011), post-procedural P wave dispertion (OR=2, % 95 CI, 0,82-4,85, p=0,013), post procedural left atrial volume (LAV) (OR=2, %95 CI, 0,82-4,85, p=0,013) and left atrial volume index (LAVI) (OR=1,55, %95 CI, 0,84-2,84, p=0,011) were associated with AF recurrence. Age, gender, hypertension, diabetes, left atrial diameter, left ventricular ejection fraction and balon aplication time to each pulmonary vein was not associated with AF recurrence.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our findings represent that AF duration, assesment of P wave dispertion, LAV and LAVI after the procedure can be usefull in predicting AF recurrence after cryobaloon ablation.

12.NO, endothelin and microalbuminuria as biomarkers of endothelial dysfunction in subjects with essential hypertension
Kemal Mağden, Tahir Bezgin
doi: 10.5505/ktd.2020.93585  Pages 59 - 67
GİRİŞ ve AMAÇ: Esansiyel hipertansiyonun patogenezinde (EH) endotel disfonksiyonu ve nitrik oksit (NO), endotelin-1(ET-1) deki dengesizlik yer almaktadır. Çalışmamızın amacı yeni tanı almış EH’lu bireylerde mikroalbüminüri ile serum NO seviyeleri ve ET-1 ile arasındaki ilişkiyi, dipper ve non-dipper HT olan hastalarda NO, endotelin 1 düzeyleri ile ilişkisinin olup olmadığını araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya Bülent Ecevit Üniversitesi Uygulama Araştırma Hastanesi Nefroloji polikliniğine başvuran, EH’u olan 18 yaş üstü toplam 54 hasta (kadın=27, (yaş=46,1±12,8 yıl) alındı. NO, Endotelin 1, Ambulatuvar kan basıncı, kreatinin klerensi ve idrarda mikroalbümin değerleri ölçümleri yapıldı. Mikroalbüminüri 30-300mg/gün olanlar pozitif olarak kabul edildi. NO değeri 64,14 µmol/L altında olanları düşük grup, 64,14 µmol/L ve üzerinde olanları normal grup, ET-1 değeri 2,67 pg/ml altında olanları düşük, 2,67 pg/ml ve üzerinde olanları yüksek grup olarak sınıflandırdık. Mikroalbüminürinin endotel disfonksiyonunun kuvvetli bir göstergesi olması dolayısıyla mikroalbüminüri olmayan grup kontrol grubu olarak alındı
BULGULAR: ET-1 ve NO düzeyleri endotel disfonksiyonu olan (n=17) ve olmayan (n=37) EH’lu bireylerde benzer bulundu [60.6 (8.3-111.4) ve 62.3 (6.6-271.8), p=AD ve 2.30 (0.32-6.63) ve. 1.59 (0.28-8.87), p=AD ]. Mikroalbuminüri ile ne ET-1 ne de NO düzeyleri arasında herhangi bir korelasyon bulunmadı. Serum albümin düzeyleri endotel disfonksiyonu olan grupta anlamlı olarak düşük bulundu[3.90 (3.4-4.5) ve. 4.10(3.8-4.7), p=0.018]. Dipper ve non-dipper hasta grubunda 24 saatlik idrarda elektrolit atılımında anlamlı bir değişiklik saptanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hipertansiyonun yeni gelişmiş oluşu ve NO biyoyararlanımının bozulup henüz serum NO düzeylerinin düşmemiş olması; esansiyel hipertansiyonlu mikroalbumunürik olan ve olmayan bireylerde NO ve ET-1’in benzer düzeyde oluşunu açıklayabilir.
INTRODUCTION: Endothelial dysfunction, imbalance in the nitric oxide (NO) and Endotelin-1 (ET-1) play role in the pathogenesis of essential hypertension (EH). We aim to investigate relationship between microalbuminuria (MA) and NO, ET-1 levels in the newly diagnosed patients with EH, is also to search relationship between MA and NO, ET-1 levels in patients with dipper and non-dipper HT.
METHODS: Patients above 18 years old with newly diagnosed EH who presented to outpatient nephrology clinic of Bülent Ecevit University Hospital were included into the study(n=54, female=27, age=46,1±12,8 years). NO, Endotelin-1, ambulatory blood pressure, creatine clearance and urinary albumin measurement were done. Whom MA was 30-300mg/day were accepted as positive. A NO value below 64,14 µmol/ was accepted as lower grup, above that assumed as normal grup. ET-1 value of lower than 2,67 pg/ml was low, above that value was accepted as high grup.MA negative patients with EH was accepted as control grup.
RESULTS: Levels of ET-1 and NO were found to be similar among MA positive (n=17) and negative (n=37) patients [60.6 (8.3-111.4) vs. 62.3 (6.6-271.8), p=NS ] and [2.30 (0.32-6.63) vs. 1.59 (0.28-8.87), p=NS ].There were neither correlation of MA with NO nor MA with ET-1.Serum albumin levels were lower in endothelial dysfunction group [3.90 (3.4-4.5) vs. 4.10 (3.8-4.7), p=0.018].There were no significant difference about urinary electrolyte excretion in patients with Dipper and Non-dipper HT.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Recent onset of hypertension, impairment of NO bioavailability and absence of decrease of NO levels can describe similar NO and ET-1 levels in EH with and without microalbumunuria

13.The alterations on growth of a Uropathogenic E. coli with the effects of both different hormones and cell lines
Defne Gümüş, Fatma Kalaycı Yüksek, Gül İpek Gündoğan, Mine Anğ Küçüker
doi: 10.5505/ktd.2020.13540  Pages 68 - 76
GİRİŞ ve AMAÇ: Bir infeksiyon sürecinde patojenlerin önemli biyolojik özelliklerinin konak faktörleri tarafından etkilendiği bilinmektedir. Bu çalışmada, çeşitli memeli hormonlarının farklı hücre hatları varlığında bir üropatojen E. coli (UPEC) suşunun üremesi üzerine olası etkileri araştırılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hücre hatlarının (HEK293, A549, L929, Ishikawa) kültürü yapılmıştır. Fizyolojik seviyelerine göre her bir hormonun iki farklı konsantrasyonu (20 ve 200µIU insulin; 0,0017 ve 0,04µg/mL norepinefrin; 0,1 ve 0,4ng/mL östradiol; 2 ve 20ng/mL progesteron; 6 ve 60pg/mL melatonin) deneylerde kullanılmıştır. Bakteri ve hormonlar her bir hücre kültürüne inoküle edilmiştir. Üremeler, üç saatlik inkübasyon sonucunda 600nm’de absorbans ölçümü ile belirlenmiştir.
BULGULAR: UPEC suşunun üremesi yüksek düzey östradiol, yüksek düzey norepinefrin ve her iki düzey melatonin varlığında anlamlı derecede azalmıştır (p<0,05). Bununla birlikte farklı hormon konsantrasyonları varlığında üreme üzerine en etkili bulunan hücre hatları HEK293 ve Ishikawa olmuştur. Ishikawa hücre hattının progesteron hariç diğer tüm hormonlar ile birlikteliği UPEC’in üremesini arttırmıştır (p<0,05). HEK293+insulin ve HEK293+östradiol birlikteliği üremeyi baskılarken, HEK293+melatonin ve HEK293+progesteron üremeyi anlamlı düzeyde arttırmıştır (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Memeli hormonları ve farklı konak koşulları birer çevre faktörü olarak mikroorganizmaların davranışlarını ve dolayısı ile infeksiyon hastalıklarının patojenitesini belirlerler.
INTRODUCTION: It is well known that, biologically important processes of pathogens can be affected from host factors during infectious processes. We aimed to investigate the possible effects of various mammalian hormones in different cell lines on growth of a uropathogenic E. coli (UPEC) strain.
METHODS: Cell monolayers (HEK293, A549, L929, Ishikawa) were cultivated. Two different concentrations of each hormone were analyzed (20 and 200µIU insulin; 0.0017 and 0.04µg/mL norepinephrine; 0.1 and 0.4ng/mL estradiol; 2 and 20ng/mL progesterone; 6 and 60pg/mL melatonin) according to their physiological levels. Bacterium and hormones were inoculated onto each cell cultures. After three hours incubation growths were determined by optical density measurement at 600 nm.
RESULTS: Growth of UPEC has been decreased significantly in the presence of high level estradiol, high level norepinephrine and all levels melatonin (p< 0.05). Besides, HEK293 and Ishikawa cell lines were found to be the most effective on growth of pathogen in the presence of different hormones. The coexistence of Ishikawa and all types of hormones except progesterone were shown to be enhanced the growth of UPEC (p< 0.05). The coexistence of HEK293+insulin and HEK293+estradiol reduced the growth of UPEC; whereas HEK293+melatonin and HEK293+progesteron enhanced the growth significantly (p< 0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Mammalian hormones and different host conditions determine the pathogenicity of infectious diseases as environmental factors because which could affect microorganisms’ behaviors.

14.
Gebelikte eğitimin doğum korkusu ve sezaryen oranlarına etkisi
İsmail Bıyık, Mehmet Musa Aslan
doi: 10.5505/ktd.2020.37097  Pages 77 - 82
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada gebelik bilgilendirme sınıfında verilen eğitimin, doğum korkusu düzeyi ve sezaryen oranına etkisi araştırıldı
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma Şubat 2018 –Kasım 2018 tarihleri arasında Muş devlet hastanesi gebelik bilgilendirme sınıfında eğitim alan 90, eğitim almayan 180 toplam 270 gebe ile gerçekleştirildi. Olgulara gebelik öncesi doğum korkusu ölçeği dolduruldu. Olguların doğum korkusu ölçek puanları ve doğum bilgileri kaydedildi.
BULGULAR: Olguların yaş ortalaması 21,78±5,12 yıl olarak bulundu. Gebelikte eğitim alanların yaş ortalaması, eğitim almayanlardan düşüktü (p=0.002). Doğum korkusu ölçek puanları ise eğitim alanlarda daha yüksek bulundu (p<0.001). Gebelikte eğitim almayanlarda sezaryen oranı %37,2 iken, eğitim alanlarda %10 olarak bulundu (p<0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda gebelik bilgilendirme sınıfında eğitim alan gebelerin doğum korkuları eğitim almayanlara göre yüksek bulundu. Bununla birlikte bu grupta sezaryen oranlarının da daha düşük olduğu tespit edildi. Doğum korkusunun eğitim alanlarda yüksek çıkması, gebe kalmadan önceki korku durumuna bağlı olabileceğini düşündürmektedir. Gebe bilgilendirme sınıflarının nihai hedeflerinden biri olan sezaryen oranlarını azaltma konusunda eğitimin etkili olduğu gösterilmiştir.

15.Alteration of respiratory and hemodynamic parameters following fiberoptic intubation: our experience with 50 patients
Gulseren Yilmaz, Osman Esen
doi: 10.5505/ktd.2020.16013  Pages 83 - 91
GİRİŞ ve AMAÇ: Zor entübasyon öncesinde algoritmalar dikkatlice gözden geçirilmeli ve entübasyon ve ekstübasyon ile bağlantılı morbidite ve komplikasyonları en aza indirmek için gerekli hazırlıklar yapılmalıdır. Tecrübeli bir anestezi uzmanı tarafından yapılan fiberoptik entübasyon, acil havayolu kurulmasını gerektiren durumlarda iyi bir alternatif oluşturabilir. Çalışmada, öğrenme eğrisinin erken dönemlerinde fiberoptik bronkoskop kullanılarak entübe edilen hastalarda hemodinamik ve solunumsal parametrelerdeki değişimleri saptamak amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmada, çeşitli cerrahi işlemlerden önce esnek bronkoskop yardımıyla entübe edilen toplam 50 hastanın tıbbi dosyalarından elde edilen veriler analiz edildi. Temel tanımlayıcı istatistikler, antropometrik ölçümler ve anesteziyolojik veriler kaydedildi.İndüksiyon öncesi ve sonrası ve fiberoptik entübasyon sonrası bu parametrelerdeki değişiklikler karşılaştırıldı.
BULGULAR: Ortalama sistolik arter basıncı (SAP), diyastolik arter basıncı (DAP), ortalama arter basıncı (MAP) ve kalp atış hızının indüksiyon sonrası anlamlı şekilde azaldığı, ancak entübasyon sonrası arttığı gözlemlendi. Arteriyel oksijen satürasyonu (saO2) seviyesinde anlamlı değişiklik olmadı ve indüksiyondan sonrası ile entübasyon sonrası değerler arasında anlamlı fark tespit edilmedi. Entübasyon sonra end-tidal karbon dioksit (etCO2) değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı artış kaydedildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuçlarımız fiberoptik entübasyonun işlem süresini uzatmadığını ve istenmeyen solunumsal veya kardiyovasküler sonuçlara yol açmadığını göstermektedir. Fiberoptik entübasyonun için öğrenme eğrilerinin başında olan hekimler, zorlu havayolu vakalarından önce normal hastalarda bu güvenli ve pratik prosedürü uygulayabilirler.
INTRODUCTION: The algorithm for difficult intubation must be reviewed carefully and necessary instruments must be prepared in order to minimize morbidity and complications linked with intubation and extubation. Fiberoptic intubation by an experienced anesthesiologist can constitute a good alternative in cases necessitating urgent establishment of airway.To compare the changes in hemodynamic and respiratory parameters following endotracheal intubation with the use of flexible bronchoscope in the early stages of learning curve.

METHODS: In this retrospective study data extracted from the medical files of a total of 50 patients who were intubated with the aid of flexible bronchoscope prior to various surgical procedures was analyzed. Baseline descriptive, anthropometric measurements, anesthesiological data were noted. Alterations in these parameters before and after induction as well as subsequent to intubation were investigated.


RESULTS: We observed that mean systolic arterial pressure (SAP), diastolic arterial pressure (DAP), mean arterial pressure (MAP) and heart rate decreased significantly after induction, but it increased after intubation. Arterial oxygen saturation (saO2) level remain unchanged, and there was no significant difference between after induction and after intubation. There was a statistically significant increase in end tidal carbon dioxide (etCO2) after intubation.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our results indicate that fiberoptic intubation does not prolong the duration of procedure and does not lead to adverse respiratory or cardiovascular outcomes. Trainees who are in the beginning of their learning curve for FOI can perform this safe and practical procedure in normal patients before difficult airway cases.

16.Evaluation Of Acute Effect Of Ventricular Tachycardia Ablation On Qt Dispersion, Tp-Te Interval and Tp-Te/Qt Ratio In Patıents With Ischemıc Dilated Cardiomyopathy
Abdülkadir Uslu, Ayhan Küp, Serdar Demir, Kamil Gülşen, Mehmet Çelik, Alper Kepez, Taylan Akgün
doi: 10.5505/ktd.2020.49404  Pages 92 - 97
GİRİŞ ve AMAÇ: Literatürde kardiyomiyopati hastalarında skar dokusunun sol ventrikül repolarizasyon süreci üzerine etkileri ile ilgili sınırlı veri bulunmaktadır. Mevcut çalışmada amaç ventrikül taşikardi (VT) ablasyonunun aritmi başlangıcı ve sürdürülmesinde rolü olduğu iddia edilen sol ventrikül repolarizasyon dispersiyonu üzerine akut etkisinin araştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: İskemik kardiyomiyopatisi olan ve VT ablasyonu yapılan sıralı 27 hasta çalışma popülasyonumuzu oluşturdu. Hastaneye yatış esnasında ve işlemden sonra elde edilen elektrokardiyografik kayıtlar retrospektif olarak ventrikül repolarizasyon dispersiyonunun noninvaziv göstergeleri oldukları iddia edilen QTc dispersiyonu, Tp-Te intervali ve Tp-Te/QT oranı açısından değerlendirildi. VT ablasyonu öncesi ve sonrasında elde edilen parametreler arasındaki farkın önemi araştırıldı.
BULGULAR: Ablasyon öncesi ve sonrası dönem arasında QTc dispersiyonu (47.8 ± 28.3 msn vs 42.4 ± 16.0 msn, p: 0.42), Tp-Te intervali (derivasyon V5; 92.2 ± 26.6 msn vs 96.4 ± 24.9 msn, p: 0.40) ve Tp-Te/QT oranı (derivasyon V5; 0.21 ± 0.06 vs 0.22 ± 0.06, p: 0.43) açısından önemli farklılık yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: VT ablasyonu işlemin hemen sonrasında repolarizasyon heterojenitesini ve transmural dispersiyonunu yansıttığı iddia edilen elektrokardiyografik parametrelerde değişikliğe neden olmadı.
INTRODUCTION: There is limited data in the literature regarding the effect of scar tissue on left ventricular (LV) repolarization process in patients with cardiomyopathy. The aim of present study is to evaluate the acute effect of ventricular tachycardia (VT) ablation on dispersion of LV repolarization which is suggested to play a role in initiating and sustaining arrhythmia.
METHODS: A total of 27 consecutive patients with ischemic cardiomyopathy who had undergone VT ablation constituted our study population. Electrocardiographic recordings obtained at the time of hospitalization and after the procedure were retrospectively evaluated for the QTc dispersion, Tp-Te interval and Tp-Te/QT ratio which are suggested to be noninvasive markers of dispersion of ventricular repolarization. Significance of difference between electrocardiographic parameters obtained before and after VT ablation was evaluated.
RESULTS: There was no significant difference between pre- and post ablation state regarding QTc dispersion (47.8 ± 28.3 msec vs 42.4 ± 16.0 msec, p: 0.42), Tp-Te interval (derivation V5; 92.2 ± 26.6 msec vs 96.4 ± 24.9 msec, p: 0.40) and Tp-Te/QT ratio (derivation V5; 0.21 ± 0.06 vs 0.22 ± 0.06, p: 0.43).
DISCUSSION AND CONCLUSION: VT ablation did not alter electrocardiographic parameters that are assumed to represent heterogeneity and transmural dispersion of repolarization in the immediate post procedure state.

17.Seasonal Changes and Time of Admission to the Emergency Unit for Patients with Carbonmonoxide Intoxication
Şükrü Koçkan, Hüseyin Cahit Halhallı
doi: 10.5505/ktd.2020.92300  Pages 98 - 104
GİRİŞ ve AMAÇ: Karbonmonoksit (CO) intoksikasyonu mortalitesi yüksek bir hastalıktır. Biz bu çalışmada, yoğun Acil Servis başvurularında mevsimsel değişikliklerin öneminin vurgulanması ile CO intoksikasyonu bulgularının çoğu zaman genel ve tanıya yardımcı olma olasılığı düşük semptomlarının tanı koymadaki farkındalığı artırabileceğinİ, ayrıca CO intoksikasyonu tanısı alan hastaların demografik verilerinin ve 1 yıllık mortalite araştırılmasının hastalığın tanı ve tedavisi yanında acil serviste gözlem süreleri ve hospitalizasyon önerilerine katkı sunabileceğini düşündük.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastane veri sistemi retrospektif olarak incelendi ve 4 yıllık süre içerisinde (01.01.2015 - 01.12.2019 tarihleri arasında) hastanemiz Acil Tıp Kliniğine başvuran, kan gazında karboksihemoglobin (COHb) düzeyi %10’un üzerinde olan hastalar tespit edildi
BULGULAR: Çalışmamıza 160’ı kadın, 251’i erkek olmak üzere toplam 411 hasta dahil edildi. CO intoksikasyonu tanısı alan hasta sayısı 63 hasta ile en fazla Ocak ayında (15.33%) görüldü. Bu süreçte mortal seyreden 17 hastamız (4.14%) oldu. 1 yıllık mortalitenin sonbaharda, kış ve ilkbahara göre daha fazla olduğunu tespit ettik (p=0.008). Ancak genel mortalite açısından mevsimler arasında anlamlı bir fark yoktu (p=0.685). Bulantı, kusma, karın ağrısı, baş dönmesi gibi non spesifik semptomlarla başvuran ve CO intoksikasyonu saptanan hastalar arasında mevsimsel bir faklılılığın olmadığı görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Karbonmonoksit intoksikasyonu görülme sıklığı özellikle kış aylarında artış göstermektedir. Yoğun Acil Servis başvurularında mevsimsel ve iklimsel değişikliklerin olduğu dönemlerde; özellikle non spesifik semptomlarla başvuran hastalar için hekimlerin farkındalığını artıracak önlemler alınmalıdır.
INTRODUCTION: Carbonmonoxide (CO) intoxication is a disease with high mortality rates. In this study, we aimed to emphasize the importance of seasonal changes in emergency unit admissions and believe that symptoms of CO intoxication, which are commonly general and demostrate a low possibility to facilitate diagnosis, may increase the awareness on diagnosing, and that the demographic data and 1-year mortality evaluation of patients with CO intoxication may contribute to the duration of emergency unit stay and hospitalization recommendations of the treatment in addition to the diagnosis and treatment of the disease.
METHODS: The data system of the hospital was retrospectively investigated and patients who had presented to the Emergency Medicine Clinics of our hospital within a 4 year period (01.01.2015 – 01.12.2019), and who had a blood carboxyhemoglobin (COHb) gas level of 10%, were determined.
RESULTS: The study included a total of 411 patients; among these, 160 were female and 251 were male. Admission was highest in January, with 63 patients with CO intoxication (15.33%). We observed mortality in 17 patients (4.14%). 1-year mortality was higher in fall, compared to winter and spring (p=0.008). However, no significant difference was observed regarding seasons (p=0.685). No seasonal difference was observed in patients with non-specific symptoms such as nausea, vomiting, abdominal pain and dizziness, and diagnosed CO intoxication.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Incidence of carbonmonoxide intoxication increases during winter. Precautions that lead to awareness of the physicians for patients who present to emergency units, especially with non-specific symptoms at times of seasonal and climate changes.

18.The evaluation of difficult intubation risk in children with hydrocephalus undergoing shunt surgery: a prospective controlled study
Ayten Saracoglu, Kemal Saracoglu, Ferhat Erenler, Hüseyin CANAZ, Deniz Kızılay, İbrahim Haluk Kafalı
doi: 10.5505/ktd.2020.65668  Pages 105 - 110
GİRİŞ ve AMAÇ: Hidrosefali kafa kaidesinde genişlemeye ve kafatasının anatomisinin bozulmasına öncülük ederek genellikle yenidoğan ve pediatrik hastaların havayolu yönetiminde ciddi zorluklara neden olmaktadır. Bu, başın yerleşmesini engelleyerek geleneksel laringoskopi için zorlukla sonuçlanır. Bu çalışmada şant cerrahisi geçiren pediyatrik hastalarda anatomik özellikler ile zor entübasyon bulguları arasındaki ilişkiyi belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ventriküloperitoneal şant yerleştirilmesi gerektiren altmış hasta çalışmaya alındı. Hastalar üç gruba ayrıldı: hidrosefalisi olan >1 ay üzerinde (n=20), hidrosefalisi olan yenidoğan (n=20) ve hidrosefalisi olmayan yenidoğan (n=20). Baş çevresi, alt ve üst dudak-çene mesafesi, sternomental ve tiromental mesafe, Cormack-Lehane sınıflaması skoru kaydedildi. Başarılı entübasyon için girişim sayısı, optimizasyon manevralarının varlığı da kaydedildi. Entübasyonun zorluğu 10 cm’lik VAS cetveliyle ölçüldü. Tüm hastalar aynı anesteziyolojist tarafından entübe edildi.
BULGULAR: ASA skorları, entübasyon girişim sayıları, optimizasyon manevralarının sıklığı, hidrosefalisi olanlarla karşılaştırıldığında hidrosefalisi olmayan yenidoğanlarda anlamlı olarak daha düşüktü (p˂0,05). Hidrosefalisi olmayanlarla karşılaştırıldığında tragus-çene mesafesi hidrosefalisi olan yenidoğanlarda azalmıştı. Hidrosefalisi olan yenidoğanlarda Cormack-Lehane sınıf III anlamlı olarak artmışken, Cormack-Lehane sınıf I anlamlı olarak azalmıştır (p<0.05). Hidrosefalisi olan yenidoğanların ikinci girişimde entübasyon oranı %45 iken bu oran kontrol grubunda sadece %10’du.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmanın sonuçları hidrosefalisi olan çocuk hastalarda zor entübasyon riskinin arttığını göstermektedir.
INTRODUCTION: Hydrocephalus commonly cause serious challenges in airway management of newborn and paediatric patients, leading to enlarged head and distortion of skull anatomy. This result in difficulty for conventional laryngoscopy by hindering positioning of head. In this study, we aimed to determine the relationship between anatomic features and the signs of difficult intubation in paediatric patients undergoing shunt surgery.
METHODS: Sixty patients requiring ventriculoperitoneal shunt insertion were enrolled. Patients divided into three groups based on >1 month of age with hydrocephalus (n=20), newborn with hydrocephalus (n=20) and newborn without hydrocephalus (n=20). Head circumference, the lower and upper lip-chin distance, sternomental and thyromental distance, Cormack-Lehane Classification scores were recorded. The number of attempts for successful intubation, presence of optimization maneuvers were also recorded. The difficulty of intubation was evaluated with a 10 cm VAS ruler. All patients were intubated by the same anaesthesiologist.
RESULTS: The ASA scores, number of intubation attempts, and the frequency of optimization maneuvers were significantly lower in neonates without hydrocephalus as compared to patients with hydrocephalus (p˂0.05). The tragus-to-chin distance was decreased in the neonates with hydrocephalus in comparison with those without hydrocephalus. The Cormack-Lehane grade III was significantly increased while the Cormack-Lehane grade I was significantly decreased in neonates with hydrocephalus (p<0.05). Whereas 45% of the neonates with hydrocephalus were intubated at the second attempt, the rate was only 10% in control group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The results of this study suggest that the risk of difficult intubation increases in paediatric patients with hydrocephalus.

19.Determınatıon Of The Valıdıty And Relıabılıty Of Chest Paın Rısk Stratıfıcatıon Scores In Elderly Patıents Wıth Suspected Acute Coronary Syndrome In The Emergency Department
Emrah Celik, Aylin Erkek, Onur Karakayali, Bora Kaya, Serkan Yilmaz
doi: 10.5505/ktd.2020.02360  Pages 111 - 118
GİRİŞ ve AMAÇ: Göğüs ağrısı ile acil servise başvuran akut koroner sendrom (AKS) düşülerek takip edilen 65 yaş üzeri hastalarda 6 haftalık major kardiyak olay (MACE) görülme oranlarını ön görmede GRACE, TIMI, HEART skorlarının güvenli olup olmadığının araştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu tek merkezli prospektif gözlemsel çalışmaya 6 aylık dönemde 3. basamak eğitim araştırma hastanesi acil servisine göğüs ağrısı ile başvuran akut koroner sendrom düşünülen 65 yaş üzeri hastalar dahil edildi. Tüm hastalar için GRACE, TIMI, HEART skorları hesaplandı. İlk başvurudan itibaren 6 hafta içinde hastalardaki MACE gelişimi değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya 181 hasta dahil edildi. Araştırmada yer alan hastaların ortalama yaşı 73.9 ve % 61.9’u erkekti. Hastaların 22’sinde (% 12.2) altı haftalık takip sonucunda MACE tespit edildi. HEART skoru ≤ 3 olan 15 hastanın 1’inde (%6.6), TIMI skoru ≤ 2 olan 53 hastanın 6’sında (%11.3) ve GRACE skoru <110 olan 46 hastanın 4’ünde (%8.7) MACE geliştiği bulunmuştur. Risk skorlarının ROC analizinde eğri altında kalan alan; HEART: 0.59 (%95 GA: 0.435-0.684), TIMI: 0.505 (%95 GA: 0.386 - 0.624), GRACE: 0.603 (%95 GA: 0.479 - 0.727) olarak bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: HEART, TIMI ve GRACE skorlarının akut koroner sendrom düşündüren göğüs ağrısı şikayeti olan ileri yaş hastalarda 6 hafta içerisindeki MACE tahmininde etkinlikleri genel popülasyonla karşılaştırıldığında daha düşük seviyede olduğu görülmektedir.
INTRODUCTION: This study aimed to investigate whether GRACE, TIMI, and HEART scores were reliable in predicting the major cardiac events (MACE) for six weeks of duration in patients older than 65 years, who were followed-up with the suspicion of acute coronary syndrome (ACS).
METHODS: This single-center prospective observational study included patients over the age of 65 years who had presented to the emergency department (ED) of a tertiary hospital with acute chest pain. The development of MACE that had occurred within 6 weeks following the ED admission was evaluated
RESULTS: A total of 181 patients were included in the study. The mean age of the patients was 73.9 years, and 61.9% were male. During six weeks of follow-up, MACE developed in 22 (12%) patients. MACE was observed in one (6.6%) of 15 patients with a HEART score of ≤ 3 points, in 6 (11.3%) of 53 patients with a TIMI score of ≤ 2 points, and in 4 (8.7%) of 46 patients with a GRACE score of <110 points. In the ROC analysis of the risk scores, the area under the curve (AUC) was found to be 0.59 (95% CI = 0.435-0.684) for HEART, 0.505 (95% CI = 0.386 - 0.624) for TIMI, and 0.603 (95% CI = 0.479-0.727) for GRACE.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The HEART, TIMI, and GRACE risk scores were lower in the MACE prediction over a six weeks period in patients over 65 years of age who had presented with chest pain suspected of acute coronary syndrome compared to the general population.

20.Nursing Students Use of Complementary and Holistic Therapies to Reduce Stress
Özlem Akman, Dilek Yıldırım
doi: 10.5505/ktd.2020.72325  Pages 119 - 125
GİRİŞ ve AMAÇ: Hemşirelik öğrencilerinin, okul ve günlük yaşamlarındaki stresi azaltmada tamamlayıcı/bütüncül tedavileri yaklaşımları ve kullanma durumlarını belirlemek amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırmada miks metod (nicel ve nitel) kullanılmıştır. Araştırmada örneklem seçimine gidilmeden 132 öğrenci ile gerçekleştirilmiştir. Soruların cevaplanması yaklaşık 15 dakika sürmüştür. Öğrencilerin tanıtıcı özelliklerinin analizinde sayı ve yüzdelik, açık uçlu sorularda tematik analiz yöntemi kullanılmıştır.
BULGULAR: Öğrencilerin %77,27’si (n=102) tamamlayıcı/bütüncül tedavileri “tavsiye ederim ve kullanılırım”, %6,07’si ( n=8) “tavsiye etmem ve kullanmam” ve %16,66’sı (n=22) “fikrim yok” cevabını vermişlerdir. Streslerini azaltmak için yaptıkları uygulamalar altı başlık altında toplanmıştır. Aynı zamanda öğrencilerin %53,03 (n=70)’ü tamamlayıcı/bütüncül tedavilerin genel etkileri tanımlarken, %46,96 (n=62)’sı özel etkileri tanımlamışlardır. Genel etki tanımlayanların %52,85’i (n=37) pozitif, %35,71’i (n=25) negatif ve %11,42’si (n=8) emin olmadığını belirtmişlerdir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hemşirelik öğrencilerinin okul ve günlük yaşamdaki streslerini azaltmak için tamamlayıcı/bütüncül tedavileri kullandıkları ve bu konularda daha fazla bilgiye ihtiyaç duydukları belirlenmiştir. Bu nedenle öğrencilerin eğitim dönemi içinde tamamlayıcı/bütüncül tedaviler konusunda bilgilendirilmeleri ve profesyonel kişilerden stres azaltan yöntemleri uygulamalı olarak öğrenmeleri tavsiye edilebilir.
INTRODUCTION: It was carried out to determine the complementary / holistic treatments approaches and use situations of nursing students in reducing stress in their school and daily lives.
METHODS: In the research, mixed method (quantitative and qualitative) was used. The research was carried out with 132 students without selecting the sample. Answering the questions took about 15 minutes. In the analysis of students' introductory features, number and percentage, and thematic analysis method was used for open-ended questions.
RESULTS: 77.27% (n = 102) of the students “recommend and use” complementary / holistic treatments, 6.07% (n = 8) “do not recommend and use” and 16.66% (n = 22) They answered “I have no idea”.The applications they made to reduce their stress are gathered under six headings.At the same time, 53.03% (n = 70) of the students defined the general effects of complementary / holistic treatments, while 46.96% (n = 62) defined the special effects.52.85% (n = 37) of those who defined the general impact stated that they were not positive, 35.71% (n = 25) were negative and 11.42% (n = 8) were not sure.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It has been determined that nursing students use complementary / holistic treatments to reduce their stress in school and daily life and need more information on these issues. For this reason, it may be recommended that students be informed about complementary / holistic therapies during the education period and learn methods that reduce stress by practicing professionals.

21.Otoacoustic emission measurements in patients with Fibromyalgia syndrome
Saime Sağıroğlu, Tuba Tülay Koca
doi: 10.5505/ktd.2020.47704  Pages 126 - 130
GİRİŞ ve AMAÇ: Fibromiyalji sendromlu (FMS) hastalarda koklear fonksiyonların analizini amaçladık.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma prospektif bir vaka kontrol çalışması olarak tasarlanmıştır. Çalışmaya Amerikan Koleji Romatoloji (ACR) 2010 kriterlerine göre FMS tanısı konan 24 kadın ve 2 erkek hasta alındı. Kontrol grubu 31 sağlıklı yaş, cinsiyet ve vücut kitle indeksi (VKI) eşleştirilmiş deneklerden oluşmaktadır. Katılımcıların sosyodemografik verileri (yaş, cinsiyet, boy, kilo) kaydedildi. Otoakustik emisyon testleri (AOETs); Distorsiyon ürünleri (DP) ve geçici emisyon (TE) değerleri FMS ve kontrol gruplarında değerlendirildi.

BULGULAR: Çalışma grubumuz 28 kadın ve 2 erkek olup yaşları ortalama 42.9 ± 10.6 yıl idi. Ortalama VKI 30.1 ± 5 kg / m2 idi. Kontrol grubumuz 27 kadın ve 4 erkek olup ortalama yaş 38.3 ±
15.1 yıl idi. VKİ ortalaması 29.4 ± 2.4 kg / m idi. Her iki grup yaş, cinsiyet ve VKİ ile benzerdi.
FMS grubumuzdaki AOET'lerdeki farklı frekansların çoğunda düşük sonuçlar gözlendi. İşitme değerlendirmesi 250 ve 8.000 Hz arasındaki frekanslarda, odyometride iki grup arasında (FMS grubunda yüksek işitme frekansları) anlamlı bir fark olduğunu gözlendi.

TARTIŞMA ve SONUÇ: FMS hastalarında, koklea yüksek frekanslarda daha fazla etkilenebilir ve bu hastalarda koklear, tüy hücresi disfonksiyonuna neden olabilir.
INTRODUCTION: We aimed to analyze the cochlear functions in patients with Fibromyalgia syndrome (FMS).
METHODS: The study designed as a prospective case-control study. Twenty-eight female and two male patients diagnosed with FMS according to American College of Rheumatology (ACR) 2010 criteria were included in the study. The control group consisted of 31 healthy age, gender and body mass index (BMI) matched subjects. Participants' sociodemographic data (age, gender, height, weight) were recorded. Otoacoustic emission tests (AOETs); distortion products (DP) and transient emission (TE) values were evaluated in FMS and control groups.
RESULTS: : Our study group consisted of 28 females and 2 males at the age of 42.9 ± 10.6 years. The mean BMI was 30.1 ± 5 kg / m2. Our control group consisted of 27 females and 4 males aged 38.3 ±
15.1 years. The mean BMI was 29.4 ± 2.4 kg / m 2. Both groups were similar in age, sex, and BMI.
Lower results were observed in most of different frequencies at AOETs in our FMS group. The hearing assessments at frequencies between 250 and 8.000 Hz showed a significant difference between the two groups (high hearing frequencies in the FMS group) in audiometry.


DISCUSSION AND CONCLUSION: İn FMS patients, cochlea may be more affected at higher frequencies and it may cause cochlear, hair cell dysfunction in these patients.

22.Comparison of polysomnography parameters and functional status of patients with fibromyalgia and obstructive sleep apnea syndrome
Tuğba Atan, Doğan Atan
doi: 10.5505/ktd.2020.40326  Pages 131 - 135
GİRİŞ ve AMAÇ: Fibromiyalji sendromu (FMS) olan bireylerde uyku bozuklukları sık görülebilmektedir. Çalışmamızın amacı tıkayıcı uyku apne sendromu (TUAS) ve FMS olan bireylerde polisomnografi parametreleri ve FMS ile ilişkili fonksiyonel durumlarını karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Amerikan Romatoloji Birliği (ACR) 2010 kriterlerine göre FMS tanısı konulan ve beraberinde polisomnografi sonucu ile TUAS tespit edilen 22 hasta ile basit horlama tespit edilen 17 hasta dahil edildi. Her iki grubun demografik verileri, polisomnografi parametreleri ve fibromiyalji etki anketi verileri istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Ayrıca polisomnografi parametreleri ile fibromiyalji etki anketi değerlerinin korelasyonu incelendi.
BULGULAR: Fibromiyalji etki anketi değeri basit horlaması ve FMS olan grupta istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek tespit edilmiştir (p= 0.028). Polisomnografi parametreleri ile fibromiyalji etki anketi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmamıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda, hastaların TUAS şiddeti ile FMS’na bağlı fonksiyonel durumları arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır.
INTRODUCTION: Sleep disorders are common in individuals with fibromyalgia syndrome (FMS). The aim of this study was to compare the polysomnography parameters and FMS-related functional status in individuals with obstructive sleep apnea syndrome (OSAS) and FMS.
METHODS: Twenty-two patients diagnosed with OSAS and 17 patients with simple snoring detected by polysomnography were included in the study. FMS was diagnosed according to American Rheumatology Association (ACR) 2010 criteria for both group patients. The demographic data, polysomnographic parameters and the Fibromyalgia impact questionnaire data of both groups were compared statistically. In addition, the correlation between polysomnography parameters and fibromyalgia impact questionnaire values was examined.
RESULTS: Fibromyalgia impact questionnaire value was significantly higher in the group with simple snoring and FMS (p = 0.028). No statistically significant relationship was found between polysomnography parameters and fibromyalgia effect questionnaire.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, no significant correlation was found between OSAS severity and FMS-related functional status.

23.Assessment of Recalled Patients in Population Based Screening Mammography
Nuray Voyvoda
doi: 10.5505/ktd.2020.63549  Pages 136 - 139
GİRİŞ ve AMAÇ: İlimiz içerisindeki KETEM ikinci düzey merkezlerinden biri olan hastanemize geri çağrılma ile yönlendirilen hastaların bulgularının ikinci basamak merkezin bakış açısından değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: KETEM de mamografileri çekilen ve Ocak 2016- Ekim 2019 tarihleri arasında bölümümüze yönlendirilen hastalar çalışmaya dahil edildi. Rapor ve filmi getirme oranları,US-BIRADS kategorisi, true pozitif, false pozitif, positive prediktif değer (ppv) ve kanser saptama oranları değerlendirildi.
BULGULAR: Yaş ortalaması 52 olan 409 hastanın, %94,4 ünde filmleri görülmeden US incelemesi yapıldı. BIRADS 4-5 grubunda histopatolojik verilerine ulaşılan 21 hasta için Gerçek pozitiflik 16, yalancı pozitiflik 5, ppd 76% idi. Kanser saptama oranı 16/409 (Binde 39,1) idi. 4/16 minimal invaziv kanser saptama oranı idi. Malign kitle boyutu 7-40 mm arasında değişmekte idi. Malign tanı alan hastaların 9’unda memede sertlik, ele gelen kitle, ciltte çekinti gibi semptomlar mevcuttu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İkinci basamakta yaşanan öncelikli sorun mamografi filmleri görülmeden US yapılmasıdır. KETEM de sadece tarama amaçlı değil tanısal amaçlı da kullanılmaktadır. Bu nedenle saptanan kanser oranları tarama programlarından yüksek bulunmaktadır. Tarama programının işleyişinin ikinci basamakta da düzenlenmesine ihtiyaç duyulmaktadır.
INTRODUCTION: This study assesses the results of patients referred by KETEM (Cancer Early Diagnosis Screening and Education Center) to our hospital as a result of a recall, providing the viewpoint of a secondary level center.
METHODS: The study included patients who underwent a mammography at KETEM and who were referred to our department through a recall between January 2016 and October 2019. The assessment parameters included the rates at which the patients bringing report and mammography images, US BIRADS category, true positives, false positives, ppv and cancer detection rates.
RESULTS: The average age of the 409 patients was 52 years. Of the patients, 94.4% underwent a US examination without previous access to mammography images. In the 21 BIRADS 4 and 5 patients with histopathological data, the true positivity rate was 16, the false positivity rate was 5, and PPV was 76%. The cancer detection rate was 16/409 (39.1‰); the detection rate for minimally invasive cancer was 4/16; the size of the malignant mass varied from 7 to 40 mm; and symptoms such as breast stiffness, palpable mass and skin retraction were noted in nine of the patients diagnosed with malignancy.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The main issue experienced at a secondary level is the need to perform US without first accessing mammography images. The approach is used not only for screening at KETEM, but also for diagnostic purposes, and so the rates of detected cancer are higher than from screening programs. There is a need to revise the functioning of screening programs also in secondary level.

REVIEW ARTICLE
24.Seasonal variations in exacerbations of chronic obstructive pulmonary disease
Ugur Gonlugur, Tanseli Gonlugur
doi: 10.5505/ktd.2020.78055  Pages 140 - 146
Her alevlenme ile hastanın sağlık durumu ve prognozu kötüleştiğinden kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) tedavisinde ana amaç alevlenmelerin sıklığını ve ağırlığını azaltmaktır. Kış mevsiminde KOAH alevlenmelerinde ve hastane başvurularında artış olduğu uzun zamandan beri biliniyor olsa da meteorolojik faktörlere maruz kalmanın hangi mekanizmalarla morbidite riskini arttırdığı belli değildir. Sıcak veya soğuk algı eşiğinin coğrafik lokalizasyona göre değişmesi nedeniyle bazı araştırmalar birbirleriyle çelişen ilişkiler bulmuşlardır. Soğuğun KOAH üzerine etkisi sıcaktan daha fazla olup bu etki özellikle yaşlılarda belirgindir. Sıcaklığa bağlı mortalitede latent bir süreç bulunmaktadır. Solunum yolu enfeksiyonları ve hava kirliliği sıcaklığın etkisini arttırıp azaltabilir. Alevlenme için risk faktörlerinin erkenden saptanması yüksek riskli KOAH hastalarının alevlenmeden korunmasına ve yaşam kalitelerinin iyileşmesine yardımcı olabilir.
Because the prognosis and health status deteriorates with each exacerbation, the main objective of chronic obstructive pulmonary disease (COPD) treatment is to reduce the frequency and severity of exacerbations. Although the increase in COPD exacerbations and the higher number of hospital admissions during the winter season have been well known for years, the exact mechanism by which exposure to meteorological factors can increase the risk of morbidity remains unclear. Some studies have found inconsistent associations because temperature thresholds for cold or hot change by geographic location. Cold effect is higher than heat effect on COPD, especially elderly. Temperature-related mortality has a latent period. Respiratory infections and air pollution may modify the effect of temperature. Early identification of risk factors for exacerbation may help to prevent high-risk COPD patients from suffering an exacerbation and improve their quality of life.

ORIGINAL ARTICLE
25.Evaluation of Pap-Smear Colposcopy and Leep Results of Hpv Infected Patients
TOLGA ATAKUL
doi: 10.5505/ktd.2020.68790  Pages 147 - 154
GİRİŞ ve AMAÇ: HPV taraması yapılmış hastaların Pap-smear ve kolposkopik inceleme sonuçlarının servikal örnekleme sonucu ile ilişkisini belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2014-Haziran 2016 tarihleri arasında, Adnan Menderes Üniversitesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikinliği'ne başvuran, 25-80 yaş arası, 148 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların, yaş, vücut kitle indeksi, gravida, parite, sigara kullanımı, menopoz durumu ve ek hastalıkları gibi tanımlayıcı özellikleri ve HPV-DNA, Pap Smear, kolposkopi ve LEEP sonuçları kaydedildi.
BULGULAR: Hastaların, 56 (%34,57)’sının sitoloji sonucu ASCUS, 50 (%30,86)’sinin LSIL, 15(%9,26)’inin HSIL, 80(%49,38)’inin HPV-DNA sonucu 16 ve/veya 18 pozitif, 50 (%30,86)’sinde diğer HPV tipleri pozitifti. Yapılan kolposkopik incelemede 122(%75,31) hastada patolojik bulgu saptanmıştı. Sitoloji sonucu, ASCUS ve LSIL olan hastalarda normal patolojik inceleme sonucuna sahip olma oranları, ASC-H saptanan hastalarda patolojik incelemede CIN 2-3 oranları, AGC olan hastalarda patolojik incelemede servikal kanser oranları diğerlerine göre anlamlı olarak daha fazlaydı (p <0.001). HPV-DNA sonuçları ile servikal biyopsi sonuçları arasında HPV negatifliği veya tiplerine göre anlamlı ilişki saptanamadı (p=0.132). Kolposkopik incelemede anormal bulgu izlenmeyen hastalarda, normal patolojik inceleme oranları anlamlı olarak daha fazlaydı (p=0,001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda elde ettiğimiz verilerin bölgemizdeki HPV prevalansı ve tip dağılımının, Pap-smear, HPV-DNA ve kolposkopi sonuçlarının nihai patolojik inceleme sonuçları ile ilişkileri konusunda literatüre katkı sağlayacağını düşünmekteyiz. Alanda çok merkezli, yeterli örneklem boyutuna sahip ve kontrol grupları içeren çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
INTRODUCTION: To determine the correlation between the results of Pap Smear and colposcopic examination and cervical sampling of HPV positive patients.
METHODS: Between January 2014 and June 2016, 148 patients, aged 25-80 years, who were admitted to Adnan Menderes University Obstetrics and Gynecology Outpatient Clinic were included in the study. Descriptive characteristics of patients such as age, body mass index, gravida, parity, smoking, menopausal status and comorbidities, and HPV-DNA, Pap Smear, colposcopy and LEEP results were recorded.
RESULTS: Cytology results of 56(%34,57) patients were ASCUS, LSIL of 50(%30,86), HSIL of 15(%9,26), HPV-DNA test results were positive for type 16 and / or 18 in eighty (%49,38) and positive for other HPV types in fifty (%30,86). Colposcopic examination revealed pathological findings in 122 (75.31%) patients. As a result of cytology, normal pathological examination rates in patients with ASCUS and LSIL, CIN 2-3 rates in patients with ASC-H and cervical cancer rates in AGC patients were significantly higher than others (p<0.001). No significant correlation was found between HPV-DNA results and cervical biopsy results according to HPV negativity or types (p=0.132). Normal pathological examination rates were significantly higher in patients without abnormal findings on colposcopic examination(p=0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We believe that the results of our study will contribute to the literature on the prevalence and type distribution of HPV in our region, the relationship between Pap Smear, HPV-DNA, colposcopy results and final pathological examination results. Multicenter studies with sufficient sample size and control groups are needed in this field.

26.Restless Leg Syndrome and Sleep Quality in Private Health Care Workers
Hamit Çelik, Ahmet Yardım
doi: 10.5505/ktd.2020.22120  Pages 155 - 161
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda özel hastane çalışanlarında huzursuz bacaklar sendromu (HBS) sıklığını, sosyodemografik özelliklerinin saptanmasını, huzursuz bacak lar sendromu ile uyku kalitesi ve nöbet-vardiya ilişkisini değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza 2019 Ekim ayında Özel Buhara Hastanesinde çalışan sağlık personellerinden 335 gönüllü katılımcı dahil edildi. Tüm katılımcılara Huzursuz Bacaklar Sendromu Tanı Formu, Pittsburgh Uyku Kalite İndeksi (PUKİ) uygulandı.HBS tanısı alan olgulara Huzursuz Bacaklar Sendromu Şiddet Değerlendirme Ölçeği (HBS-ŞDÖ ) uygulandı.


BULGULAR: Katılımcıların 40’ı doktor (%11,9), 125’i hemşire, ebe ve sağlık memuru (%37,3), 170’i yardımcı sağlık personeli (%50,7) idi. Toplamda 88 çalışanda HBS saptandı. Çalışmamızda HBS prevalansı % 26 saptandı. Pittsburgh Uyku Kalite İndeks skoru huzursuz bacaklar sendromu olan grupta HBS olmayan gruba göre anlamlı olarak daha yüksek bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: HBS ve HBS şiddet derecesinin artışı kötü uyku kalitesi ile ilişki saptandı. Bu nedenle gündüz uykululuğu ve uyku bozukluğu olanlarda HBS dikkatlice sorgulanmalı ve tedavi edilmelidir. HBS olanlarda nöbet-vardiya usulü çalışma uyku kalitesini bozmakta ve gündüz uykuluğuna sebep olmaktadır. İş güvenliği ve verimi artırmak için sağlık personellerinin uzun çalışma saatlerinin, çalışma koşullarının düzenlenmesi gerekmektedir.


INTRODUCTION: In this study, we aim to determine the restless legs syndrome (RLS) frequency and its sociodemographic characteristics and to evaluate the relationship between the RLS, sleep quality and on shift-work.
METHODS: 335 healthcare workers of the Private Buhara Hospital voluntarily included in this study in October 2019. All participants were applied RLS Diagnostic Form, Pittsburgh Sleep Quality Index (PSQI). cases diagnosed with RLS were applied RLS Severity Evaluating Scale
RESULTS: 40 (11%) of the participants were medical doctos, 125 (%37,3) were nurses, midwives and health officers (37.3%) and 170 (50.7%) were auxiliary health personnel. A total 88 healtycare worker were diagnosed with RLS and its prevalence was calculated as 26%. PSQI score was significantly higher in cases with RLS than non-RLS participants.
DISCUSSION AND CONCLUSION: RLS and higher RLS severity were found to be associated with poor sleep quality. Therefore, individuals with excessive daytime sleepiness and sleeping disorder should be evaluated for RLS and treated as required. shift-work detoriorates the sleep quality and leads to excessive daytime sleepiness. To increase the occupational safety and efficiency, long working hours and conditions of the healthcare workers should be regulated.

27.Retrorenal Colon Detection Before Percutaneous Nephrolithotomy Surgery Does Not Reduce the Probability of Iatrogenic Colon Injury
Oğuz Özden Cebeci
doi: 10.5505/ktd.2020.71676  Pages 162 - 165
GİRİŞ ve AMAÇ: Avrupa Üroloji kılavuzuna göre; büyük, multiple yada alt pol kaliksi yerleşimli böbrek taşlarında birinci basamak tedavi yöntemi perkütan nefrolitotomidir (PNL). Kolon yaralanması; PNL’nin nadir görülen ancak ciddi bir komplikasyonudur. Retrorenal kolon varlığını PNL sonrası kolon yaralanması için risk faktörü olarak bildiren çalışmalar mevcuttur. Bu çalışmada; preoperatif radyolojik incelemede retrorenal kolon saptanan ve PNL sonrası kolon yaralanması olan olgular retrospektif olarak değerlendirilmiştir.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2015- Aralık 2017 tarihleri arasında böbrek taşı tanısı ile perkütan nefrolitotomi yapılan hastaların kayıtları geriye yönelik incelendi. PNL öncesi böbrek anatomisi, taş ya da taşların yapısı ve retrorenal kolon araştırılması için hastalara supin pozisyonda taş protokollü tomografi görüntülemeleri yapıldı.
BULGULAR: Yaş, cinsiyet, geçirilmiş abdominal cerrahi öyküsü, taşın bulunduğu taraf, VKİ verilerinin değerlendirilmesi sonucunda; yaş ve düşük VKİ retrorenal kolon için risk faktörü olarak saptandı (tablo 1). Retrorenal kolon varlığının da kolon yaralanması için istatistiksel anlamlı risk faktörü olduğu saptandı (p<0.001) ( tablo1). Retrorenal kolon saptanmayan hiçbir hastada kolon yaralanması olmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kolon yaralanması; PNL’nin nadir görülen ancak ciddi bir komplikasyonudur. Retrorenal kolon varlığı; PNL operasyonu sırasında kolon yaralanması için risk faktörüdür. Preoperatif abdominal tomografide retrorenal kolon saptansa bile, PNL esnasında iatrojenik kolon yaralanması görülebilir. Bu nedenle özellikle VKİ’si düşük hastalarda, PNL sonrası kolon yaralanması olabileceği akılda tutulmalıdır.
INTRODUCTION: Percutaneous nephrolithotomy (PNL) is the first line of treatment for renal stones with large, multiple or lower pole calix. Colon injury; is a rare but serious complication of PNL. Early diagnosis and appropriate treatment are vital in colon injury. Presence of retorenal colon as a risk factor for colon injury after PNL. In this study; Preoperative radiological examination revealed retrorenal colon and colon injury after PNL were evaluated retrospectively.
METHODS: The records of patients who underwent percutaneous nephrolithotomy with the diagnosis of kidney stones were retrospectively reviewed. Renal anatomy, the structure of the stones or stones and the retrorenal colon were examined by supine position noncontrast tomography.
RESULTS: As a result of the evaluation of age, sex, previous abdominal surgery history, side of stone, BMI data; age and low BMI were determined as risk factors for retrorenal colon (table 1). Retrorenal colon was also found to be a statistically significant risk factor for colon injury (p <0.001) (table 1). There was no colon injury in any patient with no retorenal colon.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Colon injury; It is a rare but serious complication of PNL. Presence of retorenal colon; It is a risk factor for colon injury during PNL operation. Iatrogenic colon injury may occur during PNL, even if retrorenal colon is detected on preoperative abdominal tomography. Therefore, it should be kept in mind that colon injury may occur after PNL, especially in patients with low BMI.

28.Diagnostic value of hysterosalpingography and laparoscopy for tubal patency in infertile women: a tertiary referral center experience
İsmet Hortu, Seda Akgün Kavurmacı, Gökay Özçeltik, Elif Karadadaş, Fırat Ökmen, Ahmet Mete Ergenoğlu
doi: 10.5505/ktd.2020.19480  Pages 166 - 171
GİRİŞ ve AMAÇ: İnfertilite araştırılmasında tubal açıklık değerlendirmesi ilk basamak testlerdendir. Çalışmanın amacı, infertil hastalarda tubal açıklıkların belirlenmesinde ilk basamak olarak kullanılan Histerosalpingografiyi (HSG) laparoskopik bulgularla karşılaştırmak ve referans bir merkez olan kliniğimize ait verileri retrospektif olarak gözden geçirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı İnfertilite polikliniğine 2014-2019 tarihleri arasında başvurmuş 288 hastada tubal açıklıklar hem HSG hem laparoskopi ile değerlendirilmiştir. Tubal açıklık tanısında, laparoskopi, altın standart yöntem olarak kabul edildiği için, HSG’ye ait veriler, laparoskopi sonuçları baz alınarak analiz edilmiştir.
BULGULAR: Tüm hastaların değerlendirmesinde, tubal açıklıkların saptanmasında, HSG’ye ait Pozitif Prediktif Değer (PPD) %81,1 ve Negatif Prediktif Değer (NPD) ise %53,2 bulunmuştur. Hastalar primer ve sekonder infertilite kategorilerinde baz alınarak analiz edildiğinde, PPD değerleri sırasıyla %79,2 ve % 83,3 ve NPD ise sırasıyla 56,7 ve 48,5 saptanmıştır. Sensitivite ve spesifite ise tüm hastalar için sırasıyla %59,5 ve %76,9, primer infertilitesi olan hastalarda %59,4 ve %77,3 ve sekonder infertilitesi olan hastalar için de sırasıyla %59,5 ve %76,2 olarak tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tubal açıklığı değerlendirmede HSG, ucuz, kolay erişilebilen, non-invaziv ilk basamak test olmasına rağmen sensitivite ve negatif prediktif değerlerinin düşük olması nedeniyle altın standart test olan laparoskopi ile tubaların durumu objektif olarak değerlendirilmelidir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to compare Hysterosalpingography and Laparoscopy as the two methods for evaluation of tubal pathologies in infertile patients and assess sensitivity and specificity of HSG. In addition, we aimed to evaluate a retrospective data of our tertiary referral center.
METHODS: Tubal pathologies were evaluated both with HSG and Laparoscopy in 288 patients who consulted to the infertility clinic. Data obtained with HSG is analysed based on laparoscopic findings where it is considered as the gold standard method.
RESULTS: In all patients, positive predictive value (PPV) of HSG was 81,1% and negative predictive value (NPV) was 53,2%. The patients were analyzed based on primary and secondary infertility where PPVs were 79,2% and 83,3% and NPVs were 56,7% and 48,5%, respectively. The sensitivity and spesificity were 59,5% and 76,9% for all patients, 59,4% and 77,3% for patients with primary infertility and 59,5% and 76,2% for secondary patients, respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: While the sensitivity and spesificity measures for HSG were in agreement with the current literature, Negative predictive values were low marking that laparoscopy should be considered to confirm tubal occlusions which could be overlooked by HSG.