Volume : 8 Suppl : 1 Year : 2024
Index
Membership
Application
Kocaeli Medical Journal - Kocaeli Med J: 8 (1)
Volume: 8  Issue: 1 - 2019
1.Cover

Pages I - II

2.Editorial Board

Pages III - IV

3.Instruction for Authors

Pages V - VII

4.Contents

Pages VIII - XI

ORIGINAL ARTICLE
5.Evaluation of relationship between mean platelet volume and red cell distribution width levels in cases with acute pancreatitis and its severity
Halime Hanım Pençe, Alpaslan Tanoglu, Tolga Duzenli, Yusuf Yazgan
doi: 10.5505/ktd.2019.05935  Pages 1 - 6
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut pankreatit gastrointestinal sistemin önde gelen bir inflamatuar klinik tablosudur. Bu çalışmanın amacı, akut pankreatit ve hastalık şiddeti ile ortalama trombosit hacmi (OTH), eritrosit dağılım genişliği (EDG) ve diğer inflamatuar belirteçler arasındaki ilişkiyi belirlemekti.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 94 akut pankreatitli hasta (erkek/bayan: 55/39) ve 70 sağlıklı kontrol (erkek/bayan: 42/28) çalışmaya dahil edildi. OTH, EDG ve diğer inflamatuar belirteçler tüm çalışmaya katılanlarda ölçüldü. Akut pankreatitli olgularda hastalık ciddiyetini belirlemek için Ranson skoru kullanıldı.
BULGULAR: Akut pankreatitli olgularda, sağlıklı kontrollere gore OTH seviyeleri istatistiki olarak anlamlı düzeyde baskılanmıştı (7,9±1,1 fL ile 8,4±0,9 fL; p=0,003), EDG seviyeleri ise sağlıklı kontrollere göre anlamlı düzeyde yükselmişti (%12,8±1,5 ile %11,7±0,7; p<0,01). Ranson skoru ≥3 olanlarda, olmayanlara gore OTH hacmi değerleri daha belirgin baskılanmıştı (p<0,001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Akut pankreatit ve onun şiddetinin belirlemede tek ve ideal bir metod olmamasına rağmen, OTH hastaneye başvuru esnasında akut pankreatit ve onun ciddiyetinin belirlemede ucuz ve kolay elde edilebilir bir marker olarak kullanılabilir.
INTRODUCTION: Acute pancreatitis is one of the major inflammatory clinical tables among gastrointestinal system diseases. The aim of this study was to determine the relationship between the mean platelet volume (MPV), red cell distribution width (RDW) and other inflammatory markers with acute pancreatitis and its severity.
METHODS: A total of 94 acute pancreatitis patients (male/female: 55/39), and 70 healthy subjects (male/female: 42/28) were enrolled in this study. MPV, RDW and other inflammatory parameters were measured for all participants. Ranson Score was used as to predict the disease severity in cases with acute pancreatitis.
RESULTS: A statistically significant decrease in MPV levels was observed in acute pancreatitis cases compared with healthy controls (7.9±1.1 fL and 8.4±0.9 fL; p=0.003). RDW levels were significantly increased compared to healthy controls (12.8%±1.5 and 11.7%±0.7; p<0.01). MPV levels were more significantly decreases patients with Ranson score ≥3, compared with Ranson score <3 (p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although there is no unique, favorable method to assess acute pancreatitis and its severity, MPV level at hospital admission may be used as an easy and cheap marker in earlier prediction of acute pancreatitis and its seriousness.

6.Long-Term Outcomes of Catheter Ablation of Ventricular Tachycardia in Patients With Ischemic Cardiomyopathy
Selçuk Kanat, Ferit Onur Mutluer
doi: 10.5505/ktd.2019.98360  Pages 7 - 15
GİRİŞ ve AMAÇ: İskemik kardiyomiyopatili (ICM) hastalarda ventriküler taşikardinin (VT) ablasyonu için sürekli olarak bir elektroanatomik haritalama (3D EAM) sistemi kullanılmaktadır. Bu çalışmanın amacı, ICM'de ventriküler taşikardide substrat haritalama ve kateter ablasyonunun (CA) uzun dönem sonuçlarını belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya ICM'li 41 ardışık hasta alındı. 3D EAM kullanan tüm hastalara substrat haritalama ve ablasyon uygulandı. Hastalar akut işlem başarısı, periprosedural komplikasyonlar, mortalite ve VT nüksü açısından takip edildi.
BULGULAR: Bu çalışmaya dahil edilen hastalar için yaş ortalaması 61 ± 7 ve hastaların çoğu erkekti (38% 92,6). Ortalama takip süresi 16,5 ± 8,5 aydı ve takip süresinde 6 (% 14,6) hasta kaybedildi ve 10 (% 24,3) VT olgusunda nüks görüldü. Periprosedural komplikasyonlar hastaların 5'inde (% 11.9) meydana geldi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tek merkezli bir retrospektif çalışmada, iskemik kardiyomiyopatili hastalarda için,3D EAM destekli bir yaklaşım ile VT ablasyonu uygulandığında,uzun dönem başarısı yüksek bulundu (% 75.6). Çalışmamızda, sinüs ritmi yada ventriküler pacing altında, substrat haritalama ve ablasyon başarısı gösterilmiştir.


INTRODUCTION: For ablation of ventricular tachycardia (VT) in patients with ischemic cardiomyopathy (ICM), an electroanatomical mapping (3D EAM) system is constantly used. The goal of this study was to determine the long-term outcomes of substrate mapping and catheter ablation (CA) of Ventricular Tachycardia in ICM.
METHODS: The study included 41 consecutive patients with ICM. Substrate mapping and ablation were performed to all patients using 3D EAM. Patients were followed up for acute procedure success, periprosedural complications, mortality and recurrence of VT.
RESULTS: For patients that included in this study, mean age was 61 ± 7 and majority of the patients was male (38, 92.6 %). Mean follow-up duration was 16.5 ± 8.5 months and in the follow up duration 6 (14,6%) of study patients were lost and 10 (24,3%) experienced VT recurred. Periprocedural complications occurred in 5 of the patients (11.9 %).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In a single center retrospective study, when using a 3D EAM guided approach for VT ablation in patients with ischemic cardiomyopathy, the freedom from any ventricular arrhythmia has found high (75.6 %). Substrate mapping and ablation during on sinus rhythm or under pacing shown as successful which we demonstrated in our study.

7.Impact of the mean platelet volume level on clinical outcomes in outpatient patients with pulmonary arterial hypertension
Kurtulus Karauzum, İrem Karaüzüm
doi: 10.5505/ktd.2019.54926  Pages 16 - 24
GİRİŞ ve AMAÇ: Sağ kalp yetersizliği (KY) pulmoner arteryel hipertansiyon (PAH) hastalarında hastaneye yatışların ve ölümün başlıca nedenidir. Bu çalışmanın amacı; ayaktan PAH hastalarında Ortalama Trombosit Hacmi (OTH) ile KY nedenli hastaneye yatış ve mortalite arasındaki ilişkiyi değerlendirmekti.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Haziran 2011 ve Ağustos 2017 tarihleri arasında periyodik rutin kontolleri için spesifik PAH polikliniğimize başvurmuş 86 ayaktan PAH hastasından oluşan bir geriye dönük çalışma planladık. ROC analizine göre KY nedenli hastaneye yatışı öngördüren optimal OTH değeri > 8.4 fL olarak bulundu. Hastalar OTH > 8.4 fL ve OTH ≤ 8.4 fL olarak iki gruba ayrıldı. Olası öngördürücüler tek değişkenli ve çok değişkenli Cox regresyon analizi ile değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 50.8±11.6 idi. Ortalama takip süresi 27±13 aydı. OTH > 8.4 fL grubunda OTH ≤ 8.4 fL grubuna göre KY nedenli hastaneye yatış belirgin olarak daha fazlaydı (%73.0’e %12.2, p<0.001). Ancak, tüm nedenli ölümlerde iki grup arasında fark yoktu (%10.8’e %6.1, p=0.457). Tek değişkenli analizde, OTH > 8.4 fL olması ve vücut kitle indeksi ayaktan PAH hastalarında KY nedenli hastaneye yatış ile ilişkiliydi (p=0.009 ve p= 0.047, sırasıyla). Çok değişkenli analizde, OTH > 8.4 fL olması ayaktan PAH hastalarında KY nedenli hastaneye yatışların bağımsız güçlü bir öngördürüsü olarak bulundu (p=0.001, hazard ratio 7.639, 95% CI 2.414-24.178).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ayaktan PAH hastalarında artmış OTH düzeyi ile KY nedenli hastaneye yatış arasındaki ilişki takiplerde yüksek riskli hastaları belirlemede kullanışlı olabilir.
INTRODUCTION: Right heart failure (HF) is main cause of death and rehospitalization in pulmonary arterial hypertension (PAH) patients. The aim of this study was to assess the relationship between mean platelet volume (MPV) with HF-related hospitalization and mortality in outpatient PAH patients
METHODS: We conducted a retrospective cohort study of 86 PAH outpatients who admitted to our special PAH clinic for periodic routine controls between June 2011 and August 2017. According to the receiver-operating characteristic analysis, the optimal cut-off value of MPV to predict HF-related hospitalization was > 8.4 fL. Patients divided to two categories as MPV > 8.4 fL and MPV ≤ 8.4 fL groups. Potential predictors were evaluated in univariate and multivariate Cox regression analysis.
RESULTS: The mean age of patients was 50.8±11.6 years. The mean follow-up was 27±13 months. HF-related hospitalization was found markedly higher in MPV > 8.4 fL group than MPV ≤ 8.4 fL group (73.0% vs. 12.2%, p<0.001), but there was no difference in term of all-cause mortality between the two groups (10.8% vs. 6.1%, p=0.457). In univariate analysis, MPV > 8.4 fL and BMI were associated with HF-related hospitalization in outpatient PAH patients (p=0.009 and p=0.047, respectively). In multivariate analysis, MPV > 8.4 fL was found a strong independent predictor of HF-related hospitalization in outpatient PAH patients (p=0.001, hazard ratio 7.639, 95% CI 2.414-24.178).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The relationship between increased MPV level and HF-related hospitalization in outpatient PAH patients may be useful to identfy high-risk patients in follow-up.

CASE REPORT
8.Cytomegalovirus Hepatitis in Immunocompetent Patient: One Case Report
Gülten ünlü, Ahmet Tuğrul Eruyar
doi: 10.5505/ktd.2019.79026  Pages 25 - 28
Sitomegalovirus (CMV) enfeksiyonları immunkompetan erişkinlerde nadir klinik bulgulara sebep olmakta, genellikle asemptomatik ya da hafif seyirli klinik tablolar ile seyretmektedir. CMV immunkompromize hastalarda gastrointestinal, kardiyovasküler, hepatit, pnömoni ve nörolojik sistemde meningoensefalit gibi çeşitli klinik tablolara neden olabilmektedir. Bu çalışmada immunkompetan, lenfomonositozu olan ve ateş yakınması ile başvuran hastada CMV hepatiti olgusu sunulmuştur.
Cytomegalovirus (CMV) infections cause rare clinical manifestations in immunocompetent adults, usually with asymptomatic or mild clinical manifestations. CMV in immunocompromised patients can cause various clinical tabulations such as gastrointestinal, cardiovasculer, hepatitis, pneumonitis and neurological systems like meningoencephalitis. In this study, presented a case of CMV hepatitis with immunocompetant, lymphomonocytosis and fever.

ORIGINAL ARTICLE
9.Is there any correlation between allergy and hematological parameters in children with allergic rhinitis?
Nur Yücel Ekici
doi: 10.5505/ktd.2019.04909  Pages 29 - 34
GİRİŞ ve AMAÇ: Alerjik rinitte (AR) hematolojik parametrelerin önemi ile ilgili literatür bilgisi net değildir. Bu çalışmanın amacı hematolojik parametrelerin çocuklarda allerjik rinitin tanı ve şiddetiyle ilişkisini ve prediktif değerlerini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: ARIA kılavuzuna göre AR tanısı alan 136 çocuğun klinik kayıtları retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya allerjik rinit kanıtı olmayan 60 çocuk kontrol grubu olarak dahil edildi. Total immünoglobulin E düzeyleri, deri prick testleri ve tam kan sayımı değerlendirildi. AR olan çocuklar AR şiddetine göre hafif grup (grup 1) ve orta / şiddetli grup (grup 2) olarak gruplandırıldı.
BULGULAR: Eozinofil sayısı (EC), eozinofil yüzdesi (E%) ve eozinofil -lenfosit oranı (ELR) çalışma grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksekti (p <0,001).Cut-off değerleri, sırasıyla EC,% E ve ELR için, ≥0,34 103µL, ≥3%, ≥0,09 olarak bulunmuştur. Bu değerlerin duyarlılığı ve özgüllüğü sırasıyla, EC için % 55,9 ve % 73,3, ELR için % 73,5 ve % 71,7 ve ELR için % 61,8 ve% 73,3 bulundu. Nötrofil-lenfosit oranı (NLR) grup 2'de, grup 1'den anlamlı derecede yüksekti (p = 0,010). NLR'nin ≥1,5 prediktif değeri hastalığın şiddeti ile ilişkili olarak (duyarlılık =% 68,9; özgüllük = 63,7) bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: EC, E% ve ELR, AR'li çocukların duyarlılığını tanımlamak için yararlı bir belirteç olabilir. NLR ise, AR'nin şiddetinin bir göstergesi olarak faydalı olabilir ve çocuklarda hastalığın ciddiyetinin objektif ölçüsü olarak kullanılabilir.
INTRODUCTION: The importance of hematological parameters in allergic rhinitis (AR) was confusing in the literature. The aim of this study was to evaluate the association and predictive value of hematological parameters with the diagnosis and severity of allergic rhinitis in children.
METHODS: The clinical records of 136 children who were diagnosed with AR according to the ARIA guideline were reviewed retrospectively. 60 children with no evidence of allergic rhinitis were included the study as control group. The total immunoglobulin E levels, skin prick tests and complete blood count were assessed. The children with AR were grouped as mild group (group 1) and moderate / severe group (group 2) according to severity of AR.
RESULTS: Eosinophil count (EC), percentage of eosinophils (E%) and also eosinophil to lymphocyte ratio (ELR) in study group was significantly higher than control group (p<0,001). Cut-off values of discrimination to sensitivity were found to be ≥0,34 103µL, ≥3%, ≥0,09 for EC, E% and ELR, respectively. Sensitivity and specificity of these values were 55,9% and 73,3% for EC, 73,5% and 71,7% for E% and 61,8% and 73,3% for ELR respectively. Neutrophil to lymohocyte ratio (NLR) in group 2 were significantly higher than group 1 (p=0,010). The predictive value of NLR was found of ≥1,5 (sensitivity=68,9%; specificity=63,7) for association with severity.
DISCUSSION AND CONCLUSION: EC, E% and ELR may be useful marker to define the sensitization of children with AR. NLR can be beneficial as an indicator of severity of AR and may be used an objective measure of the severity of disease in children.



10.Determining the minimum required number of throws for knot security in different diameters of polypropylene sutures: an in-vitro study.
ALİ BAL, Volkan Oter, Ali Kucuk, Mehmet Aziret, Kerem Karaman, Metin Ercan, Erdal Bostanci, MURAT CIHAN ÇALISKAN, Fatih Ustel
doi: 10.5505/ktd.2019.09709  Pages 35 - 39
GİRİŞ ve AMAÇ: Sütür materyalin tipi, düğüm sayısı, düğüm teknikleri ve cerrahın deneyimi, düğüm güvenliği konusunda önemli bir etkiye sahiptir. Bu çalışmanın temel amacı, farklı boyutlardaki polipropilen sütürlerde güvenli bir düğüm oluşturmak için gerekli minimum atım sayısını belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma için iki grup oluşturuldu; Grup I: işlem görmemiş polipropilen sütürler ve Grup II: Yağ emdirilmiş polipropilen sütürler. Toplamda 144 adet polipropilen sütür kullanıldı. Sütür kopması ölçümü için kullanılan çekme kuvveti 0,5 mm / sn idi. Kırılma ya da çözülme nedeniyle başarısız olan düğümler kaydedildi.
BULGULAR: Düğüm atma sayısı arttıkça tüm polipropilen sütür gruplarında kaymadan dolayı çözünme oranı azalmış olmasına rağmen, yağ emdirilmiş grupta çözünme oranları daha yüksek bulunmuştur. Aynı sayıda düğüm atma ile yapılmış, ancak farklı büyüklükte ipliklerle (2 / 0,3 / 0,4 / 0,5 / 0) düğümlenmeye veya kırılmasına yönelik gerekli ortanca kuvvet seviyelerinde istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Düğüm kayması veya kopması için gerekli olan ortanca kuvvet seviyelerini analiz etmek için kullanılan Bonferroni ayarlama testine göre, herhangi bir Grup I'de veya yağlı sütür ile herhangi bir Grup II'de 3, 4 veya 5 kez bağlanan düğümler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmanın sonuçları, in-vitro ortamda düğüm güvenliğini sağlamak için polipropilen iplikte aynı yönde 3 düğüm atmanın yeterli olduğunu göstermektedir. Ek olarak, polipropilen sütürlerin yağlanması düğüm güvenliğini tehlikeye atmaz.
INTRODUCTION: The type of suture material, the number of knots, knotting techniques and the surgeon’s experience all have an important impact on knot safety. The primary aim of the present study was to determine the minimum number of throws necessary to create a secure knot in polypropylene sutures of different sizes.
METHODS: Two groups were formed; Group I: Naive polypropylene sutures and Group II: Oily impregnated polypropylene sutures. In total, 144 pieces of polypropylene suture were used. The pulling force used for suture break measurement was 0.5 mm/sec. Knots that failed due to breaking or untying were recorded.
RESULTS: As the number of throws increased, the rate of slipped knots decreased in all polypropylene suture groups, although dissolution rates were higher in the oil impregnated group. There was no statistically significant difference in the median force levels required for untying or breaking knots made with the same number of throws but with different sizes of thread (2/0,3/0,4/0,5/0). According to the Bonferroni adjustment test, used to analyze the median force levels required for knot slippage or breaking, there was no statistically significant difference between knots tied 3, 4 or 5 times in either any Group I, or in any Group II with oily sutures.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Results of the present study indicate that 3 throws of polypropylene sutures in the same direction are sufficient for knot security in an in-vitro environment. Additionally, impregnation of the polypropylene sutures with oil does not compromise knot security.

11.Predictive value of platelet-lymphocyte ratio in new-onset atrial fibrillation after coronary artery bypass grafting
Nuray Kahraman Ay
doi: 10.5505/ktd.2019.24582  Pages 40 - 45
GİRİŞ ve AMAÇ: Yüksek trombosit-lenfosit oranının(TLO) sistemik inflamasyon ve kardiyak mortalite ile ilişkisi bilinmektedir. Koroner arter baypas greftleme (KABG) sonrası yeni başlangıçlı atrial fibrilasyon inflamatuvar süreçlerle ilişkilidir. Bu çalışmada bir inflamasyon belirteci olan TLO’ nun KABG sonrası yeni başlangıçlı atrial fibrilasyon ile ilişkisi araştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya izole KABG uygulanan 245 hasta dahil edildi. Postoperatif atrial fibrilasyon (AF) gelişen 57(23.1%) hasta (AF grup) ve normal sinüs ritminde (NSR grup) takip edilen 188(76.7%) hasta olmak üzere iki gruba ayrıldı. Gruplar arası klinik ve labaratuvar bulgular karşılaştırıldı. Lojistik regresyon modeli oluşturularak postoperatif AF ile değişkenler arasındaki ilişki araştırıldı.
BULGULAR: Yüksek yoğunluklu lipoprotein(HDL) ve lenfosit sayısının NSR grubunda anlamlı düzeyde yüksek olduğu(p<0.05), nötrofil–lenfosit oranının(NLO) ve TLO’nun ise AF grubunda anlamlı düzeyde yüksek olduğu tespit edildi(p<0.05). Multivaryant regresyon analizinde TLO’nun postoperatif AF gelişimi ile ilişkili olduğu tespit edildi(OR: 1.05 CI: 1.01-1.09, p: 0.02).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Preoperatif TLO’nun KABG sonrası yeni başlangıçlı atrial fibrilasyon için prediktif değeri mevcuttur.
INTRODUCTION: High platelet-lymphocyte ratio is an established marker of systemic inflammation and cardiac mortality, while new onset atrial fibrillation (AF) after coronary artery bypass grafting (CABG) is related with inflammatory processes. In this study, we investigated the association of platelet-lymphocyte ratio (PLR), a marker of inflammation, with new-onset atrial fibrillation after coronary artery bypass grafting.
METHODS: Among a total of 245 participants who underwent isolated CABG, 57 (23.1%) had postoperative atrial fibrillation (AF group) and 188 (76.7%) had normal sinus rhythm (NSR group). Clinical and laboratory parameters were compared between the two groups. The relationship between the development of postoperative AF and the study parameters was investigated by logistic regression analysis.
RESULTS: High density lipoprotein (HDL) and lymphocyte count were significantly higher in NSR group (p <0.05), and neutrophil- lymphocyte ratio (NLR) and PLR were significantly higher in AF group (p <0.05). In multivariate regression analysis, PLR was associated with the development of postoperative atrial fibrillation (OR: 1.05 CI: 1.01-1.09, p: 0.02).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Preoperative PLR has a predictive value for new-onset atrial fibrillation after CABG.

12.Effect of The Pain on Erectile Function in Men with Lumbar Disc Hernia
murat dursun, Sakir Ongun, yucel Hitay
doi: 10.5505/ktd.2019.38039  Pages 46 - 50
GİRİŞ ve AMAÇ: Lomber disk hernisi (LDH) mevcut olan erkeklerde erektil disfonksiyon varlığını ve ağrının şiddetinin erektil fonksiyonlar üzerindeki etkilerini değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 30-60 yaş arası, bel ağrısı nedeniyle beyin cerrahi polikliniğine başvuran 64 erkek hasta çalışmaya dahil edildi. Kontrol grubu olarak, üroloji veya beyin cerrahi polikliniklerine başka sebeplerle başvuran 56 erkek belirlendi. LDH mevcut olan hastalarda ağrının şiddetini değerlendirmek için Visuel Analog Skala (VAS) kullanıldı. ereksiyon durumunu değerlendirmek için tüm hastalara Uluslarası Erektil Fonskiyon Değerlendirme (IIEF-5) kısa formu doldurtuldu.
BULGULAR: LDH mevcut olan erkeklerin yaş ortalaması 39,3±4,1; kontrol grubunun yaş ortalaması 40,5±3,4 olarak belirlendi ve iki grup arasında istatistiksel fark saptanmadı. LDH mevcut olan 28 erkekte (%43,7) Erektil Disfonksiyon (ED) mevcut iken,kontrol grubundaki 14 erkekte (%25) ED tespit edilmiştir. Tüm bireyler değerlendirildiğinde LDH mevcut olanlarda ED istatistiksel anlamlı olarak fazla bulunmuştur(p<0,05). LDH olanlarda ED’nin ağrı ile ilişkisi karşılaştırıldığında; ED olan 7 erkekte hafif ağrı (VAS<5) tespit edilmiştir. Aynı şekilde 21 erkekte şiddetli ağrı (VAS≥5) belirlenmiştir. ED varlığı ağrı şiddeti ile doğru orantılı olarak artmaktadır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: LDH hastalarında ED sıklığının daha fazla olduğu ve ağrının şiddeti ile orantılı olarak arttığı gösterilmiştir. Erektil disfonksiyon ve lumbosakral disk hastalığı arasındaki korelasyonun mevcudiyeti nedeniyle LDH olan hastalarda hekimler tarafından erektil fonksiyonun rutin olarak değerlendirilmesi gerekir.
INTRODUCTION: We aimed to evaluate the presence of erectile dysfunction in men with lumbar disc herniation and the effects of pain severity on erectile functions.
METHODS: 64 male patients aged between 30 and 60 years who were admitted to the neurosurgery clinic for low back pain were included in the study. The control group consisted of 56 males who applied to urology or neurosurgery clinics for other reasons. Visuel Analogue Scale (VAS) was used to evaluate the severity of pain in patients with lumbar disc hernia(LDH). To assess the erection status, all patients were filled with the International Erectile Function Assessment (IIEF-5) short form.
RESULTS: The mean age of men with LDH was 39.3 ± 4.1, the mean age of the control group was 40.5 ± 3.4 years and there was no statistical difference between the two groups. ED was present in 28 men (43.7%) with LDH and 14 men in the control group (25%). When all individuals were evaluated, ED was significantly higher in those with LDH (p <0.05).When the relation of ED with pain in LDH patients is compared; 7 men with ED had mild pain (VAS <5). Likewise, 21 men had severe pain (VAS≥5).The presence of ED is directly proportional to the severity of pain.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It has been shown that ED frequency is higher in LDH patients and increases in proportion to the severity of pain.Erectile function should be routinely evaluated by physicians in patients with LDH due to the presence of correlation between erectile dysfunction and lumbosacral disc disease.

13.A look at the obstetric outcomes in smoking pregnants through the first trimester screening window
Semir Köse, Gökhan Tosun, Banu Isbılen Basok, Sabahattin Altunyurt
doi: 10.5505/ktd.2019.38243  Pages 51 - 59
GİRİŞ ve AMAÇ: Gebelikte sigara kullanımına bağlı obstetrik komplikasyon gelişimi ve fetal büyümenin etkilenimi bireysel farklılıklar göstermektedir. Temel hipotezimiz sigaraya bağlı kötü obstetrik sonuçların plasental disfonksiyon dolayımlı olduğu ve ilk üçay tarama döneminde biyokimyasal (PAPPA ve fβhCG ) ve biyofiziksel (uterin arter pulsatilite indeksi (UtAPI)) belirteçlerle bu etkilenimin saptanabileceği üzerine kuruludur.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Retrospektif kohort tasarımlı çalışmada 1 Ağustos 2016-1 Ocak 2018 tarihleri arasında Buca Doğumevi’ne ilk üçay kombine tarama testi için başvuran gebelere ait obstetrik sonuçlar derlenmiştir. Sigara kullanımı bilgilerine göre olgular; gebelikte kullanıyor, ilk haftalarda bırakmış ve hiç kullanmamış olarak üç kategoride ele alınmıştır.
BULGULAR: Toplam 3837 olguya ait obstetrik sonuçlar çalışılmıştır. Doğum ağırlıkları sigara içen (3149±531), gebelikte bırakmış (3273±517) ve hiç kullanmamış (3319±505) gruplar arasında anlamlı farklılık gösterdi (p<0.0001). Ortalama UtAPI değerleri sigara kullanan gebelerde (2.05±0.63) hiç kullanmayanlara (1.97±0.61) göre anlamlı olarak daha yüksek (p=0.014), PAPPA ham MoM değerleri ise sigara içen gebelerde (0.88±0.51) hiç kullanmayanlara (1.01±0.59) göre anlamlı derecede daha düşük düzeyde idi (p<0.0001). Komplikasyon sıklıkları karşılaştırıldığında yalnızca fetal gelişim kısıtlılığı (FGK) tanısı üç grup arasında istatistiksel anlamlı farklılığa ulaşmıştır. Sigara içen olgularda komplikasyon gelişen ve gelişmeyen alt gruplar karşılaştırıldığında PAPPA ham MoM (1,09’a karşılık 0,70; p=0.019) ve ortalama UtAPI (1,73’e karşılık 2,56; p<0.0001) değerleri FGK alt grubunda termde komplikasyonsuz doğum grubundan anlamlı farklılıklar gösterdi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sigara kullanımı tüm gebelerde komplikasyonlara yol açmamaktadır.
Sigara kullanan gebelerde plasental işlev belirteçleri başta FGK olmak üzere komplikasyon gelişecek olguları ayırt edebilir ve ilk üç ay tarama kapsamında UtA Doppler değerlendirmesi kötü obstetrik sonuç için yüksek riskli grupların belirlenmesinde yardımcı olabilir.

INTRODUCTION: The adverse effects of smoking on incidence of obstetric complications and fetal growth are highly variable between individuals. The deletorius effects of smoking should be due to placental dysfunction and this impaired function could be clinically demonstrated via biochemical (PAPPA and fβhCG) and biophysical (uterine artery pulsatility index (UtAPI)) markers.
METHODS: In our retrospective cohort study, we assessed the obstetric outcomes of pregnant women attended for the first trimester combined test (FTCT) to Buca Maternity Hospital between 1 August 2016 and 1 January 2018. According to the self-reports the studied sample categorized as; smoking during pregnancy, smoking cessation during first weeks of gestation and never smoked.
RESULTS: Median birth weights were significantly different among the groups; smoking (3149±531), smoking-stopped (3273±517) and never smoked (3319±505), (p<0.0001). The mean UtAPI was significantly higher in smoking pregnants (2.05±0.63) than the never smoked group (1.97±0.61), (p=0.014) and the median PAPPA raw MoM values were lower in smoking pregnants (0.88±0.51) than the never smoked women (1.01±0.59), (p<0.0001). Only the frequency of fetal growth restricton (FGR) was significantly different among these groups. Subgroup analysis revealed that PAPPA raw MoM values were lower (0,70 versus 1,09; p=0.019) and the mean UtAPI was higher (2,56 versus 1,73; p<0.0001) in smoker women who develop FGR compared to the non-complicated smokers.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Smoking does not cause obstetric complications in each case. Placental function markers could predict the woman who will develop poor outcomes especially FGR and UtA Doppler assessment during the FTCT could help determining a high risk group.

REVIEW ARTICLE
14.Is General Anesthesia Harmful for the Central Nervous System?
Mustafa Nuri Deniz
doi: 10.5505/ktd.2019.46793  Pages 60 - 66
Günümüzde genel anestezinin santral sinir sistemine etkisi sağlıklı genç yetişkinlerde önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmazken, yapılan bir çok hayvan deneyi yanında az ama önemli klinik çalışmalar, yaşamın erken veya geç dönemlerinde santral sinir sistemi üzerine anestezik toksisite kuşkusunu güçlendirmektedir.
Nowadays, while the effects of general anesthesia on central nervous system is not considered to be an important problem on healthy young adults, alongside many experiments on animals, few but significant clinical studies strengthenthe suspicion of anesthetic toxicity on the central nervous system in early or late ages.

15.
Baş Boyun Kanseri Evrelemesine Güncel Bir Bakış: Geçmiş Kriterlerin Güncel Kriterlerle Karşılaştırmalı Analizi. A Perspective on Head and Neck Cancer Staging: Comparative Analysis of Past Criteria with Updated Criteria.
Ömer Faruk Ünverdi, Ahmet Demir
doi: 10.5505/ktd.2019.90377  Pages 67 - 73
Giriş: Kanser hastalarının tedavi ve takip algoritmalarının belirlendiği ve American Joint Committee on Cancer (AJCC) tarafından ilan edilen, kanser evreleme kriterlerinin baş boyun kanserleri bölümü 29 yıllık bir aradan sonra yeniden güncellenmiştir. Önceki baskılardaki kriterlerin uzunca bir süre güncellenmemesi sonucu klinik çalışmalarda elde edilen verilerle kanser evreleme sistemi arasında uyumsuzlukların ortaya çıkmaya başlaması araştırmacıları evreleme sistemini güncellemeye mecbur bırakmıştır. Materyal-Metod: Çalışmamızda AJCC tarafından yayınlanan kanser evreleme kitapçığının 2010 yılında yayınlanan 7. baskısı ve 2017 yılında yayınlanan 8. baskısında yer alan baş boyun kanseri bölümleri detaylı olarak incelenerek değişen veriler ve sebepleri araştırılmıştır. Sonuçlar: Yapılan değerlendirmede HPV kökenli baş boyun kanserlerinin, tümör invazyon derinliğinin ve lenf nodlarında ekstrakapsüler yayılımın evreleme kriterlerine önemli etkilerinin olduğu gözlendi. Baş boyun kanseri hastalarında güncellenen kriterlerin çalışmalarda elde edilen verilerle daha uyumlu olduğu, prognoz hakkında daha doğru bilgi verdiği gözlendi. Güncelleme için beklenen süre sonucunda bazı hasta gruplarının agresif, bazı hasta gruplarının ise yetersiz tedavi almak durumunda kaldıkları gözlendi. Tartışma ve Sonuç: Yenilenen kriterler sayesinde hastalığın prognozu açısından daha sağlıklı bilgi elde edilebilecek, güncellenen tedavi algoritmalarıyla yetersiz veya agresif tedavilerin önüne geçilebilecektir.

ORIGINAL ARTICLE
16.Mean neutrophil volume is elevated in patients suffering from acute coronary syndrome.
Zafer Buyukterzi, Kadri Murat Gurses, Sami Erdem, Mehmet Akif Bor, Mehmet Sertaç Alpaydın, Ahmet Lütfü Sertdemir, Pelin Albayrak
doi: 10.5505/ktd.2019.24471  Pages 74 - 80
GİRİŞ ve AMAÇ: Nötrofiller akut koroner sendromların (AKS) erken döneminde anahtar rol oynayan inflamatuvar hücrelerdir. Geçmiş çalışmalar, AKS’de dolaşımdaki nötrofil miktarı ile ilişkili değişkenlerde artış olduğunu ortaya koymuştur. Ortalama nötrofil hacmi (ONH) nötrofil aktivasyonunun yeni bir belirteci olarak kabul edilmektedir. Bu çalışmada, AKS hastalarında ONH değerlerinin incelenmesi hedeflenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Mayıs-Ağustos 2016 tarihleri arasında iskemi değerlendirmesini takiben stabil koroner arter hastalığı (SKAH) ön tanısı alan ve elektif koroner anjiyografi uygulanan hastalar (n=82) ile; bu hastalarla yaş ve cinsiyet açısından eşlenik, AKS nedeniyle acil koroner anjiyografi yapılan hastalar (n=39) çalışmaya dahil edilmiştir. Elektif koroner anjiyografi uygulanan hastalardan 40’ında epikardiyal koroner arterler normal olarak bulunmuş ve bu hastalar kontrol grubu olarak kabul edilmiştir. Kalan 42 hasta ise SKAH grubunu oluşturmuştur.
BULGULAR: Çalışmaya toplam 121 hasta (ortalama yaş 61.18 yıl, %49.59 erkek) dahil edilmiştir. Beyaz küre sayıları (p=0.485) gruplar arasında farklılık göstermemiştir. ONH değerleri, AKS grubunda hem kontrol grubuna, hem de SKAH grubuna kıyasla anlamlı şekilde artmış olarak bulundu (her ikisi için p<0.001). AKS hastalarında ONH değerleri ile zirve CK-MB (r=0.572, p=0.008) ve Tn-I (r=0.478, p=0.018) değerleri arasında anlamlı pozitif korelasyon saptandı. Çok değişkenli regresyon analizinde ONH değerlerinin AKS varlığı ile bağımsız ilişkisinin olduğu görüldü (OR: 1.048, 95% CI: 1.242-1.596, p<0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada elde edilen bulgular, AKS’de nötrofil sayısında değişiklik olmasa bile nötrofil kompozisyonunda değişiklikler olabileceğini öne sürmektedir. ONH değişimi ile belirlenebilen bu değişimin, AKS’nin erken tanısındaki ve AKS sonrası iskemik hasarı öngörmedeki rolü daha ileri çalışmalarla ortaya konulmalıdır.
INTRODUCTION: Neutrophils are the key inflammatory cells in the acute phase of myocardial infarction(MI). Parameters related to absolute or relative number of circulating neutrophils have been reported to be increased in previous studies. Mean neutrophil volume(MNV) has emerged as a new marker of activated neutrophils. In this study, we aimed to evaluate MNV in subjects suffering from myocardial infarction.
METHODS: For this purpose, we included age and gender- matched consecutive patients undergoing either elective coronary angiography following ischemia- guided assessment of patients with stable coronary artery disease (SCAD) (n= 82) or percutaneous coronary angiography due to MI(Group 3, n= 39) between May- August 2016. Among those undergoing elective coronary angiography, 40 patients were found to have normal epicardial coronary arteries(Group 1) and remaining 42 patients were classified as SCAD group(Group 2).
RESULTS: A total of 121 subjects(mean age 61.18 years, 49.59% male) were recruited in this study. White blood cell count (p= 0.485) did not differ among three groups. MNV was found to be significantly elevated in Group 3 (174.80 [9.30]), compared to both Group 1 (147.40 [14.80]) (p< 0.001) and 2 (162.30 [14.72]) (p< 0.001). MNV was also significantly higher in Group 2 when compared to Group 1(p< 0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our findings suggest that neutrophil composition shows alterations in MI in the lack of quantitative changes. The spectrum of morphological changes in neutrophils, expressed in terms of MNV, merits further evaluation for its predictive value for early diagnosis of ACS and the extent of post- MI ischemic damage.

17.Surgical treatment of trigger finger? Longitudinal incision versus transverse incision?
erdinç acar, Ulaş Serarslan
doi: 10.5505/ktd.2019.39200  Pages 81 - 84
GİRİŞ ve AMAÇ: Cerrahi uygulanan tetik parmak hastalarında, longitudinal insizyon ile transvers insizyon arasında fark olup olmadığı değerlendirildi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya, Kasım 2017 ile Ekim 2018 tarihleri arasında tetik parmak cerrahisi yapılan 24 hasta (16 bayan, 8 erkek) dahil edildi. Bu hastalar Wolfe sınıflamasına göre değerlendirildi. Bu hastalarda yineleme oranı ve memnuniyet oranları değerlendirildi. Cerrahi sonrası sinir hasarı, yara yeri enfeksiyonu ve yarada açılma gibi komplikasyonlar değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 51,4 (32-72). Wolfe sınıflamasına göre 10 (%41,6) olgu evre 2, 14 (%58,4) olgu evre 3 idi. Hastaların 16’sı (%66,7) bayan, 8’i (%33,3) erkek idi. Hastalar ortalama 8 ay (5-11) takip edildi. Her 2 grupta da yineleme izlenmedi. Hastaların tamamı, cerrahi tedaviden memnun kaldıklarını belirtti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tetik parmak cerrahisi; nüks ve komplikasyon gelişmemesi açısından yararlı bir yöntem olmakla birlikte, uygulanan iki ayrı cerrahi insizyon arasında fark olmadığı görüldü.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to evaluate the efficacy of longitudinal incision versus transverse incision in the surgical treatment of trigger finger.
METHODS: Between November 2017 and October 2018, a total of 24 patients who were surgically treated for trigger finger using longitudinal incision or transverse incision were included. Trigger finger was graded according to the Wolfe classification. The rates of recurrence and patient satisfaction were evaluated. Postoperative complications including nerve injury, wound site infection, and wound dehiscence were noted.
RESULTS: Of the patients, 16 (66.7%) were females and 8 (33.3%) were males with a mean age of 51.4 (range, 32 to 72) years. The mean follow-up was 8 (range, 5 to 11) months. According to the Wolfe classification, 10 patients (41.6%) had Grade 2 and 14 patients (58.4%) Grad 3 disease. A longitudinal incision was used in 12 patients (50%), while a transverse incision was used in 12 patients (50%). None of the patients had recurrence after surgery. Patient satisfaction was achieved in all patients operated.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study results suggest that surgical treatment of trigger finger is an effective method without any recurrence or complication and both incision techniques yield similar outcomes.

18.Impact of coup attempt on preterm delivery rates in our clinic
şener gezer, Huseyin Kiyak, olgu bafalı, Gökalp Şenol
doi: 10.5505/ktd.2019.14890  Pages 85 - 90
GİRİŞ ve AMAÇ: 15 temmuz darbe girişiminin preterm doğum oranları ve kötü obstetrik sonuçlar ile ilişkisini değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde 15-25 temmuz 2016 tarihleri arasında gerçekleşen tekiz, canlı, 20 hafta ve 500 gram üzeri 438 doğum, 1 sene önce aynı tarihlerde gerçekleşen 418 doğum ile karşılaştırıldı.
BULGULAR: Doğum yılına göre gebelik haftası ortalamaları, preterm doğum, bebeklerin kilo ortalamaları, cinsiyetleri ve doğum şekli arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunamadı. 2016 yılında yenidoğan yoğun bakım ihtiyacı görülen bebeklerin oranı, 2015 yılından anlamlı olarak düşüktü. Uyruklara göre alt değerlendirme yapıldığında ise Suriye uyruklularda gebelik haftası ortalaması Türkiye uyruklulardan anlamı oranda düşük, preterm doğum ve normal doğum oranı daha yüksek bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada darbe girişiminin ve sonrasında oluşan kaotik ortamın yarattığı akut stres preterm doğum, düşük doğum tartısı gibi kötü obstetrik sonuçlarla ilişkilendirilememiştir ancak suriyeli mülteci gruptaki artmış preterm eylem oranı bu hastaların kötü yaşam koşulları,yaşanan kronik strese veya erken gebelik haftasında yaşanan strese bağlı olabilir.
INTRODUCTION: To evaluate the preterm delivery rates and their relation to poor obstetric outcomes of 15 June coup attempt.
METHODS: 438 single live births over 500 grams and 20 weeks between 15-25 June 2016 was compared with 418 births occured the same time year ago.
RESULTS: No statistically significant difference was found between gestational week averages, preterm birth, average of babies' weight, gender and birth type according to birth year. The proportion of infants who needs newborn intensive care in 2016 is significantly lower than in 2015.
When sub-evaluation was made according to nationalities, the mean gestational age was significantly lower,preterm delivery and vaginal birth rate were significantly higher in the Syrian pregnants.

DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, the acute stress caused by the chaotic environment of the coup attempt was not associated with poor obstetric outcomes such as preterm delivery and low birth weight but the rate of increased preterm labor in the Syrian refugee group may be due to the poor living conditions of these patients, the chronic stress which they live, or the stress that occurs during the early gestational week.

19.Prohepcidin levels in Familial Mediterranean Fever: Possible effect of iron metabolism?
Şükrü Özaydın, Alparslan Tanoğlu, Mustafa Kaplan, Tolga Düzenli, Levent Demirtürk, Kemal Öncü, Osman Metin İpçioğlu, Melih Özel, Ahmet Kemal Gürbüz, Yusuf Yazgan
doi: 10.5505/ktd.2019.09481  Pages 91 - 96
GİRİŞ ve AMAÇ: Ailesel Akdeniz Ateşi sistemik otoinflamatuar bir hastalıktır. Hepsidin ise demir metabolizamasında rol oynayan inflamasyon ve enfeksiyonda yükselen bir peptiddir. Biz çalışmamızda Ailesel Akdeniz Ateşi ataklarında hepsidin düzeylerini ve hastalık patogenezinde hepsidinin olası rolünü araştırmayı hedefledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza 42 erkek hasta ve 28 erkek kontrol dahil edildi. Hastaların ataklı ve ataksız dönemlerinden ve kontrol hastalarından prohepsidin, interlökin-6, serum demiri, serum demir bağlama kapasitesi, ferritin, fibrinojen ve eritrosit sedimantasyon oranı değerleri analiz edildi.
BULGULAR: Hasta grubunun serum prohepsidin seviyeleri kontrol grubuna göre düşük iken, IL-6 seviyeleri hasta grubunda anlamlı yüksek saptandı (p<0.05). Serum prohepsidin ve IL-6 seviyeleri atak periyodunda anlamlı olarak yüksekti (p<0.01); atak sonrası dönemde IL-6 anlamlı olarak azalırken prohepsidinde anlamlı azalma gözlenmedi. Prohepsidin ve IL-6 seviyeleri arasında korelasyon saptanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Demir metabolizmasının Ailesel Akdeniz Ateşi patogenezinde inflamatuar mekanizmalara katkısal rolü olabilir.
INTRODUCTION: Familial Mediterranean Fever (FMF) is a systemic autoinflammatory disorder. Hepcidin is an acid peptide mainly involved in iron regulation that increases by inflammation and infection. In this study; we aimed to evaluate the relationship between the hepcidin levels and FMF attacks, and to determine the likely role of hepcidin in the diagnosis of the disease.
METHODS: 42 male patients and 28 healthy male controls were included in the study. Prohepcidine, interleukin-6 (IL-6), serum iron, serum iron binding capacity, ferritin, fibrinogen and erythrocyte sedimentation rate were analyzed.
RESULTS: Prohepcidin levels was significantly lower in patient group than control group, wheras IL-6 levels was significantly higher (p<0.05). Serum prohepcidin and IL-6 levels had increased significantly (p<0.01) during the attack; however prohepcidin maintained after the attack but serum IL-6 level had significantly decreased. There was no correlation between prohepcidin and IL-6 levels.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Iron metabolism may contribute to the FMF pathogenesis in addition to inflammatory mechanisms.

20.Epicardial adipose tissue thickness is associated with disease severity in patients with newly- diagnosed ankylosing spondylitis.
Zafer Büyükterzi, Mehmet Sertaç Alpaydin, Halil Ekrem Akkurt, Halim Yilmaz
doi: 10.5505/ktd.2019.80037  Pages 97 - 103
GİRİŞ ve AMAÇ: İnflamatuar hastalıklarda kardiyovasküler hastalıkların eşlik ettiği daha önceki çalışmalarda tanımlanmıştır. Geleneksel risk faktörlerinin yanı sıra epikardiyal yağ dokusu koroner ateroskleroz gelişim ve ilerlemesine katkıda bulunur. Bu çalışmada yeni tanı konulan ankilozan spondilitli (AS) hastalarda transtorasik ekokardiyografi ile ölçülen epikardiyal yağ doksu kalınlığı ile hastalık ciddeti arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmada yeni tanı konulan ankilozan spondilitli hastaların transtorasik ekokardiyografi raporları tarandı. Ayrıca katılım kriterlerini sağlayan yaş ve cinsiyet eşlenik bireyler control grubu olarak çalışmaya dahil edildi.
BULGULAR: 100 birey [40.00 (34.25- 48.00) yıl, 65% erkek] çalışmaya dahil edildi. Epikardiyal yağ dokusu kalınlığı AS’li hastalarda control grubuna göre artmıştı (p<0.001). Spearman’s korelasyon analizinde epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ile AS hastalık aktivite skoru koreleydi (r=0.652, p<0.001). Ayrıca lineer regresyon analizinde epikardiyal yağ dokusu kalınlığı, AS hastalık aktivite skoru ile bağımsız olarak ilişkiliydi (p=0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: AS hastalık aktivite skoru, yeni tanı konmuş AS’li hastalarda epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ile bağımsız olarak ilişkilidir. İlk tanıda AS hastalık aktivite skoru hastaların kardiyovasküler risk ve primer koruma stratejisi için yol gösterebilir.
INTRODUCTION: Cardiovascular (CV) disease is a well-described co-morbidity in patients with inflammatory arthritis. Epicardial adipose tissue (EAT) contributes to the development and progression of coronary atherosclerosis independent of traditional CV risk factors. In this study, we aimed to investigate whether EAT thickness determined by transthoracic echocardiography (TTE) in newly-diagnosed ankylosing spondilitis (AS) patients is associated with AS severity.
METHODS: In this retrospective study, TTE reports of newly-diagnosed AS patients were reviewed. Age- and gender-matched control subjects who fulfilled the inclusion criteria were also included in the study.
RESULTS: 100 subjects [40.00 (34.25- 48.00) years, 65% male] were included in the study. EAT thickness was significantly increased in AS patients when compared to the controls (p<0.001). In Spearman’s correlation analysis, EAT thickness in AS patients was found to be positively correlated with the Ankylosing Spondylitis Disease Activity Score (ASDAS) (r=0.652, p<0.001). In the linear regression analysis, EAT thickness was found to be independently associated with ASDAS (p=0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our results indicates that ASDAS is independently associated with EAT thickness in newly- diagnosed AS patients. ASDAS at the first diagnosis may guide the patient’s CV risk and primary prevention strategies.

21.Vitamin B12 levels in patients with chronic telogen effluvium.
Nurşad Çifci
doi: 10.5505/ktd.2019.54871  Pages 104 - 108
GİRİŞ ve AMAÇ: Saç dökülmesinin pek çok formunda bazı vitaminlerin önemli rol oynadığı iyi bilinmektedir. Fakat vitamin B12 (vit B12) nin saç dökülmesinin ptogenezindeki rolü hala açık değildir. Bu çalışmada Kronik Tleogen Efluvium (KTE) ile vit B12 düzeyleri arasındaki ilişkiyi değerlendirmeyi amaçladık. We aimed to evaluate the relationship between vit B12 levels and Chronic Telogen effluvium (CTE).
YÖNTEM ve GEREÇLER: Dermatoloji polikliniğinde KTE tanısı alan hastalardan hasta grubu oluşturuldu. Kontrol grubu hiçbir sistemik ve dermatolojik hastalığı olmayan Vit B12 düzeyi check up polikliniğinde ölçülmüş olan bireylerden oluşturuldu. Her iki gruptaki bireyler için demogrfik özellikler ve vit B12 düzeyleri kaydedildi. İstatiksel analizler için SPSS 17 (Chicago, IL) paket programı kullanıldı.

BULGULAR: Çalışma grubunda 317 hasta ve kontrol grubunda 327 sağlıklı birey vardı.Her iki grup yaş ve cinsiyet dağılımı açısından istatiksel olaak benzerdi. Ortalama vit B12 düzeyleri, hasta ve kontrol grupları için sırasıyla 345.72±138.39 pg/ml (255.14±102.13 pmol/l) ve 349.11±110.14 pg/ml (257.11±110.14 pmol/l) idi. Aradaki fark istatiksel olarak anlamsızdı (p> 0.05). Fakat vit B12 eksikliği hastaların 38 (11.98%)’inde kontrol grubunun ise 22 (6.72%)’sinde vardı. Aradaki fark istatiksel olarak anlamlıydı (p<0.05).

TARTIŞMA ve SONUÇ: Vitamin B12 eksikliği oranı hasta grubunda belirgin derecede yüksek bulundu. Bizim sonuçlarımız, KTE ile vit B12 arasında bir ilişki olabileceğini gösteriyor.

INTRODUCTION: It is well known that some vitamins play a significant role in many forms of hair loss. However, the effect of vitamin B12 (vit b12) in the pathogenesis of hair loss is still unclear. We aimed to evaluate the relationship between vit B12 levels and Chronic Telogen effluvium (CTE) in this sudy.
METHODS: Patient group was formed by the patients who had diagnosis of CTE in our dermatology outpatinet clinic. The control group was formed by individuals who had no systemic and dermatologic disease and whose vit B12 levels were measured at the check-up polyclinic. The demographic characteristics and the levels of serum vit B12 levels of the individuals were recorded for both groups. Statistical analysis was performed using SPSS 17 (Chicago, IL) pack program.
RESULTS: There were 317 patients in the study group, 327 healthly individual in the control group. Both groups were statistically similar in terms of age and sex. Mean vit B12 levels of the patient and control group were 345.72±138.39 pg/ml (255.14±102.13 pmol/l) and 349.11±110.14 pg/ml (257.11±110.14 pmol/l), respectively. The difference was statistically insignificant (p> 0.05). But vit B12 deficiency was found in 38 (11.98%) of the patients and in 22 (6.72%) of the controls. The differnece between groups was statistically significant.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Vitamin B12 deficiency rate was found to be significantly higher in our patient group. Our results indicate that there may be a correlation between CTE and vit B12 levels.

22.The Relationship Between Vitamin D Level and Hemodialysis Adequacy, Inflammation and Blood Pressure in Chronic Hemodialysis Patients
Eda Altun
doi: 10.5505/ktd.2019.60590  Pages 109 - 114
GİRİŞ ve AMAÇ: Vitamin D eksikliği önemli bir halk sağlığı sorunu olup diyaliz hastalarında bu durum daha sıktır ve infeksiyon, anemi, kardiyovasküler hastalık gibi önemli problemlerle birliktelik göstermektedir. Çalışmanın amacı hemodiyaliz hastalarında vitamin D düzeyi ile hemodiyaliz yeterliliği, anemi, inflamasyon belirteçleri ve kan basıncı düzeyleri arasındaki ilişkiyi incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Rutin hemodiyaliz (3X4 saat/hafta) programındaki 81 hasta (39 erkek (%48.1) retrospektif olarak değerlendirildi. Kan basıncı, fizik muayene bulguları giriş çıkış ağırlıkları kaydedildi. Biyokimya testleri, tam kan sayımı, C- reaktif protein (CRP), eritrosit sedimentasyon hızı (ESR), ferritin, parathormon (PTH) ve 25 OH Vitamin D (Vit D) düzeyleri dosyaları incelenerek kaydedildi. Diyaliz yeterliliği için Kt/V, URR hesaplandı.

BULGULAR: Hastaların %98`inde vit D düzeyi düşük idi. Kt/ V ile Vit D düzeyi arasında istatistiksel anlamlı negatif korelasyon saptandı. (p=0.035) Kan basıncı düzeyi, ESR, CRP, hemoglobin düzeyi, serum PTH ve fosfor düzeyleri ile vit D düzeyi arasında da ilişki gözlenmedi. (p>0.05 hepsi için) Serum kalsiyum (Ca) düzeyi ile vit D düzeyi arasında anlamlı korelasyon saptandı. p=0.048

TARTIŞMA ve SONUÇ: Hemodiyaliz programındaki hastalarımızın %95 den fazlasında 25 0H vitamin D düzeyleri düşüktü. 1-25 OH vitamin D tedavisi uygulanan bu hastalarda diğer çalışmalardan farklı olarak ilişki olmaması veya Kt/V ile 25 OH vitamin D arasında ters ilişki bulunması ölçümlerin ilkbahar döneminde yapılmış olması ve 25 OH Vitamin D düzeyi ölçmemiz nedeni ile olabileceği söylenebilir. Normal sınırlarda vitamin D düzeyi olan hastaların, prediyaliz dönemde vit D ile tedavi edilmiş idi. Diyaliz hastaları ve kronik böbrek hastalarında vitamin D3'ün daha uygun takviyesi düşünülmeli ve bu konu ile ilgili daha kapsamlı ve geniş ölçekli çalışmalar yapılmalıdır.
INTRODUCTION: Vitamin D Deficiency is an important public health problem and is more prevalent in dialysis patients. It is associated with important problems such as infection, anemia and cardiovascular disease. The purpose of the study is to investigate the relationship between vitamin D levels and hemodialysis adequacy, anemia, inflammatory markers and blood pressure levels in hemodialysis patients.
METHODS: Eighty-one patients (39 male) undergoing hemodialysis (3x4 hours/week) were evaluated retrospectively. Their physical examination findings, pre- and post-dialysis weights, complete blood cell count, C-reactive protein (CRP), erythrocyte sedimentation rate (ESR), ferritin, parathormone (PTH) and 25 OH Vitamin D (Vit D) levels were recorded. Kt/V and URR were calculated for dialysis adequacy.
RESULTS: Ninety-eight percent of the patients had a low level of vitamin D. A statistically significant negative correlation was found between Kt/V and viamint D level (p=0.035). No relationship was determined between vitamin D level and blood pressure, ESR, CRP, hemoglobin, serum PTH and phosphorus levels, (p>0.05 for all). A significant correlation was found between serum calcium (Ca) level and vitamin D levels (p=0.048).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The 25 OH vitamin D level was found low in more than 95% of our hemodialysis patients. Negative correlation between serum vitamin D and KT/v may be due to the fact that serum 25 OH vitamin D was measured instead of serum 1-25 (OH)2 vitamin D and in spring. So that it may be more appropriate measuring serum level of 1-25 (OH)2 vitamin D, to assess the vitamin D status of dialysis patients treated with calcitriol

23.
Perkütan nefrolitotomi'ye 2. basamak devlet hastanesinde başlamak güvenli ve etkin mi?: ilk 60 vaka
Fatih Bıçaklıoğlu, Murat Yavuz Koparal, Ender Cem Bulut
doi: 10.5505/ktd.2019.05826  Pages 115 - 124
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada uzmanlık eğitimi sonrası PNL’ye ilk kez 2. basamak devlet hastanesinde başlayan bir cerrahın bu cerrahide yetkinliğe ulaşıldığı düşünülen ilk 60 vakasının sonuçlarını retrospektif olarak değerlendirerek PNL’ye 2. basamak hastanelerinde güvenli ve etkin bir şekilde başlanabileceğini değerlendirmek amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya perkütan nefrolitotomi yapılan 60 renal ünite (58 hasta) dahil edildi. Tüm hastalara prone pozisyonda standart (30Fr) perkütan nefrolitotomi 25 Fr rijit nefroskop ve pnömotik litotriptör ile uygulandı. Yaş, cinsiyet, opere edilen taraf gibi hastaya ilişkin veriler ile birlikte taş yükü, taş sayısı, taşın lokalizasyonu, renal akses lokalizasyonu ve sayısı, operasyon süresi, postop komplikasyonlar, kan transfüzyonu gereksinimi, başarı oranı, hastanede kalış süresi ve ek tedavi gereksinimleri gibi veriler retrospektif olarak toplandı.
BULGULAR: Hastaların 43 (%74) ‘ü erkek, 15 (%26)’i kadın olup yaş ortalaması 47,8 ± 10,5 (22-67) idi. Taşların 20 (%33,3)’si basit taşlarken 40 (%66,7)’ı kompleks taşlardı. Ortalama taş yükü 8,4 cm2 ve ortalama Hounsfield Ünite (HU) 1121 ± 267 idi. Ortalama ameliyat süresi 125 ± 34 dakika idi. Hastalar ortalama 4,4 ± 2 (2-12) gün hastanede yattı. %26,7 renal ünitede komplikasyon görülürken Clavien grade 4 ve 5 komplikasyon görülmedi. Ek girişimlerle birlikte %90 başarı (taşsızlık + klinik önemsiz rezidüel fragmanlar) elde edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: PNL’ye 2. basamak devlet hastanelerinde güvenli ve etkin bir şekilde literatürle uyumlu komplikasyon ve başarı oranları ile başlanabileceği düşünülmekte olup konu ile ilgili prospektif randomize kontrollü çalışmalara ihtiyaç vardır.

24.Effects of Zoledronic Acid in BCPAP Thyroid Papillary Carcinoma Cell Line
ILGIN YILDIRIM SIMSIR, Gökçen ÜNAL KOCABAŞ, Çığır BIRAY AVCI, Füsun SAYGILI
doi: 10.5505/ktd.2019.19327  Pages 125 - 129
GİRİŞ ve AMAÇ: Türkiye’de sıklığı %3.7 olarak tanımlanan tiroid kanserleri en sık görülen endokrin neoplazilerdir. Mitojen aktive protein kinaz (MAPK) yolağındaki proteinleri kodlayan genlerdeki mutasyon ve yeniden düzenlemeler, diferansiye tiroid kanseri gelişimi ve ilerlemesi için giderek daha fazla önem kazanmaktadırlar. Bifosfonatlar invitro olarak; tümör hücre proliferasyonunu azaltır, hücre viabilitesini azaltır, tümör hücre apopitosisini uyarır, hücre adezyonu inhibisyonu yapar, anjiyogenezde inhibisyon ve metastatik potansiyelde azalma yaparlar.
Çalışmamızda zoledronik asit monohidratın tiroid papiller karsinomu hücre hattında sitotoksisite ve apoptozis üzerine etkileri araştırılmıştır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: İnsan kökenli bir papiller tiroid karsinomu hücre hattında (BCPAP) bifosfonat olarak zoledronik asid monohidratın 10-100 µM şeklinde artan dozları kullanıldı.
BULGULAR: BCPAP hücre hattında zoledronik asid monohidratın IC50 değeri 1. deneyde 48. saatte 55 µM olarak saptandı. Ancak 2, 3 ve 4. deneylerde sonuç alınamadı. Bu nedenle apopitozis deneyleri kurulmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Zoledronik asit, çalıştığımız doz aralığında tiroid papiller karsinomu hücre hattında etkisiz bulunmuştur.
INTRODUCTION: Thyroid cancer is the most common endocrine neoplasm with an incidence of 3.7% in Turkey. Mutations and re-arrangements in genes encoding proteins of the the mitogen-activated protein kinase (MAPK) pathway for the development and progression of differentiated thyroid cancer, gain more and more importance. Bisphosphonates decrease tumor cell proliferation, reduce cell viability, stimulate apopitosis in tumor cell, inhibit cell adhesion and angiogenesis, and decrease metastatic potential in vitro.
In our study, the effects of zoledronic acid monohydrate on cytotoxicity and apoptosis in thyroid papillary carcinoma cell line were investigated.

METHODS: Zoledronic acid monohydrate with increasing doses of 10 to 100 μM was used on a papillary thyroid carcinoma cell line of human origin named BCPAP.
RESULTS: IC50 value with zoledronic acid monohydrate was found in first experiment at 48th hour to be 55 μM, but 2nd, 3rd and 4th experiments were failed. Therefore, apoptosis assays were not to be established.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Zoledronic acid was found to be ineffective in the thyroid papillary carcinoma cell line at the dose range we were working with.

25.Effect of social media dependence of nursing students on communication skills
Ayfer Açıkgöz, Merve Ezen, Büşra Emir, Ayşe Özkaraman
doi: 10.5505/ktd.2019.04934  Pages 130 - 140
GİRİŞ ve AMAÇ: İletişimde her gün daha fazla önem kazanan sosyal medyanın olumlu yönleri olduğu kadar olumsuz yönleri de bulunmaktadır. Bunlardan bazıları; iletişimi azaltması ve insanların yüz yüze ilişki kurmasını engellemesidir. Bu olumsuzluklar özellikle yüz yüze iletişimin elzem olduğu hemşirelik gibi mesleklerde daha fazla önemlidir. Günümüz hemşirelik öğrencilerinin; internetin olduğu yıllarda dünyaya gelen ve tüm yaşamlarını dijital ortamda geçiren bir nesil olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu durumun belirlenmesi gerekir. Çalışmamız hemşirelik öğrencilerinin sosyal medya bağımlılığının iletişim becerilerine etkisini belirlemek amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırma 24-25 Ağustos 2017 tarihlerinde, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi’nde Yaz Okulu Döneminde ders alan 175 hemşirelik öğrencisinden, çalışmanın yapıldığı gün okulda bulunan ve çalışmaya katılmaya gönüllü 104 öğrenci ile tamamlandı. Yaz okuluna dış üniversitelerden gelen öğrenciler eğitim-öğretimdeki farklılıkların çalışma sonucuna yansımasını önlemek amacıyla araştırma kapsamı dışında bırakıldı. Veri toplamak amacıyla “Kişisel Bilgi Formu”, “Sosyal Medya Bağımlılığı Ölçeği”, “İletişim Becerileri Envanteri” kullanıldı. Verilerin analizi IBM SPSS 21 paket programı ile yapıldı.
BULGULAR: Öğrencilerin tanımlayıcı özellikleri ile ölçek puanları arasındaki ilişkiye bakıldığında; cinsiyet ile iletişim becerileri arasında önemli bir ilişki bulundu (p=0.001). Öğrencilerin %96,2’sinin sosyal medya üyeliği vardı. Sosyal medyada harcadıkları süre ile toplam SMBÖ puanları arasında önemli bir ilişki bulundu (p=0.000). Ölçeklerin arasındaki ilişkiye bakıldığında öğrencilerin sosyal medya bağımlılıkları ile iletişim becerileri arasında önemli bir ilişki olmadığı saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Öğrencilerin sosyal medya bağımlılıklarının iletişim becerilerini etkilemediği belirlendi.
INTRODUCTION: Social media, which gains more importance in communication every day, has negative aspects as well as positive aspects. Some of these are reducing communication and hindering people's face-to-face interaction. These negativities are more important especially in occupations such as nursing where face-to-face communication is essential. It is necessary to identify this situation when it is considered that today's nursing students belong to a generation who are born into a world with internet and who spend all their lives in the digital environment. Our study was conducted to identify the effect of social media dependence of nursing students on communication skills.

METHODS: The survey was completed with 104 students from 175 nursing students attending Eskişehir Osmangazi University School of Health Sciences and who were at school and volunteered to participate in the study during the Summer School period, on August 24-25, 2017, which was the days that the study was performed. Students from the other universities for summer school were excluded from the research to prevent differences in education and training to reflect the results of the study. “Personal Information Form”, “Social Media Addiction Scale (SMAS)”, “Communication Skills Inventory (CSI)” were used to collect data. Data was analyzed using the IBM Statistical 21.0.
RESULTS: When the relationship between the descriptive characteristics of students and scale scores is examined, a significant relationship between the sexuality and communication skills has been found. 96.2% of the students had social media subscriptions. It has been found that there is a significant relationship between the amount of time a student spent on social media and the total SMAS scores. When the relationship between the scales was examined, it was found that there was no significant correlation between the social media dependence and the communication skills.
DISCUSSION AND CONCLUSION:
It was determined that the students' social media addictions didn't affect communication skills.

26.The treatment of larger bladder stones using of nephroscope via transurethrally
Murat Dursun, Hüseyin Beşiroğlu, Alper Ötünçtemur, Emin Özbek
doi: 10.5505/ktd.2019.92905  Pages 141 - 145
GİRİŞ ve AMAÇ: Mesane taşlarının tedavisinde minimum travma oldukça önemlidir. Bu çalışmada da, transüretral yolla nefroskop kullanılarak mesane taşlarının endoskopik tedavisi hakkında deneyimlerimizi sunduk ve bu yöntemi sistoskop kullanılarak yapılan yöntemle karşılaştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Mesane taşı olan 26 erkek hasta transüretral nefroskop kullanılarak ve 24 hasta sistoskop kullanılarak endoskopik tedavi edildi. Taş boyutu ve prostat hacmi, direk grafi veya suprapubik ultrasonografi ile ölçüldü. Operasyon süreleri de her iki grupta ölçüldü.
BULGULAR: 26 hastada ortalama taş boyutu ve toplam taş sayısı sırasıyla 36.48±16.7 mm ve 31 taş olarak belirlendi. 26 hastanın yaş ortalaması 59.3±17.6 idi. İntravenöz sedoanaljezi başlangıcından üretral foley kateter yerleştirilmesine kadar geçen ortalama ameliyat süresi 33.2±18.9 dakika ve ortalama prostat hacmi 50.7±20.4 ml olarak ölçüldü. İki grup arasında operasyon süreleri açısından istatistiksel anlamlı fark saptanmadı.Hastaların hiçbirinde erken (postoperatif üçüncü ay) dönemde üretral striktür gelişmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Nefroskopun, taş parçalarının kolayca çıkarılmasını kolaylaştıran daha geniş bir lümene sahip olması sistoskop kullanımına göre belirgin bir avantaj sağlamkatadır. Nefroskop kullanarak transüretral yoldan taş tedavisi, hastaların morbiditesini arttırmadan güvenli ve etkili bir yöntemdir.
INTRODUCTION: It is essential that the bladder stone be removed with a minimum of trauma and damage applied to the bladder. In this context, we present our experience removal of bladder stone endoscopically with using nephroscope via transurethrally and compared this method with using cystoscope.
METHODS: Twenty six male patients who had bladder stones treated with endoscopically with using nephroscope via transurethrally and 24 patients were treated with using cystoscope. The maximum diameter of stones in milimeters and prostate volume were measured on plain KUB Xray or suprapubic ultrasonography. Also, operation time was measured.
RESULTS: The mean stone diameter and total number of stones in the 26 patients was 36.48±16.7 mm and 31 stones, respectively. The average age of the 26 patients was 59.3±17.6 years. Mean operative time from begining of intravenous sedoanalgesia until urethral foley catheter insertion was 33.2±18.9 minutes and mean prostate volume was measured to be 50.7±20.4 ml. No statistical difference was found for operation time between groups. None of the patients developed urethral stricture disease in the early (postoperative third month) follow-up.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Nephroscope has distinct advantage over the cystoscope as it has a wider lumen, which facilitates easy removal of the stone fragments. Transurethral stone removal using a nephroscope is safe and efficacious method of stone removal without increasing the morbidity of the patients.

27.Investıgatıon Of Professıonal Commıtment Of The Newly Graduated Nurses
Sevgül Dönmez, Eylem Karakuş
doi: 10.5505/ktd.2019.93695  Pages 146 - 152
GİRİŞ ve AMAÇ: Mesleğe bağlılık; bir hemşirenin mesleğinin sahip olduğu değerlerine inanması, bunun için çaba sarf etmesi, kendini geliştirmeye istekli olması ve bu mesleği sürdürme konusunda kararlı olmasıdır. Bu araştırma, yeni mezun olan hemşirelerin mesleğe bağlılıklarının incelenmesi amacıyla planlanmıştır.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu araştırma, Ekim 2017–Ocak 2018 tarihleri arasında, Şahinbey Uygulama ve Araştırma Hastanesi'nde çalışan 51 hemşire ile tanımlayıcı olarak yapılmıştır. Veri toplama aracı olarak, “Tanılama Formu” ve "Hemşirelerin Mesleğe Bağlılık Ölçeği" kullanılmıştır.
BULGULAR: Hemşirelikte Mesleğe Bağlılık Ölçeği toplam puan ortalaması 74.56±10.43 (min=49, max=94) olarak bulunurken, çaba gösterme istekliliği alt puan ortalaması 35.74±6.97 (min=21, max=50), meslek üyeliğini sürdürme alt puan ortalaması 23.21±4.73 (min=8, max=32), hedef ve değerlere inanç alt puan ortalaması ise 15.60±2.13 (min=8, max=18) olarak bulunmuştur. Ayrıca Mesleğe Bağlılık Ölçeği puan ortalaması 25-28 yaş aralığın da olanlarda, erkeklerde, haftalık çalışma saati daha az olanlarda, cerrahi birimlerde çalışanlarda, rehber hemşire ile çalışanlarda, kliniğe uyumlarındaki ilk altı ay için kendisini klinik sorumlusunun olumsuz etkilediğini ifade edenlerde, diğer hemşirelerin ve çalışma ortamının kendisini olumlu etkilediğini ifade edenlerde ve mesleği isteyerek seçenlerde daha yüksek bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmanın sonucunda yeni mezun hemşirelerin mesleğe bağlılıkların orta düzeyde olduğu, iş güvencesinin, çalışma koşullarının ve ekip iletişiminin mesleğe bağlılıkta önemli bir unsur olduğu belirlenmiştir.
INTRODUCTION: Professional commitment; a nurse is convinced that she believes in the values her profession has, that she is willing to work on it, is willing to develop, and is committed to pursuing this profession. This research was planned to examine the commitment to the profession of newly graduated nurses.
METHODS: This study was conducted as a descriptive study with 51 nurses who have been working Şahinbey Practice and Research Hospital between October 2017 and January 2018. The study was used "Information Form" and "Nursing Professional Commitment Scale" as data collection tool.
RESULTS: The average score of the Scale was found as 74.56 ± 10.43 (min = 49, max = 94), while the average of the subscale of effort was 35.74 ± 6.97 ( 21-50) and the subscale of maintaining the profession membership was 23.21 ± 4.73 (8-32) and belief subscale average of target and values was found to be 15.60 ± 2.13 (8-18). In addition, the average score of Nursing Professional Commitment Scale was found to be significantly higher in those who were 25-28 years old, in males, in weekly working hours, in surgical departments, in working with guide nurses and in the clinic for the first six months nurses and those who stated that the working environment affects themselves positively, and those who voluntarily choose their profession.
DISCUSSION AND CONCLUSION: it was determined that the commitment to the profession of the newly graduated nurses is moderate, job security, working conditions and team communication are important factors in the commitment to the profession.

28.Surgical Strategies and Prognostic Significance of Lymph Node Ratio in Obstructive Colorectal Cancers
Mustafa Saraçoğlu, Demet Sarıdemir, Nuri Okkabaz, Okan Erdoğan
doi: 10.5505/ktd.2019.83713  Pages 153 - 160
GİRİŞ ve AMAÇ: Tıkayıcı kolorektal kanserlerde kısa ve uzun dönem sonuçların değerlendirmesi ve lenf nodu oranının prognostik öneminin ortaya konması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2001-Eylül 2007 tarihleri arasında tıkayıcı kolorektal kanser nedeniyle acil şartlarda ameliyat edilen hastalar geriye dönük olarak derlenmiştir. Cerrahi sonuçlar ve sağkalım değerlendirilmiş olup ortanca lenf nodu oranına göre gruplar arasında genel ve hastalıksız sağkalım karşılaştırmaları yapılmıştır
BULGULAR: Toplam 64 hasta [erkek (n=33, %51,6), ortanca yaş: 68,5] hasta derlendi. Ortanca lenf nodu oranı 0.09 idi. Proksimal ve distal tümörlerde perioperatif morbidite, mortalite ve küratif rezeksiyon oranları farklı değildi. Beş yıllık genel sağkalım %34,4, ortanca sağkalım süresi 19 ay olarak bulundu. Proksimal ve dital tümörler ile erken ve ilere evre tümörlerde genel sağkalım ve hastalıksız sağkalım istatistiksel olarak farklı değildi (p>0.05). Ortanca lenf nodu oranına göre gruplar arasında genel sağkalım ve hastalıksız sağkalım açısından istatistiksel anlamlı farklılık yoktu (p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tıkayıcı distal kolorektal kanserlerde cerrahi stratejiye karar verirken daha objektir kriterler kullanılmalıdır. Tıkayıcı kolorektal kanseri olan hastalarda prognoz kötü olmasına rağmen, küratif rezeksiyon yapılan ve perioperatif komplikasyonları atlatan hastalar daha iyi uzun dönem sonuçlara sahiptir. Ortanca lenf nodu oranı tıkayıcı kolorektal kanserlerde prognostik anlam göstermemiştir.
INTRODUCTION: To investigate the effect of preoperative obstruction in patients with colorectal cancer (CRC) on short and long-term outcomes and to find out the prognostic significance of lymph node ratio (LNR).
METHODS: This retrospective study included patients operated for obstructive CRC under emergency conditions. Surgical outcomes and survival analysis were evaluated in all cohorts. Overall survival (OS) and disease free survival (DFS) rates were compared between patient groups according to median LNR value.
RESULTS: A total of 64 patients [male (n=33, 51.6%), median age: 68.5 years] were retrieved. Median LNR was calculated as 0.09. Perioperative morbidity and mortality and curative resection rates were not different between patients with proximal and distal tumors. 5-year OS rate and median survival for all patients were 34.4% and 19 months, respectively. OS and DFS did not significantly differ between patients in early and advanced stage disease and with proximal and distal tumors (p>0.05). OS and DFS did not show significant difference in patient groups according to median cut-off LNR value (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: More objective criteria should be used while deciding on surgical strategy for obstructive distal CRCs. Although obstruction is associated with poor overall prognosis, patients who have curative resection and survive from perioperative complications have favorable long-term results. Median LNR did not show any prognostic significance for obstructive CRCs.

29.Retrospective analysis of centrally inserted central venous catheters in low birth weight neonates: our experience with 50 cases
Gülseren Yılmaz, Nevin Aydın, Osman Esen, Naime Yalçın, Özal Adıyeke, Ziya Salihoğlu, Abdurrahim Derbent
doi: 10.5505/ktd.2019.37029  Pages 161 - 169
GİRİŞ ve AMAÇ: Santral ven kateterlerin (SVK) kullanımı, çocuklarda uzun süreli sıvı tedavi sağlanmasına izin verir. Amacımız, SVK yerleştirilen düşük doğum ağırlıklı yenidoğan bebeklerin klinik özellikleri ve tedavi sonuçlarını sunmaktır.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışma, düşük doğum ağırlıklı, ortalama yaşı 81.3 ± 55.3 gün olan 50 olgunun (37 kız, 13 erkek) tıbbi dosya ve bilgisayar kayıtlarından elde edilen veriler kullanılarak yapıldı. Olgular üçüncü basamak bakım merkezinin neonatoloji bölümünde tedavi edildi. Demografik, klinik ve hematolojik değişkenler arasındaki ilişki araştırıldı.
BULGULAR: Olgular düşük doğum ağırlıklı olup büyük çoğunluğunda komorbidite vardı (n = 46,% 92). Komplikasyonlar 14 olguda (% 28) kaydedildi ve 9 (% 18) olguda revizyon gerekli oldu. Kateter enfeksiyonu 18 (% 36) olguda saptandı.Takılan kateter ucu en sık olarak 5. (n = 12,% 24) ve 6. (n = 9,% 18) kosta seviyesinde olduğu saptandı. Enfeksiyon 15 (% 30) olguda kateterin çıkarılma nedeniydi. SVK'in uzun süre kullanıldığı (p = 0.027) olgularda ve trombosit sayısı belirgin olarak yüksek (p = 0.032) olgularda revizyon uygulama oranı anlamlı derecede yüksekti. Enfeksiyon nedeniyle çıkartılması gereken SVK’lı olgularda aktive parsiyel tromboplastin süresi belirgin olarak uzundu (p = 0.045 ).


TARTIŞMA ve SONUÇ: Düşük doğum ağırlıklı olgular genellikle komorbiditeye sahiptirler ve komplikasyonlara karşı hassastırlar. Bu olgulara uzun süreli sıvı tedavi gerekebilir ve SVK'ler ilaç uygulama ve parenteral nutrisyon için gerekli olabilir. Bu çalışmayla, SVK’ların düşük doğum ağırlıklı bebeklerde uzun süreli sıvı ve ilaç tedavi için güvenli ve pratik bir erişim yolu oluşturduğu bir kez daha gösterilmiştir.
INTRODUCTION: The use of centrally inserted central venous catheters (CICCs) allows maintenance of
prolonged intravenous access in children. Our aim was to outline the characteristics of
the low birth weight new-born population that received CICC and to present our
therapeutic outcomes.
METHODS: This retrospective study was performed using data derived from the medical files of 50
infants (37 females, 13 males) aged 81.3±55.3 days. Patients were treated in the
neonatology department of our tertiary care centre. Relationship between
demographic, clinical and hematologic variables was investigated.
RESULTS: The vast majority of our patients had comorbidities (n=46, 92%). Complications were
noted in 14 patients (28%) and revision was necessary in 9 (18%) cases. Catheter
infection was evident in 18 patients (36%), while the tip of the catheter was most
commonly detected at the levels of 5th (n=12, 24%) and 6th (n=9, 18%) costa. The
reason for removal of the catheter was infection in only 15 (30%) of cases. The
durability of CICC was significantly longer (p=0.027) and platelet count was notably
higher (p=0.032) in patients that underwent revision intervention. In patients with
infectious aetiology for removal of CICC, activated partial thromboplastin time was
remarkably longer (p=0.045).


DISCUSSION AND CONCLUSION: We suggest that CICCs constitute a reliable, safe and practical route of access for
prolonged intravenous treatment in infants with low birthweight. Identification of
patients who may require revision intervention and increased awareness on catheter
infection may improve success rate and decrease the likelihood of complications and
hazards.

30.
Toplumumuzda Femur Tibia Oranı ile Diz ve Kalça Artrozu İlişkisi
Sefa Giray Batıbay, Ömer Polat, Alper Gültekin
doi: 10.5505/ktd.2019.03779  Pages 170 - 174
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmamızda amaç; femur tibia uzunluk uyumunun uzun dönem sonuçlarını değerlendirmek ve toplumumuzda ortalama femur ve tibia uzunluk oranının tespiti amaçlı, bacak uzunluk grafileri ölçümü yapmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2013-2017 yılları arasında bacak uzunluk grafisi çekilmiş 411 hasta tespit edilmiştir. Hastaların 40-65 yaş arası olanları dahil edildi. Dışlama kriteri olarak; geçirilmiş femur ve/veya tibia kırığı, bilinen romatolojik hastalık, gelişimsel kalça displazisi mevcut olması, bilinen septik artrit öyküsü mevcudiyeti olarak belirlendi. Çalışmaya 171 hasta dahil edildi.
BULGULAR: 171 hastanın 104’ü kadın ve 67’si erkekti. Ölçülen ortalama femur uzunluğu 42,89 cm +/- SD 3,95 cm olarak ölçüldü. ( minimum 30,6 cm – maksimum 49,5 cm). Ortalama tibia uzunluğu 36,75 cm +/- SD 2,966 cm (minimum 29,6 cm –maksimum 43,8 cm) olarak ölçüldü. Femur uzunluğu ve tibia uzunluğu oranı 1,167 +/- SD 0,059 olarak ölçüldü (minimum 1,004 ile maksimum 1,289). Hastaların femur/tibia oranı ile gonartroz evreleri arasında istatistiki olarak anlamlı korelasyon tepit edilmedi (p=0,6876). Hastaların femur /tibia oranı ile koksartroz evreleri olarak istatistiki olarak anlamlı korelasyon bulundu (p=0,0317).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda artan femur tibia oranı ile diz dejenerasyonu arasında ilişki tespit edilmemiş olmakla beraber; kalça ekleminin bu orandan etkilendiği beirlenmiştir. Ancak daha geniş serilerle ve kontrol grubu ile yapılacak çalışmalara ve biomekanik araştırmalara ihtiyaç bulunduğunu düşünmekteyiz. Ayrıca, bu çalışmalarda antropometrik olarak farklar olduğu gözetilerek, yapılacak uzatma cerrahilerinde bölgesel çalışmalar dikkate alınmalıdır.

31.Treatment of esophagojejunal anastomosis leaks with full covered self-expanding metal stents after total gastrectomy: A one center study
Mustafa Özdemir, Fatma Ayça Edis Özdemir, Muharrem Tola, Erdal Birol Bostancı
doi: 10.5505/ktd.2019.79037  Pages 175 - 181
GİRİŞ ve AMAÇ: Radikal gastrektomi sonrası anastomoz kaçağı medikal olarak acil bir durum olup zaman geçirmeden tedavi edilmelidir. Literatürde kaçaklar için kullanılan parsiyel veya tam kaplı self ekspandıbl metalik stentlerin çoğu endoskopik olarak yerleştirilmiş olup skopik uygulamadan sadece birkaç çalışmada bahsedilmiştir. Bu çalışmanın amacı, radikal total gastrektomi (TG) sonrası postoperatif özofagojejunostomi (ÖJ) kaçaklarının yönetiminde deneyimimizi gözden geçirmek, skopik olarak yerleştirilen tam kaplı self ekspandıbl metalik stent (TKSEMS) kullanımının güvenirlik, etkinlik, teknik ve klinik başarısını değerlendirmek ile literatürde endoskopik olarak yerleştirilmiş stentler ile bu parametrelerin karşılaştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2014 ve 2017 arasında mide kanseri nedeni ile TG yapılıp sonrasında ÖJ kaçağı gelişen toplam 20 hasta retrospektif olarak tarandı ve çalışmaya dahil edildi. TKSEMS’ ler girişimsel radyoloji ünitesinde skopi eşliğinde yerleştirildi.
BULGULAR: Teknik başarı %100 olarak değerlendirildi. Klinik başarı %80 olarak ölçüldü. 2 hastada (%10) stent migrasyonu izlendi. Bir hasta sepsis ve sonucu kaybedildi. Bu sonuca göre mortalite oranı %5 olarak değerlendirildi. Hastalarda işlem ile ilişkili komplikasyon gelişmedi. Klinik başarı ile mortalite ile ilişkili faktörler arasındaki ilişki istatistiksel olarak tespit edilemedi (P > 0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: TG sonrası gelişen ÖJ kaçaklarında floroskopik olarak TKSEMS yerleştirilmesi teknik olarak uyulaması kolay ve major komplikasyon gelişmeksizin güvenle kullanılabilen etkili bir tedavi yöntemidir.
INTRODUCTION: Anastomosis leak after radical gastrectomy is a medical emergency and should be treated without delay. Most of the self-expanding metallic stents used for leaks in the literature are endoscopically placed and application with scopy have been mentioned only in a few studies. The aim of this study is to evaluate our experience in management of postoperative esophagojejunostomy (OJ) leaks after radical total gastrectomy, to evaluate the safety, efficacy, technical and clinical success of a scopically placed fully covered self expanding metallic stents (FCSEMS) and compare these parameters with endoscopically placed stents in the literature.
METHODS: A total of 20 patients who underwent TG with gastric cancer and subsequently developed OJ leak for the remaining period between 2014 and 2017 were screened retrospectively and added to the study. FCSEMSes were placed in the interventional radiology unit with scopy.
RESULTS: Technical success was evaluated as 100%. Clinical success was measured as 80%. Stent migration was observed in 2 patients (10%). One patient died of sepsis. Mortality rate was evaluated as 5%. There were no procedural complications in the patients. The relationship between clinical success and mortality related factors could not be determined statistically (P > 0,05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: FCSEMS is a safe and effective treatment method that can be safely used without complications.

32.Preoperative Imaging Guided No-Laparotomy vs Conventional Diverting Colostomy: A Multi-Institutional Case-Control Study
Mustafa Celalettin Haksal, Nuri Okkabaz, Mehmet Seker, Nuri Emrah Göret, Yunus Emre Altuntas, Cengiz Erol, Mustafa Öncel
doi: 10.5505/ktd.2019.19970  Pages 182 - 188
GİRİŞ ve AMAÇ: Geleneksel saptırıcı kolostomi tekniği ile laparotomisiz kolostomi tekniklerini karşılaştırmak ve laparotomisiz teknikte ameliyat öncesi görüntüleme tetkiklerinin faydasını göstermek amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Laparotomisiz hasta grubunda doğru stoma yerinin tespiti için 3 boyutlu bilgisayarlı tomografi (BT) ve düz grafi tetkikleri kullanıldı. Bu hastaların sonuçları ile başka bir merkezde laparotomi ile saptırıcı kolostomi açılan hastaların sonuçları karşılaştırıldı.
BULGULAR: Laparotomisiz kolostomi uygulanan 18 hasta ve laparotomili kolostomi uygulanan 16 hasta çalışmaya dahil edildi. Demografik veriler ile birçok hasta ve işlem ilişkili parametre benzer bulundu. İnsizyon boyutu (4.8±0.8 karşın 13.3±1.9cm, p<0.001) operasyon süresi (31.4±13.0 karşın 46.7±7.9dk, p<0.001) cerrahi alan enfeksiyonu (0 vs 4 [25%], p=0.039) ve yatış süresi (4 [3-30] karşın 5 [4-34]gün, p=0.01) laparotomisiz grupta anlamlı olarak daha az idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Saptırıcı kolostomi oluşturulmasında laparotomisiz teknik güvenli ve yararlı olabilir. Laparotomide sakınılarak insizyon boyutu, operasyon süresi ve yatış süreleri kısaltılıp cerrahi alan enfeksiyonları azaltılabilir. Mevcut çalışma, laparotomisiz kolostomi planlanan hastalarda görüntüleme yöntemlerinden yararlanılmasını önermektedir.
INTRODUCTION: We aimed to compare the outcomes of no-laparotomy and conventional diverting colostomy techniques and to describe the process and benefits of using preoperative imaging tools in no-laparotomy procedure.
METHODS: Patients intended to receive no-laparotomy diverting colostomy, have preoperative imaging tools of 3D computerized tomography and X-ray examinations in order to predict the best location for the stoma construction. The perioperative outcomes in these cases were compared with those obtained from the patients operated with conventional diverting colostomy with laparotomy at another institution.
RESULTS: Eighteen and 16 patients had a diverting colostomy with no-laparotomy technique after preoperative assessment, and conventional procedure. Demographics and most of the patient- and procedure-related factors were similar. Length of incision, (4.8±0.8 vs. 13.3±1.9cms, p<0.001) operation time (31.4±13.0 vs 46.7±7.9mins, p<0.001) and the rate of surgical site infection (0 vs 4 [25%], p=0.039) and hospitalization period (4 [3-30] vs 5 [4-34]days, p=0.01) were significantly less in no-laparotomy group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: No-laparotomy technique may be safe and beneficial while performing a diverting colostomy. Length of incision, operation time and hospitalization period are shortened if a laparotomy is avoided, and the rate of surgical site infection decreases. Current study recommends preoperative imaging tools when a no-laparotomy technique is intended.

33.Factors affecting success of single-dose methotreaxhate treatment in ectopic pregnancy
Taner Günay, Oğuz Devrim Yardımcı, Meryem Hocaoğlu, Ergül Demirçivi Bör, Abdülkadir Turgut, Ateş Karateke
doi: 10.5505/ktd.2019.04274  Pages 189 - 194
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmamızın amacı ektopik gebelik tedavisinde uyguladığımız tek doz metotreksat tedavisinin başarı oranını değerlendirmek ve bu başarı oranını etkileyen klinik ve laboratuar faktörlerini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemize 2013 Nisan ile 2018 Nisan arasında ektopik gebelik tanısıyla tek doz metotreksat tedavisi alan hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların demografik özelliklerinin yanı sıra tanı anındaki serum β-hCG değeri, ektopik odak boyutu ile ektopik odaktaki fetal kardiyak aktivite pozitifliği gibi klinik, laboratuar ve ultrasonografik bulgular ile metotreksat tedavisi arasındaki ilişki değerlendirildi.
BULGULAR: Ektopik gebelik tanısı ile tek doz metotreksat tedavisi yapılan toplam 123 hasta çalışmaya dahil edildi ve hastalar 2 gruba ayrıldı. Grup 1(n=97): Tek doz metotreksat ile başarılı tedavi edilen hastalar. Grup 2(n=26): Tek doz metotreksat ile başarı sağlanamayan ve cerrahi müdahale gereken hastalar. Grup 1’deki hastaların MTX tedavisi öncesi ortalama serum β-hCG değeri 3128 ± 2085 mIU/ml iken Grup 2’deki hastaların ortalama değeri 5813 ± 3858 mIU/ml olarak bulundu ve her iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p=0.0001). Ektopik odaktaki fetal kardiyak aktivite Grup 1’de 10 (%10.3) hastada, Grup 2’de ise 7 (%26.9) hastada pozitif bulundu. Toplam 123 hastaya MTX tedavisi uygulandı ve genel başarı oranı 97/123 (%78.8) olarak bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tek doz metotreksat tedavisi ektopik gebeliğin tedavisi için kullanılan etkin ve güvenli bir tedavi seçeneğidir. Metotreksat tedavisinin başarısını öngören en önemli parametre serum β-hCG düzeyi olup tanı anındaki β-hCG değeri ile medikal tedavinin başarı oranı arasında ters orantı söz konusudur. Ektopik odakta kardiyak aktivitenin gözlenmesi de metotreksat tedavisi için kesin bir kontrendikasyon olmasa da tedavi başarısını azaltan önemli bir parametre olarak bulunmuştur.
INTRODUCTION: We aimed to evalute the affectiveness of the single-dose methotreaxhate used in the treatment of ectopic pregnancy and and to identify the clinical and laboratory findigns affecting its success.
METHODS: We retrospectively reviewed the patients diagnosed with ectopic pregnancy who received single-dose methotraxhate treatment in between April 2013 and April 2018. The associations of the methotreaxhate treatment with patients’ s demographic characteristics, clinical and laboratory finding like serum β-Hcg levels, size of ectopic mass, fetal cardiac positivity were evaluated.
RESULTS: Mean serum β-hCG levels of Group 1 (included patients succesfully treated with single-dose methotreaxhate,n=97) and Group 2 (included patients could not treated with single-dose methotreaxhate, n=26) prior to methotreaxhate treatment were 3128 ± 2085 mIU/ml and 5813 ± 3858 mIU/ml recpectively. In Group 1, fetal cardiac activity was positive in 10 patients (10,3%) and in Group 2. The cardiac fetal activity was positive in 10 patients (10.3%) in Group 1 and 7 patients (26.9%) in Group 2. In total 123 patients who underwent methotreaxhate treatment the overall success rate of single-dose methotreathate treatment was found as 78.8% (97/123).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Single-dose methotreaxhate treatment is a safe and effective option in ectopic pregnancy therapy. The most significant parameter affecting the success of this treatment is the serum β-Hcg levels having an inverse relation with success rate. The observation of cardiac activity in the ectopic focus has been found to be an important parameter that reduces the success of treatment, although not being a definite contraindication to methotrexate therapy.

34.Comparison of the outcomes of rFSH alone versus rFSH + rLH protocols in patients undergoing controlled ovarian hyperstimulation for IVF cycles
Yagmur Minareci, Utku Ozcan
doi: 10.5505/ktd.2019.70446  Pages 195 - 201
GİRİŞ ve AMAÇ: Gonadotropin tedavisi, overyan stimülasyonun temelidir. FSH, antral folliküler büyümenin ana düzenleyicisi iken, LH ise steroidogenezin desteklenmesi ve antral follikül gelişiminde önemli rol oynar. Bununla birlikte, literatürde LH desteğinin, kontrollü ovaryan hiperstimülasyonuna eklenmesi hakkında sınırlı veri bulunmaktadır. Prospektif randomize çalışmamızın amacı, hipofizi baskılanmış normo-gonadotropik ve rFSH ile monoterapiye normal - suboptimal over cevabı olan kadınlarda kontrollü ovaryan hiperstimülasyon sırasında tedaviye rLH eklenmesinin etkinliğini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya yetmiş yedi hasta dahil edildi. IVF tedavisine alınan normal ve azalmış over fonksiyonuna sahip hastalar randomize edildi ve kontrollü overyan hiperstimülasyon esnasında, rFSH ile rFSH + rLH rejimleri prospektif olarak karşılaştırıldı. Çalışmanın birincil sonlanım noktası, toplam metafaz II oosit sayısı olarak kabul edildi.
BULGULAR: Çalışmaya dahil olan yetmiş yedi hastadan otuz dokuzu, yalnız FSH (Grup A) ve otuz sekizi de FSH + LH (Grup B) aldı. Tüm yaş grupları içinde değerlendirildiğinde, grup B'de elde edilen metafaz II oosit ve toplam embriyo sayıları grup A'ya göre istatistiksel olarak anlamlı derecede azdı. Otuz beş yaş ve üstü hastalar ayrıca değerlendirildiğinde, metafaz II oosit sayısı, rFSH + rLH alan grupta istatistiksel olarak anlamlı derecede azalmış olarak saptandı. Hem tüm yaş gruplarındaki hastalar, hem de otuz beş yaş ve üstü hastalar değerlendirildiğinde iyi kalitede embriyo sayısı ve klinik gebelik oranları bakımından, her iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık izlenmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda, IVF tedavisinde rFSH + rLH rejiminin, hem normal hem de azalmış over rezervi olan kadınlarda faydalı olmadığı görülmektedir. Bununla birlikte, hasta sayısının daha fazla olduğu prospektif randomize kontrollü çalışmalarının yapılması gerektiğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Gonadotropin therapy is the mainstay of ovarian stimulation, while FSH is the main regulator of antral follicular growth, LH plays key roles in promoting steroidogenesis and in the development of the leading follicle. However, there is limited data on the use of LH supplementation in controlled ovarian stimulation for IVF. The aim of this prospective randomized study is to investigate the efficacy of the administration of rLH during COH in normogonadotrophic downregulated women, with initial normal - suboptimal ovarian response to monotherapy with rFSH.
METHODS: Seventy seven patients were included in the study and two regimens, rFSH and rFSH + rLH, for IVF treatment of women with normal and decreased ovarian function were compared in prospective randomised fashion. Primary end-point of the study was the total number of metaphase II oocytes
RESULTS: Of the 77 patients, 39 received FSH alone (Group A) and 38 received FSH + LH (Group B). When all age groups were evaluated, number of metaphase II oocytes and total embryos were statistically significantly decreased in group B compared to groups A (p< 0.01). Particularly, in the subgroup of patients aged 35 years and over, number of metaphase II oocytes were statistically significantly decreased in group B compared to group A (p< 0.005). The number of good quality embryos and clinical pregnancy rates did not differ significantly between the two groups either in all age groups and patients aged ≥35.
DISCUSSION AND CONCLUSION: rFSH+rLH regimen appears not to be beneficial for the IVF treatment of women either with normal and decreased ovarian reserve. It should be considered however, to prove the efficacy, larger scale prospective randomized control trials should be conducted.

35.Knowledge, Attitudes, and Behavıors of Theology Faculty Students Concerning Organ Donation
Aliye Bulut
doi: 10.5505/ktd.2019.87094  Pages 202 - 209
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma; Bingöl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi bölümünde öğrenim görmekte olan öğrencilerin organ bağışı ile ilgili mevcut bilgi, tutum ve inançları konusunda bilgi toplamak ve varsa bu konuyla ilgili aksaklıkları belirlemek amacıyla yapılmıştır.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırmada kullanılan veri toplama aracı literatür bilgilerine dayanarak araştırmacı tarafından geliştirilen Anket Formu’dur. Anket formu 38 sorudan oluşmaktadır. İlk 14 soru öğrencilerin demografik özellikleri ilgilidir. Diğer sorular ise, organ bağışı ile ilgili olarak öğrencilerin genel yaklaşımlarını ve tutumlarını ve organ bağışı ile ilgili olabilecek çeşitli demografik özelliklerini belirlemeye yönelik sorulardan oluşmaktadır.
BULGULAR: Katılımcıların organ bağışı yapmayı düşünme durumlarının dağılımı incelendiğinde; %31,1’i organ bağışı yapmayı düşündüğünü belirtirken, %28,1’i düşünmediğini belirtmiştir. Katılımcıların %40,7’si ise organ bağışı konusunda kararsız olduğunu belirtmiştir. Organ bağışı konusunda eğitim alma durumunda ise organ bağışı konusunda evet ve kararsız olanların büyük çoğunluğu eğitim almayı isterken; bağışlamayı düşünmeyenlerin büyük çoğunluğu (%76,5) eğitim almayı istememektedir (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç: İlahiyat Fakültesi öğrencilerinin organ bağışı konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıkları, organ naklinin dinen uygun olmadığına dair çeşitli kaygılar yaşadıkları ve bu konuda bilgilendirilmeye ihtiyaç duydukları, daha çok konunun uzmanı olan hekimlerin bilgisi dâhilinde organ bağışı birimlerinden fikir almak istedikleri ortaya çıkmıştır.
INTRODUCTION: This study was conducted for the purpose of collecting information about current knowledge, attitudes, and beliefs of students studying in Bingöl University Theology Faculty concerning organ donation and detecting inconveniences on this subject, if any.

METHODS: Data collection tool used in the study was a Questionnaire, which was prepared by the researcher based on literature knowledge. The questionnaire consisted of 38 questions. The first 14 questions are related to demographic characteristics of the students. Other questions, on the other hand, are aimed at determining the general approaches and attitudes of the students concerning organ donation and various demographic characteristics concerning organ donation.
RESULTS: While examining the distribution of the state of the participants to think organ donations, 31.1% of them indicated that they considered organ donation, whereas 28.1% did not think. 40.7% of the participants indicated that they were undecided about organ donation. Regarding the state of receiving the training on organ donation it was determined that while a great majority of the participants who gave the answer “yes” and “undecided” to the question about organ donation wanted to train, a great majority of those who did not consider organ donation (76.5%) did not want to train (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was revealed that Theology Faculty students did not have sufficient knowledge about organ donation, had various concerns about religious inconvenience of organ transplantation, needed to be informed on this subject, and wanted to get opinion from organ donation units mostly within the knowledge of attending physicians.

36.C-Reactive Protein and Procalcitonin Sensitivity and Specificities in the Diagnosis of Periprosthetic Joint Infections
Serda Duman
doi: 10.5505/ktd.2019.99810  Pages 210 - 214
GİRİŞ ve AMAÇ: Periprostetik enfeksiyonların tanısında laboratuar testlerinin değeri halen tartışmalıdır. Bu çalışmanın amacı enfekte total kalça ve diz artroplastisi hastalarında pozitif ve negatif mikrobiyolojik kültür sonuçları ile mukayeseli olarak CRP ve PCT değerlerinin tanı koymadaki duyarlılık ve özgüllüğünü değerlendirmektir.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada enfekte total kalça veya total diz artroplastisi tanısı ile tedavi edilmiş toplam 40 hastanın klinik verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Serum CRP ve PCT değerleri ile birlikte cerrahi olarak elde edilmiş mikrobiyolojik kültür sonuçları kaydedildi. Kültür sonuçları da pozitif ve negatif olarak sınıflandı. Buna göre her iki gruptaki hastalarda CRP ve PCT nin sensitivite ve spesifitesi dğerlendirildi.

BULGULAR: Çalışmada elde edilen verilere göre periprostetik enfeksiyon tanısında CRP’nin duyarlılığı %100 ve özgüllüğü %52.6; PCT’nin ise duyarlılığı %85.7 ve özgüllüğü %95.7 tespit edilmiştir.


TARTIŞMA ve SONUÇ: CRP periprostetik enfeksiyon tanısında yüksek duyarlılığa PCT ise yüksek spesifitye sahip değerli serolojik belirteçlerdir. Ortopedik cerrahlar periprostetik eklem enfeksiyonlarının tanısında bu iki belirteci göz önünde bulundurmalı ve gerekirse bir arada kullanmalıdır.
INTRODUCTION: The value of laboratory tests in the diagnosis of periprosthetic infections is still controversial. The aim of this study was to evaluate the sensitivity and specificity of CRP and PCT values in comparison with the positive and negative microbiological culture results in infected total hip and knee arthroplasty patients.


METHODS: In this study, clinical data of a total of 40 patients with infected total hip or total knee arthroplasty were evaluated retrospectively. Microbiological culture results that were obtained surgically together with serum CRP and PCT values were recorded. Culture results were also classified as positive and negative. Accordingly, sensitivity and specificity of CRP and PCT were evaluated in both groups.

RESULTS: According to the data obtained in the study, the sensitivity of CRP in the diagnosis of periprosthetic infection was 100% and the specificity was 52.6%; PCT sensitivity was 85.7% and specificity was 95.7%.

DISCUSSION AND CONCLUSION: CRP with high sensitivity and PCT with high specificity, are valuable serological markers with in the diagnosis of periprosthetic infection. Orthopedic surgeons should consider these two markers in the diagnosis of periprosthetic joint infections and use them together if necessary.

37.Arthroscopic Reduction And Dega Acetobuloplasty Treatment In Walking Age Children With Irreducible Developmental Dysplasia Of The Hip
Serda Duman
doi: 10.5505/ktd.2019.27880  Pages 215 - 219
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızın amacı merkezimizde yürüme çağında gelişimsel kalça displazisi tanısı almış hastalarda aynı seansta yapılan artroskopik redüksiyon ve Dega ostetomisi cerrahisinin radyolojik ve klinik sonuçlarını incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Aynı seansta artroskopik redüksiyon ve Dega osteotomisi yapılan 13 hasta retrospektif olarak incelendi.Preoperetif Tönnis evresi, asetabuler indexler, postoperatif femoral baş örtüm oranı ve asetabuler indexler ölçüldü. Kalamichi-MacEwen sınıflamasına göre AVN, MacKay sınıflamasına göre klinik durum değerlendirildi.
BULGULAR: Ameliyat öncesi, ortalama AI açısı 38.4 (dağılım 34-44) idi ve en son takipte ortalama AI 21.7 (dağılım, 20-26) derece idi. Ortalama, femur başı kapsama oranı% 90.7 (aralık,% 80-100) idi. McKay sınıflamasına göre; 7 hastada Grade I kalça, 5 hastada Grade II, 1 hastada Grade III kalça vardı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Gelişimsel kalça displazisi tedavisinde yürüme çağı döneminde artroskopik redüksiyon, kısa dönem sonuçları açısından açık redüksiyona alternatif olabilecek bir tekniktir. Daha büyük hasta sayıları ile prospektif, uzun vadeli ve karşılaştırmalı çalışmalara ihtiyaç olduğu aşikardır
INTRODUCTION: The aim of our study was to investigate the radiological and clinical results of arthroscopic reduction, which has promising results, along with Dega acetobuloplasty in children over 18 months of age who were admitted to our center

METHODS: 13 patients operated with arthroscopic reduction and Dega acetabuloplasty in same session evaluated retrospectively. Preoperative Tönnis grade, acetabular indexes, postoperative acetabular indexes, coverage ratio of the femoral head were measured. Postoperative AVN was evaluated according to the Kalamchi and MacEwen classification and MacKay classification was criteria for clinical evaluation.

RESULTS: Preoperatively, the mean,AI angle was 38.4 (range, 34 to 44 ) degree and at the latest follow-up, the mean AI was 21.7 (range, 20 to 26) degrees. The mean, femoral head coverage ratio was 90.7 % (range, 80 to 100%). According to McKay classification; 7 patients had Grade I hip, 5 patients had Grade II, and 1 patient had Grade III hip


DISCUSSION AND CONCLUSION: Arthroscopic reduction for developmental dysplasia of hip at walking age is a technique that might be an alternative to open reduction from the point of short-term results. It is clear that prospective, long-term and comparative studies with larger patient numbers are needed

38.Is skin prik test necessary before measles-mumps-rubella vaccination in children with egg allergy? How safe is the vaccine?
Müjde Tuba Çöğürlü, Isil Eser Simsek
doi: 10.5505/ktd.2019.03411  Pages 220 - 225
GİRİŞ ve AMAÇ: Kızamık-Kızamıkçık-Kabakulak aşısında bulunan kızamık virüsü civciv embriyo hücrelerinde üretilmektedir ve yardımcı madde olarak jelatin içermektedir. Jelatin veya yumurta alerjisi olan kişilerde KKK aşısı uygulaması, sağlık personeli ve ailelerde kaygı oluşturmaktadır. Çalışmamızda, yumurta alerjisi olan hastalarda Kızamık-Kızamıkçık-Kabakulak aşılamasının güvenli olup olmadığının ve aşı öncesi test yapılmasının gerekliliğinin belirlenmesi planlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma 2016-2018 yılları arasında prospektif olarak dizayn edildi. Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk İmmünoloji ve Alerji polikliniğinde izlenen immunglobulin E (IgE) aracılı yumurta alerjisi tanılı hastalara, Kızamık-Kızamıkçık-Kabakulak aşısı öncesi ticari yumurta beyazı ve sarısı ile prik, taze (çiğ) yumurta ile prik, jelatin ve Kızamık-Kızamıkçık-Kabakulak aşısı ile prik, 1/100 sulandırılmış aşı ile intradermal deri testleri yapılması, yumurta spesifik IgE çalışılması planlandı.
BULGULAR: IgE aracılı yumurta alerjisi olup Kızamık-Kızamıkçık-Kabakulak aşısı yapılacak 62 hasta çalışmaya alındı. Hastaların median yaşı 12 ay (9-24 ay) olup %28’i (n= 17)’i kızdı. Hastaların 49 (%79)’u atopik dermatit, 8 (%12)’i ürtiker, 2 (%3,2)’si anafilaksi ve 2 (%3,2)’si atopik dermatit ve ürtiker birlikteliğiyle takip ediliyordu. Bir (%1,6) hastada klinik şikayet olmadan spesifik IgE ve cilt testi pozitifliği mevcuttu. Hastaların tümünde jelatin ile yapılan prik testler, aşı ile yapılan prik ve intradermal testler negatif saptandı. Tüm hastalara aşı tam doz uygulanarak hastalar 1 saat gözlem altında tutuldu. Yumurta ilişkili ürtikeri olan, ilk Kızamık-Kızamıkçık-Kabakulak aşısından sonra maküler döküntüsü olan bir hastada aşı uygulandıktan 30 dakika sonra aynı şekilde hafif maküler döküntü gelişti, tedavisiz geriledi. Diğer 61 hastada reaksiyon görülmedi. Reaksiyon oranı %1,6 (1/62) doz olarak bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bulgularımız yumurta alerjisi olan hastalarda KKK aşısı öncesi test yapılmasının gerekli olmadığını ve aşının güvenle uygulanabileceğini düşündürmektedir.
INTRODUCTION: Measles virus is produced in chick embryo cells. The administration of measles-rubella-mumps vaccine creates unnecessary anxiety in children with egg allergy by the families and healthcare personnel. The aim of this study to determine whether it is safe to vaccinate measles-rubella-mumps in patients with egg allergy and whether pre-vaccination testing is necessary.
METHODS: The study was prospectively designed between 2016-2018. We administered measles-rubella-mumps vaccine to patients with egg allergy at Kocaeli University Medical Faculty Pediatric Allergy and Immunology Department. Before vaccination, prick with commercial egg white and yellow, prick with fresh (raw) food, prick with gelatin and measles-rubella-mumps vaccine, intradermal skin test with 1/100 diluted vaccine and measure of egg white and yellow specific immunglobuline E (IgE) were performed in all patients. The patients were given a full dose vaccine.
RESULTS: Sixty-two patients with IgE mediated egg allergy were included in the study. The median age was 12 months and 28% (n=17) of the cases were female. According diagnostic distribution, the patients had atopic dermatitis (n=49; 79%), urticaria (n=8; 12%), anaphylaxis (n=2; 3.2%) and atopic dermatitits with urticaria (n=2; 3.2%). One (1.6%) patient had specific IgE and skin test positivity without clinical complaints. There was no positive skin test with vaccine and jelatin or intradermal test. All patients were vaccinated at full dose, observed for 1 hour. One case had mild rash. The rate of the reaction was 1.6% (1/62).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our findings suggest that pre-vaccination testing is not necessary in patients with egg allergy and that the vaccine can be safely administered.