Volume : 7 Suppl : 1 Year : 2024
Index
Membership
Application
Kocaeli Medical Journal - Kocaeli Med J: 7 (1)
Volume: 7  Issue: 1 - April 2018
EDITORIAL COMMENT
1.From Editor-in-Chief
Tolga Aksu
doi: 10.5505/ktd.2018.13471  Page 1
Abstract |Full Text PDF

ORIGINAL ARTICLE
2.Cardiac magnetic resonance imaging experience of a newly established cardiology center
Kıvanç Yalın, Tümer Erdem Güler, Şükrü Şanlı
doi: 10.5505/ktd.2018.72623  Pages 2 - 6
GİRİŞ ve AMAÇ: Kardiyak manyetik rezonans görüntüleme (KMRG) miyokardiyal hastalıkların değerlendirmesinde giderek artan oranda kullanılmaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda kliniğimizde 1 yıl içerisinde yapılan KMRG incelemelerinin ESC kılavuzlarına uygunluğu, klinik yaklaşımı değiştirmedeki yeri araştırılmıştır.
BULGULAR: Çalışmaya 30 hasta dahil edilmiş olup, yapılan incelemeler ESC kılavuzlarına uygun olup, 7 hastada (%23) klinik yaklaşımı değiştirmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamız bulguları KMRG’ nin daha yaygın kullanılması gerektiğini düşüncesini desteklemektedir.

INTRODUCTION: Cardiac magnetic resonance imaging (CMRI) is currently increasingly been used for evaluation of myocardial diseases.
METHODS: In this work, we investigated the accuracy of last one year CMRI to ESC guidelines and the role of changing the clinical approach.
RESULTS: Thirty patients enrolled, imaging was found to be accurrent to ESC guidelines, CMRI changed clinical approach in 7 (23%) of the patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our data suggest the idea of wider use of CMRI.


EDITORIAL COMMENT
3.Cardiac Magnetic Resonance Imaging: Future is Now!
Mehmet Birhan Yılmaz
doi: 10.5505/ktd.2018.87004  Page 7
Abstract |Full Text PDF

ORIGINAL ARTICLE
4.Resistance Rates Against Various Antimicrobials in Escherichia Coli Strains Isolated from Urine Samples
Gülseren Samancı Aktar, Zeynep Ayaydın, Arzu Rahmanalı Onur, Demet Gür Vural, Hakan Temiz
doi: 10.5505/ktd.2018.49369  Pages 8 - 13
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda üriner sistem infeksiyonlarından izole edilen genişlemiş spektrumlu beta laktamaz GSBL pozitif ve negatif Escherichia coli infeksiyonlarındaki antibiyotiklere direnç sıklığının belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2013-2014 yıllarında kliniklerde yatan ve polikliniklere başvuran hastalardan laboratuvara gelen idrar örneklerinden, anlamlı üreme olan 1392 adet GSBL pozitif ve negatif E.coli suşu değerlendirilmştir. Üreyen mikroorganizmalar VITEK®2 Compact (bioMerieux, MarcyI’Etoile, France) cihazında, CLSI (Clinical and Laboratory Standards Institute ) standartlarına göre değerlendirilmiştir. Sayısal ve oransal (n, %) hesaplamalar için tanımlayıcı testler, karşılaştırmalar için Z testi kullanılmıştır. p < 0,05 değerler istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir.
BULGULAR: GSBL pozitif E.coli suşlarında en yüksek direnç ampisiline %99.6, en düşük direnç %3.4 ile meropeneme, %2.8 ile fosfomisine, %2.1 ile imipeneme, %1.8 ile amikasine karşı bulunmuştur. GSBL negatif suşlarda en yüksek direnç %51.4 ile ampisiline, en düşük direnç %1.7 ile fosfomisine, %0.6 ile meropeneme, %0.6 ile amikasine, %0.3 ile imipeneme karşı bulunmuştur. Direnç durumları arasındaki fark p < 0.05 olarak bulunmuş, istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İnfeksiyonlardaki tedavi başarısızlıklarını önlemek ve dirençli patojenlerin yayılımının engellenmesi için hastaneler direnç oranlarını düzenli aralıklarla izlemelidir. Bu çalışmaların ampirik tedaviye yol gösterici olacağı sonucuna varılmıştır.
INTRODUCTION: We aimed to determine the antimicrobial resistance rates of extended-spectrum beta-lactamase (ESBL) positive and negative Escherichia coli strains isolated from the urine samples of patients with urinary system infections.
METHODS: Among the urine samples from the patients in the clinics or outpatient clinics between 2013 and 2014, 1392 ESBL-positive and ESBL-negative E.coli strains with significant growth were evaluated. The VITEK® 2 Compact (bioMerieux, MarcyI’Etoile, France) automated device was used for bacterial identification and antibiotic susceptibility testing and results were evaluated with CLSI (Clinical and Laboratory Standards Institute) standards.
Z Test We used for comparisons and descriptive tests for numerical calculations p <0.05 was considered statistically significant.

RESULTS: The ESBL-positive E.coli strains showed the highest resistance to ampicillin (99.6%) and the lowest resistance, to meropenem (3.4%), fosfomycin (2.8%), imipenem (2.1%) and amikacin (1.8%). The ESBL-negative strains showed the highest resistance to ampicillin (51.4%) and the lowest resistance, to fosfomycin (1.7%), meropenem (0.6%), amikacin (0.6%) and imipenem (0.3%). The difference among these rates was p < 0.05 and statistically significant.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Hospitals should regularly evaluate level of resistance to urinary system infections to prevent spread of resistant pathogens. Our study shows a new path for empirical treatment, indicating that fosfomycin can be given priority for the treatment of urinary tract system infections caused by E.coli.

5.Characteristics of symptoms for colorectal diseases
Turgut Anuk, Şahin Kahramanca, Ali Cihat Yıldırım, Mahmut Can Yağmurdur
doi: 10.5505/ktd.2017.99705  Pages 14 - 17
GİRİŞ ve AMAÇ: Kolorektal bölge (KRB) hastalıkları genel cerrahinin en sık karşılaşılan hastalık gruplarındandır. Hastaların şikayet tipleri ve süreleri, hastalara konulacak endoskopi endikasyonunu belirlediği gibi, hastalıkların prognozu ve yerleşim yerleri hakkında da ipucu verebilmektedir. Çalışmamızda, polikliniğimize başvuran ve alt gastrointestinal sistem (GİS) endoskopi uygulanan hastaların şikayet özellikleri ile saptanan hastalıklar arasındaki ilişki ortaya konulmaya çalışıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Karın ağrısı, dışkılama alışkanlığında değişim, rektal kanama ve halsizlik şikayetleri ile genel cerrahi polikliniğine başvuran ve alt GİS endoskopisi uygulanan hastaların dosyaları retrospektif incelendi. Hastalar; yaş, cinsiyet, şikayet tipleri ve alt GİS endoskopisi sonuçları incelenerek, patoloji sonucu benign ve malign olanlar ile malignite saptanan gruptaki tümörlü kolon segmentine göre şikayet tipleri karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmadaki 830 hastanın 140’ında malignite saptandı. Malignite saptanan gruptaki yaş ortalaması benign hastalık grubundan daha yüksek iken (p<0.001), cinsiyet dağılımı homojen idi (p: 0.741). Malignite grubunda özellikle dışkılama alışkanlığında değişim gösterme özelliğinin, benign hasta grubunda ise kanama ve karın ağrısı şikayetlerinin anlamlı şekilde yüksek olduğu gözlendi (p<0.001). Malignite saptanan hastalar kendi içinde değerlendirildiğinde; cinsiyet dağılımında anlamlı fark gözlenmezken (p: 0.310), tümörlü kolon segmentinin anlamlı şekilde rektosigmoid bölgede daha fazla saptandığı görüldü (p<0.001). Rektosigmoid bölge tümörlerinde özellikle dışkılama alışkanlığında değişim ve dışkı kalibrasyonunda incelme en sık saptanan bulgu iken, sağ kolon tümörlerinde kanama, anemi ve halsizlik en sık şikayet olarak karşımıza çıkmaktaydı (p<0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Özellikle dışkılama alışkanlığında değişim ve dışkı kalibrasyonunda incelme şikayeti ile başvuran 59.5 yaş ve üzeri hastalarda, rektosigmoid bileşkede daha sıklıkla görülmekle birlikte malign hastalıklar düşünülmeli ve alt GİS endoskopisi tanı yöntemlerine başvurulmalıdır.
INTRODUCTION: Colorectal diseases are amongst mostly encountered disease groups of general surgery. Hence, duration and characteristics of symptoms could give useful information for deciding further investigation like endoscopy, which could determine disease location and prognosis. In this study, we analyse symptoms' characteristics of polyclinic patients which underwent lower gastrointestinal endoscopy and to reveal the relationship between these symptoms and possible diagnosed diseases.
METHODS: Patients who had at least one of the complaints of abdominal pain, change in bowel habit, rectal bleeding, faintness, and who underwent lower gastrointestinal endoscopy, data were analysed retrospectively. Patients age, gender, symptoms' characteristics, lower gastrointestinal endoscopy results were analysed and then they were compared in two groups by which benign and malign pathological results Malignity cases then were sorted for affected tumoural colon segment.
RESULTS: 140 patients amongst 830 patients had malignity. Patients who had malignity had higher mean age than benign group(p<0.001). Gender distribution as homogenous (p: 0.741). Comparison of groups by symptoms revealed that change of bowel habits for malignity cases and abdominal pain, rectal bleeding for benign cases showed statistically higher significance(p<0.001).
Malignity group showed the homogenous distribution for gender (p: 0.310), however, there was statistically significance for rectosigmoid segmental tumours (p<0.001). Hence, rectosigmoid tumours were presented by the change of bowel habit and diminishing calibre of stool. Right colon tumours had significantly higher symptoms of bleeding, anaemia and faintness(p<0.001).

DISCUSSION AND CONCLUSION: Patients who had more than 59,5 years old and who had symptoms of change of bowel habit, diminishing calibre of the stool are susceptible candidates for malign colorectal disease, especially rectosigmoid junction tumours. So this patients should have undergone lower gastrointestinal endoscopy primarily.

CASE REPORT
6.A case of transverse colon volvulus, which cause ileus
Ethem Bilgiç, Eyüp Murat Yılmaz, Berke Manoğlu
doi: 10.5505/ktd.2018.64935  Pages 18 - 20
Transvers kolon volvulusu intestinal obstrüksiyonların nadir bir nedenidir. Kolon volvulusu için predispozan faktörleri sayacak olursak mental retardasyon, dismotilite bozulukları, dar tabanlı veya uzun mezenterin mevcudiyeti ve kronik kabızlık sayılabilir. Tedavi seçeneklerinde endoskopik redüksiyon genel durumu stabil, acil cerrahi düşünülmeyen hastalarda uygulanabilmesine rağmen başarı oranı düşük ve nüks riski fazladır. Biz bu olgumuzda hastanemiz acil servisine, 2 gündür olan karın ağrısı, bulantı ve kusma şikayeti ile başvuran 22 yaşındaki erkek hastada tespit ettiğimiz transvers kolon volvulusunu sunduk. Hastanın çekilen Ayakta direkt batın grafisi (ADBG) ve Abdominal Bilgisayarlı Tomografi (Abd. BT) incelemelerinde ileus saptandı. Acil laparotomi yapılan hastada transvers kolon volvulusu tespit edilerek transvers kolon rezeksiyonu, anastomoz ve koruyucu loop ileostomi yapıldı.
Transverse colon volvulus is a rare cause of intestinal obstruction.. Predisposing factors for colon volvulus include mental retardation, dysmotility disorders, the presence of narrow base or long mesentery and chronic constipation. Endoscopic treatment option in reducing can perform in stable patients despite the implementation success rate is too low and the high risk of recurrence. We present a case of transverse colon volvulus in a 22 years old male patient who cames our hospital emergency service with abdominal pain, nausea and vomiting for about 2 days. Radiographic and tomographic imaging showed ileus. The patient was taken for a laparotomy, volvulus of transverse colon was found and we did transverse colon resection, anastomosis and protective loop ileostomy.

7.A rare case: Submucosal colonic splenosis
Orhan Aras, Deniz Öçal, Erol Aksoy, Erdal Birol Bostancı, Musa Akoğlu
doi: 10.5505/ktd.2018.55477  Pages 21 - 24
Splenozis daha çok dalak travmasına sekonder implantasyon sonrası görülmekle beraber nadiren elektif splenektomilerde de görülmektedir. Travmaya sekonder implantasyon mekanizması ile oluşan splenozis vakaları barsağın serozal tabakasında görülmektedir. Olgumuzda submukozal saptanan kitle nedeniyle yapılan rezeksiyonun patoloji sonucu splenozis olarak raporlanmıştır. Ameliyat sırasında çalışılan patoloji sonrası geniş rezeksiyondan kaçınılmış olup travma vakalarında atipik yerleşimli splenozis vakaları akılda tutulmalı ve cerrahinin boyutu ameliyat sırasında çalışılan patoloji ile minimalize edilmelidir.
Splenosis may be encountered following elective splenectomy, although it usually occurs after secondary implantation due to splenic trauma. Splenosis cases of secondary implantation causing from trauma form at the serosal layer of bowel. In our case, pathological examination of the submucosal mass was consistent with splenosis. Frozen examination had avoided from an extended resection. Atypical localized splenosis should be kept in mind in traumatic cases and the extent of the operation should be minimalized due to peroperative frozen examination.

REVIEW ARTICLE
8.A New Term in Oncology: Immunoconjugates
Mehmet Nur Kaya, Burcu Caner, Nilüfer Avcı
doi: 10.5505/ktd.2018.83997  Pages 25 - 31
Klasik kemoterapötik ilaçlar hücre siklusunda arrest, hücre replikasyonunun durdurulması ve apopitoz indüksiyonu ile etki gösterir. Ancak bu ilaçların kanser hücresine spesifik olmaması nedeniyle belirli dozlar üzerinde kullanımı ölümcül toksisitelere neden olabilir. Bu nedenle ilacın etkinliği doz bağımlı olsa da, toksisite nedeniyle doz belirli bir seviyede sınırlanır. Yüksek yan etki nedeniyle sınırlanmış etkinlik, tedavide yeni moleküller geliştirilmesine neden olmuştur. Bu yeni geliştirilen ilaçlardan, immunokonjugatlar kanser hücresinin bir antijenine karşı geliştirilmiş antikor ve hücreye toksik olan bir ajanın (sitotoksik ilaç, radyoizotop, toksin) güçlü bir bağ ile birleştirilmesiyle oluşturulur. Bu bağ, antikor ve ajanın hücreye ulaşmadan ayrılmamasını ve ajanın hücre içine ulaşmasını sağlar. Bu mekanizma, immunokonjugatların kanser hücresine spesifik olmasını sağlar. Bu makalede, geleceğin popüler tedavisi olabilecek immunokonjugatların özelliklerini ve neden daha etkin olduklarını özetlemeyi amaçladık.
Chemotherapy agents work classically via cell cycle arrest, inhibition of cell replication or induction of apoptosis. Unselectivity of these drugs at cell level limits their dose, where exceeding causes lethal toxicities, prevents dose increase even if it increases drug’s effect. This limited efficacy and high toxicity profile of chemotherapy drugs necessitate the search for new drugs. One of these new agents, immunoconjugates are molecules that combinean antibody against a specific antigen of cancer cell and a cytotoxic agent (cytotoxic drug, radioisotope, toxin) with a strong chemical bond. This bond ensures antibody and cytotoxic agent do not split before the drug reaches to the cancer cell, the cytotoxic agent is carried into the cell, that makes immunoconjugates cancer cell specific drugs. In this article, we aimed to summarize why immunoconjugates may be promising in cancer treatment, their structure and mechanism of action.

ORIGINAL ARTICLE
9.Meticillin resistance in Staphylococcus aureus strains isolated from blood cultures change in over years
Selçuk Nazik, Esma Cingöz, Ahmet Rıza Şahin, Selma Güler
doi: 10.5505/ktd.2018.94824  Pages 32 - 36
GİRİŞ ve AMAÇ: Son yıllarda gram pozitif bakteriler kan dolaşımı ilişkili enfeksiyonlarda sıklıkla izole edilmektedir. Bu grubun içinde de Staphylococcus aureus en önemli bakteridir.
Bu nedenle hastanemizde son üç yıl içerisinde kan kültüründen elde edilen S.aureus’a ait antibiyotik duyarlılıklarının belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2014-2017 yılları arasında kan kültüründen izole edilen 77 S.aureus suşunun metisilin direnç oranları retrospektif olarak ince¬lenmiştir.
BULGULAR: Hastaların 28’i kadın (% 36,4), 49’u (% 63,6) erkek cinsiyette idi. Çalışmaya dahil edilen hastaların yaş ortalaması 58,78±19,5 yıl (minimum-maksimum: 18-93 yıl) idi. Örneklerin % 51,9’unda (n=40) MSSA, % 48,1’inde (n=37) ise MRSA izole edilmiştir. Hiçbir hastada vankomisin, linezolid ve quinupristin\dalfopristindirenci görülmemiştir. Buna karşın MRSA üremesi olan hastalarda daptomisin, tigesiklin ve teikoplanin direnci sırası ile % 2,6, % 2,6, % 7,8 olarak tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: MRSA ve MSSA olgularına ait direnç paterninin bilinmesi hastaların mortalite ve morbidite oranlarını düşürür. Böylece hastanede yatış süresi kısalarak maliyet oranları düşer ve ülke ekonomisine katkı sağlanır.
INTRODUCTION: In recent years, gram-positive bacteria have been frequently isolated in bloodstream-related infections. Staphylococcus aureus is the most important bacteria in this group.
Therefore, it is aimed to determine antibiotic susceptibility of S. aureus obtained from blood culture in the last three years in our hospital.

METHODS: Methicillin resistance rates of 77 S.aureus strains isolated from blood culture in 2014-2017 were analyzed retrospectively.
RESULTS: Twenty-eight of the patients were female (36,4 %), and 49 (63,6 %) were male. The mean age of the patients included in the study was 58,78 ± 19,5 years (minimum-maximum: 18-93 years). MSSA 51.9 % (n = 40) and MRSA 48.1 % (n = 37) was isolated from all samples. None of the patients had vancomycin, linezolid and quinupristine\dalfopristin resistance. On the other hand daptomycin, tigecycline and teicoplanin resistance were determined respectively 2.6 %, 2.6 %, 7.8 % in MRSA isolated patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, knowledge of the resistance pattern of MRSA and MSSA cases decreases the mortality and morbidity rates of the patients. Thus, the length of hospital stay is shortened and the cost ratio is reduced, contributing to the economy of the country.

10.Role of Body Mass Index of Idiopathic Parkinson Patients on Motor Functions, Disease Progress and Risk of Fall
Aybala Neslihan Alagoz, Nimet Uçaroğlu Can, Bilgehan Atılgan Acar, Türkan Acar
doi: 10.5505/ktd.2018.65487  Pages 37 - 41
GİRİŞ ve AMAÇ: Parkinson hastalığı (PH), motor ve nonmotor semptomların varlığı ile karakterize olan, ikinci en sık görülen dejeneratif hastalıktır. SEmptomları arasında Vücut kitle indeksi (VKİ) değişiklikleride görülür. Çalışmamızda; VKİ değişikliklerin hastaların motor fonkiyonları, hastalık evresi ve düşme riski ile ilişkisi araştırılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Kliniği Parkinson Hastalığı ve Hareket Bozuklukları Polikliniğinde en az 6 aydır takipli 113 İdiopatik PH dahil edildi. Hastaların kilo ve boy değerlerine göre VKİ hesaplandı, Birleşik Parkinson Hastalığı Derecelendirme Ölçeği (UPDRS), Hoehn Yahr (HY) evrelemesi ve Tinetti denge ve yürüme testi uygulandı.
BULGULAR: Çalışmada hastaların VKİ değerleri ile motor UPDRS değerleri arasında pozitif anlamlı korelasyon bulundu (r=0,22; p=0.019). VKİ değerleri ile H-Y evresi arasında istatistiki olarak anlamlı bir ilişki yoktu (r=0,049; p=0,607).Tinetti denge ve yürüme testine göre, düşük, orta ve yüksek risk olmak üzere 3 gruba ayrıldı.VKİ bakımından düşük, orta ve yüksek riskli gruplar arasında anlamlı farka rastlanmadı. Motor UPDRS ortalaması en yüksek; yüksek riskli grup, daha sonra orta riskli grup ve en düşük; düşük riskli grupta bulundu yani 3 grup arasında da anlamlı fark vardı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: PH olan hastalar tanıdan birkaç yıl önce kilo vermeye başlar, bu da kilo değişiminin motor semptomların başlangıcından önce gelen bazı faktörlerle ilişkili olduğunu gösterir. PH geleneksel olarak kilo kaybıyla ilişkilendirilmiştir. Bununla birlikte, yakın tarihli çalışmalarda PH’nın düşük kilolu olmak ile ilgili olduğunu kanıtlayan herhangi bir bulgu bulunamamıştır.Düşük VKİ’nin PH ile ilişkisi ve hastalık ve yaşam standartlarını negatif yönde etkilediğine dair kabul gören genel fikrin aksine, bizim çalışmamızda; VKİ arttıkça PH’larında motor kötüleşme ve buna bağlı düşme riskinin daha çok arttığı yönünde sonuçlara ulaşılmıştır. Bu çalışmaların desteklenmesi için daha fazla hasta sayısı içeren, geniş kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır. Bir karşıt fikir olarak çalışmamızın literatüre ışık tutacağı kanaatindeyiz.
INTRODUCTION: Parkinson disease (PD) is the second most common degenerative disease which is characterized by the presence of motor and nonmotor symptoms. Among its symptoms; changes in body mass index (BMI) are also observed. In our study; the relation between the changes in patients’ BMI and patients' motor functions, disease progress and the risk of fall was studied.
METHODS: 113 idiopathic PD patients; who have been under observation for at least 6 months in the Parkinson Disease and Movement Disorders Polyclinic at the Neurology Clinic of the Faculty of Medicine of Sakarya University; were included in our study. The BMI was calculated according to the weight and height values of the patients, the Unified Parkinson Disease Rating Scale (UPDRS), Hoehn Yahr (H-Y) scale and Tinetti balance and gait test were applied.
RESULTS: In the study; a positive significant correlation was found between BMI values and motor UPDRS of the patients (r = 0,22; p = 0.019). There was no statistically significant relationship between BMI values and H-Y scale (r = 0,049; p = 0,607). According to Tinetti balance and gait test; the patients were classified in 3 groups as low, medium and high risk groups. For BMI; there was no significant difference between the low, medium and high risk groups. Motor UPDRS average was highest in high risk group, then medium risk group and the lowest average was found in low risk group. Hence; there was a significant difference between 3 groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Patients with PD begin to lose weight a few years ago before the diagnosis which is suggesting that the weight change is associated with some of the factors that preceded the onset of motor symptoms. PD has traditionally been associated with weight loss. However, recent studies have not found any evidence to suggest that PD is related to being underweight. Contrary to the common belief that low BMI is correlated with PD and negatively affects disease and living standards; in our study it was concluded that as BMI increases, motor deterioration and related risk of falling in PD increase more. There is a need for extensive studies with more patients to support these studies. We think that our study will shed light on the literature as an opposite idea.

11.Investigation Of Nasal Anthropometric Values Using Paranasal Tomography In Adults From Eastern Black Sea
Ömer Hızlı, Gaye Ecin Baki, Kürşat Murat Özcan
doi: 10.5505/ktd.2018.28199  Pages 42 - 46
GİRİŞ ve AMAÇ: Rinoplasti öncesi bir değerlendirme aracı olarak paranazal BT kesitleri kullanılarak doğu Karadeniz bölgesinde yaşayan insanlara ait nazal antropometrik değerlendirilmesi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Ocak 2013 ve Mayıs 2014 tarihleri arasında başvuran 400 yetişkin hastanın paranazal BT kesitleri dâhil edildi. Nazofrontal açı, nazal kemiğin üst sınırı, orta seviyesi ve alt sınırındaki nazal kemik kalınlığı, nazal kemik uzunluğu, nazal piramit açıları ve burun kökündeki cilt kalınlığı ölçülerek kaydedildi. Nazal ölçümler erkek ve kadınlar arasında istatistiksel olarak karşılaştırıldı ve yaş ile korele edildi.
BULGULAR: Ortalama nazofrontal açı 125.22±13.44° olup erkeklerde 118.39°±12.27° ve kadınlarda 132.04°±10.86° olarak bulundu. Ortalama nazal kemik kalınlığı üst sınırda 6.92 ±1.92 mm, orta seviyede 2.52 ±0.91 mm, alt sınırda 1.09 ±0.56 mm olarak bulundu. Ortalama nazal kemik uzunluğu 26.28 mm ± 6.27 mm, nazal kemik orta seviyesindeki nazal piramit açısı ortalaması 51.6°±16.94° olarak, burun kökü cilt kalınlığı ortalaması ise 6.76 cm ± 1.81 cm olarak bulundu
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızdaki nazal antropometrik veriler, doğu Karadeniz bölgesi insanlarında rinoplasti öncesi planlama açısından yararlı olacaktır.
INTRODUCTION: To evaluate the anthropomorphic features of nasal bony structures of Eastern Black Sea region people using paranasal CT, as a preoperative assessment tool for rhinoplasty.
METHODS: Totally 400 patients with CT scan of paranasal sinuses between January 2013 and May 2014 were included in this study. Nasofrontal angle, upper, intermediate and inferior thicknesses of nasal bone, nasal bone length, nasal pyramidal angle and skin thickness at nasal radix were measured. Nasal measures were compared between females and males, and statistically correlated with age.
RESULTS: The median nasofrontal angle of all patients was 125.22±13.44°, 118.39°±12.27° in male patients and 132.04°±10.86° in female patients. The mean nasal bone thickness was 6.92 mm ±1.92 mm at the upper border of the nasal bone, 2.52 mm ± 0.91 mm at the intermediate level, and 1.09 mm ± 0.56 mm at the lower border. The mean nasal bone length was 26.28 mm ± 6.27 mm and the mean nasal pyramidal angle was 51.6°±16.94° at the intermediate level of the nasal bone. The mean skin thickness at nasal radix was 6.76 cm ± 1.81 cm.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study may be helpful for pre-operative evaluation of Eastern Black Sea Region people undergoing rhinoplasty.

12.Assessment of cardiac functions in pediatric patients with beta thalassemia major
Onur Çaglar Acar, Serdar Epçaçan, İbrahim Ece, Abdurrahman Üner, Ahmet Faik Öner
doi: 10.5505/ktd.2018.44265  Pages 47 - 51
GİRİŞ ve AMAÇ: Talasemiler, globulin zincir sentezinde defektler sonucu oluşan kalıtsal hastalıklardır. Bu hastalarda, şelasyon tedavisine rağmen demir birikimi sonucu oluşan kardiyak disfonksiyon önemli mortalite ve morbidite nedenidir. Kardiyak disfonksiyonun nedenleri kronik hemolitik anemi ilişkili ventrikül kaslıma disfonksiyonu ve kardiyak output artışı ile birlikte ventriküler dilatasyon ve demir birikimidir. Bu çalışmanın amacı oral şelasyon tedavisi alan beta talasemi majör tanılı hastalarda kardiyak fonksiyonların Doppler ekokardiyografi ile incelenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, Ocak-Eylül 2014 tarihleri arasında, beta talasemi major tanılı, 2-16 yaş arasında 49 hasta ve kontrol grubu olarak da aynı sayıda 49 sağlıklı hasta incelendi. Tüm hastalara ayrıntılı fizik muayane sonrasında elektrokardiyografik ve ekokardiyografik inceleme uygulandı.
BULGULAR: Hasta grubunun ortalama ferritin değeri 1275+904 ng/ml idi. Grupların ekokardiyografik bulguları karşılaştırıldığında, hasta grubunda miyokardiyal performans indeksi istatistiksel olarak yüksek bulundu (p=0.017). Ek olarak, hasta grubunda sol ventrikülde tip 1 diyastolik disfonksiyon saptanırken, sol ventrikül sistolik, sağ ventrikül sistolik ve diyastolik disfonksiyon görülmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Talasemi majör tanılı hastalarda başta kardiyovaskuler sistem olmak üzere birçok sistemde demir birikimi toksik etki göstermektedir. Demir şelasyon tedavisi ile hastalığın prognozu düzelse de yüksek moratalite ve morbidite halen önemli bir problem olarak kalmaktadır. Çalışmamız beta talasemi majorlu hastalarda erken dönemde subklinik sol ventrikül diyastolik disfonksiyonu geliştiğini, buna karşın sağ ventrikül fonksiyonlarının ve sol ventrikül sistolik fonksiyonlarının bozulmadığını göstermektedir.
INTRODUCTION: Thalassemias are hereditary diseases caused by defects in the globulin chain synthesis with variable clinical severity. Cardiac dysfunction related to iron loading despite chelation treatment is a major cause of morbidity and mortality in these patients. The aim of this study is the evaluation of cardiac functions in beta thalassemia major diagnosed patients receiving oral chelation treatment.
METHODS: This study was performed on 49 cases between 2-16 years followed due to the diagnosis of beta thalassemia major in outpatient clinic between the dates of January-September 2014. 49 cases with similar age, gender, height and weight with the study group were selected as the control group. All cases underwent regular outpatient examination (physical examination, electrocardiography and echocardiography). Systolic and diastolic functions of the study and control groups were evaluated with echocardiography.
RESULTS: Average ferritin value of the study group was found to be 1275+904 ng/ml. In comparison of echocardiographic findings of the study group and control group, myocardial performance index was found to be significantly high in the study group (0.32 versus 0.43, p=0.017). In addition, left ventricular type 1 diastolic dysfunction was detected in the study group. No statistically significant difference was detected between two groups in terms of the left ventricular systolic, right ventricular systolic and diastolic functions.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study indicates in patients diagnosed with beta thalassemia major that left ventricular diastolic dysfunction occurs at early age and the left ventricular systolic, right ventricular systolic and diastolic functions are not affected in early stage.

LETTER TO THE EDITOR
13.Airway management in patients with tracheobronchial mass: challenges and solutions
Levent Dalar, Kemal Tolga Saraçoğlu, Ayten Saraçoğlu
doi: 10.5505/ktd.2018.52207  Pages 52 - 53
Abstract |Full Text PDF

REVIEW ARTICLE
14.Chemical Burn Injuries
Ayten Saraçoğlu, Mehmet Yılmaz, Kemal Tolga Saraçoğlu
doi: 10.5505/ktd.2018.75537  Pages 54 - 58
Kimyasal yanıklar sıklıkla koroziv maddelere maruziyet sonrasında gelişmektedirler. Tüm yanık türlerinin %10,7’sini, yanık merkezine hasta kabullerinin de %2-6’sını oluşturmaktadır. Kimyasal komponentlere bağlı hasar 6 farklı mekanizmayla ortaya çıkmaktadır. Bunlar redüksyon, oksidasyon, korozyon, protoplazmik toksinler, yakıcı kimyasallar ve kurutuculardır. Kimyasal yanık hasarının karakteristikleri arasında ciltte renk değişiklikleri ve korozyon, nadiren regüler bir yapı, gastrointestinal kanalda perforasyon, ciddi sistemik toksisite ve mortalite riski yer almaktadır. Termal yanıklarla karşılaştırıldığında yara iyileşme süreci belirgin derecede daha yavaş olup sıklıkla hastanede uzamış yatış süresiyle ilişkilidir. Ayrıca yanık hasarı genellikle kimyasal ajana uzamış maruziyet sonrasında oluşmaktadır. Beyaz fosfor yanıkları bunun iyi bir örneğidir. Progresif nekroz gelişen yanıkların patogenezinde akla getirilmelidir. Acil resusitasyon hasar yönetiminde önceliklidir. Evde oluşan kazalardaysa sıklıkla sebep sıvı amonyak ve nitrik asiddir. Kimyasal yanık hasarı tedavisinde halen altın standart yeterli miktarda su ile yaranın irrigasyonudur. Kimyasal yanık hasarı prevalansını azaltmaya amaçlı olarak koruyucu önlemlerin alınması önemlidir. Genel nüfus ve önleyici stratejilerin farkındalığını artırmak için medyanın tam desteğiyle ülke çapında kampanyalara ihtiyaç duyulmaktadır. Kamu spotları, medya organları, özel kuruluşlar, hekimler ve hastalar bu amaçla birlikte çalışmalıdırlar.
Chemical burns often develop after exposure to corrosive substances. They include 10.7% of all burn types and 2-6% of the patient admissions to the burn center. Chemical compounds possess 6 different types of damaging mechanisms; reduction, oxidation, corrosion, protoplasmic toxins, vesicants and desiccants. The characteristics of chemical burn injuries include skin discoloration and contractures, having rarely regular shape, perforation in the gastrointestinal tract with the risk of severe systemic toxicity and mortality. Compared to the thermal burns, the wound healing process following chemical burn injuries is markedly slower and also frequently related with a prolonged stay at the hospital. Moreover, generally the burn injury results following a prolonged exposure to the chemical agent. White phosphorus burns are good examples for this process. It should be considered in presence of burns with progressive necrosis. Emergency resuscitation is crucial for the management of injury. Most frequently observed agents in home injuries are liquid ammoniac and nitric acid. For chemical burn injuries the gold standart of treatment still is the irrigation of the wound with a copious amount of water. It is important to take protective measures in order to reduce the prevalence of chemical burn injury. Nation-wide campaigns with full support from the media are needed to raise awareness of the general population and preventive strategies. Public service broadcastings, media organs, trade unions, physicians and patients should work together for this purpose.

ORIGINAL ARTICLE
15.The effect of shock therapies on health-related quality of life in patients with implantable cardioverter-defibrillator
Serdar Bozyel, Ayşen Ağaçdiken Ağır
doi: 10.5505/ktd.2018.64325  Pages 59 - 64
GİRİŞ ve AMAÇ: İmplantabl kardiyoverter-defibrilatörler (İKD' ler) ani kardiyak ölümün önüne geçerek, mortaliteyi etkin bir şekilde azaltmaktadır. Bununla birlikte, uygun ya da uygunsuz, İKD şoklaması, özellikle aşılması zor psikolojik süreçlere yol açar ve de kötü yaşam kalitesi ile ilişkilidir. Çalışmamızda, şoklama ile sağlık ilişkili yaşam kalitesi arasındaki ilişkiyi göstermeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tek, iki ya da üç odacıklı (Kardiyak resenkronizasyon tedavisi-defibrilatör (KRT-D) ) İKD implante edilmiş hastalar dahil edildi. Kliniğimize rutin cihaz kontrolü için başvuran hastalar, başvuruda ve 12. ayda Kısa Form-36 sağlık anketini tamamladılar. Klinik parametreler ve cihaz ölçümleri kayıt altına alındı.
BULGULAR: Yaş ortalaması 62±12 olan, 161'i (74%) erkek toplam 217 hasta çalışmaya dahil edildi. Takiplerde ölüm gerçekleşen 10 (4.6%) hasta çalışma dışına alındı. Kalan 207 hastanın yaş ortalaması 62±12 idi. Takiplerde 26 (12.6%) hasta şoklama tedavisi aldı. 16 hasta uygun; 10 hasta is uygunsuz şok tedavisi aldı. 18 hastada 2 ya da daha fazla şok tedavisi saptandı. Sağlık durumu parametreleri, şoklama tedavisi gören hastalarda daha kötü saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İKD şoklama tedavisi, kötüleşmiş hasta yaşam kalitesi ile ilişkilidir. Dolayısıyla, rutin psikolojik durum değerlendirmesi, İKD hastalarının klinik takiplerine dahil edilmelidir.
INTRODUCTION: Implantable cardioverter defibrillators (ICDs) reduce mortality from sudden cardiac death (SCD) effectively. However, ICD discharge, whether appropriate or inappropriate, represents a particularly challenging psychological event and is associated with poor quality of life (QoL). We aimed to investigate the association of shock and the health-related QoL.
METHODS: Patients implanted with either single, dual chamber ICDs or CRT-D devices were included. When they presented at our clinic for regular device follow-up, they completed the Short-Form Health Survey 36 (SF-36) at baseline and 12 months. Clinical parameters and device measurements were recorded.
RESULTS: A total of 217 patients, including 161 (74%) males with a mean age of 62±12 years, were included in the study. We excluded 10 (4.6%) patients that died during the follow-up. The mean age of the remaining 207 patients (53 female and 154 male) was 62±12 years. During the follow-up, 26 (12.6%) patients experienced shock therapy. Six-teen of them had appropriate and 10 of them had inappropriate shocks. Two or more shocks were delivered in 18 (8.7%) patients. Health status patterns were poor in patients received shock therapies during follow-up period.
DISCUSSION AND CONCLUSION: ICD shocks were associated with impaired health- related QoL. So, routine consideration of psychosocial situation needs to be integrated into the clinical care of ICD patients.

EDITORIAL COMMENT
16.Effect of Shock Therapies On Quality of Life
Kıvanç Yalın
doi: 10.5505/ktd.2018.85619  Pages 65 - 66
Abstract |Full Text PDF

CASE REPORT
17.Malign Mesothelioma Presenting with Features of Sigmoid Colon Obstruction and Perforation
Mürşit Dincer, Aziz Serkan Senger, Orhan Uzun, Ayşegül Yeşilgöz Selek, Mustafa Duman
doi: 10.5505/ktd.2018.32448  Pages 67 - 69
Malign mezotelyoma peritoneal tutulumu nadir olan tanısı güç konulan bir hastalıktır. Çoğunlukla hastalarda karın ağrısı, asit, karın içi kitle ile bulgu verir. Tanı daha çok laparoskopi veya laparotomi sırasında konulur. Patolojik incelemede özel immünohistokimyasal boyalar tanıyı destekler. Cerrahi en etkili tedavi yöntemidir. Burada intraabdominal abse kliniği ile ortaya çıkan sigmoid kolonda obstruksiyon ve perforasyona yol açan malign mezotelyoma vakasını sunduk. Literatür gözden geçirildiğinde kolon perforasyonuna neden olan malign mezotelyoma olgusuna rastlanmadı.
Malign mesothelioma of the peritoneum is rare and its diagnosis is difficult. Most patients affected by this tumor have abdominal pain, ascites and abdominal mass. Diagnosis is commonly made by laparoscopy or laparotomy. Special immunohistochemical staining supports the diagnosis. Surgery is the most effective treatment. In this report, we describe a malignant mesothelioma presenting with features of colon tumor perforation. Literature is reviewed, there is no case report with malignant mesothelioma presenting with features of colon tumor perforation.

ORIGINAL ARTICLE
18.Preoperative airway obstruction as a cause of morbidity in patients undergoing mitral valve replacement
Yasemen Durak Erdinç, Ayten Saraçoğlu, Levent Dalar, Kemal Tolga Saraçoğlu, Özkan Demirhan, Liva Ertan Sağbaş
doi: 10.5505/ktd.2018.04900  Pages 70 - 76
GİRİŞ ve AMAÇ: Mitral kapak replasmanı hastalarında, preoperatif solunum fonksiyon testleriyle saptanan hava yolu obstruksiyonunun, postoperatif mekanik ventilasyon süresi ve yoğun bakım yatış süresiyle ilişkisini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde mitral kapak replasmanı yapılan 62 ardışık hasta, çalışmaya alındı. Cinsiyet, sistemik hastalık varlığı, sigara kullanımı, solunum fonksiyon testleri, ejeksiyon fraksiyonu, pulmoner arter basıncı, peroperatif kardiyopulmoner baypas ve aort klempi süreleri, postoperatif entübasyon süresi, cerrahi yoğun bakım süresi, preoperatif ve postoperatif labratuar testleri, arter kan gazı değerleri kaydedildi.
BULGULAR: Hastaların 47’sine eşlik eden sistemik hastalık mevcuttu. Bunlardan 9'u astım, 8'i kronik obstruktif akciğer hastalığı idi. Solunum yolu hastalığı olanlarda yoğun bakım kalış süresi solunum yolu hastalığı olmayanlardan anlamlı olarak daha düşüktü (p<0,05). Kronik obstruktif akciğer hastalığı olanlarda yoğun bakım yatış süresi, kronik obstruktif akciğer hastalığı olmayanlardan anlamlı olarak daha düşüktü (p<0,05). Hastaların yoğun bakım yatış süresi ile renal fonksiyon göstergeleri arasında anlamlı pozitif korelasyon mevcuttu (p<0,05). Entübasyon süresi ile kardiyopulmoner baypas süresi arasında anlamlı pozitif korelasyon bulundu (p<0,05). Entubasyon süresi ile birinci saniyedeki zorlu ekspiratuvar volüm değeri arasında anlamlı negatif korelasyon mevcuttu (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kardiyopulmoner baypas ile mitral kapak replasmanı planlanan hastaların preoperatif dönemde ayrıntılı olarak havayolu obstruksiyonu varlığı açısından değerlendirilmeleri, postoperatif mekanik ventilasyon gereksinimi ve uzayan yatışın azaltılmasını sağlayabilir kanısına varılmıştır.
INTRODUCTION: We aimed to investigate the relationship between preoperative pulmonary function tests detected by obstruction of the airway and postoperative intubation time with prolonged intensive care unit stay in patients undergoing mitral valve replacement.
METHODS: Sixtytwo consecutive patients undergoing mitral valve replacement surgery were included. Patients’ gender, presence of systemic disease, smoking history, pulmonary function tests, ejection fraction, pulmonary artery pressure, perioperative cardiopulmonary bypass and aortic clamp time, postoperative intubation time, length of stay in the intensive care unit, preoperative and postoperative laboratory findings, arterial blood gas values were recorded.
RESULTS: In 47 patients systemic concomitant diseases were diagnosed. Nine had asthma, 8 had chronic obstructive pulmonary disease. Length of stay in the intensive care unit was significantly lower in patients with respirotary disease under treatment than the patients without respirotary disease (p<0.05). Chronic Obstructive Pulmonary Disease patients stayed significantly shorter than non-Chronic Obstructive patients (p<0.05). Significantly positive correlation existed between intensive care staying time and post-operative renal function indicators (p<0.05). Significantly negative correlation existed between intubation period and forced expiratory volume in first second (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Preoperative airway obstruction assessments may provide postoperative decreased hospital stay and mechanical ventilation requirement in patients undergoing mitral valve replacement with cardiopulmonary bypass.

19.Evaluation Of Self-Care Power In Leprosy Patients
Hülya Nazik, Feride Çoban Gül, Fatih Cem Gül, Selçuk Nazik, Ramazan Azim Okay, Mehmet Kamil Mülayim, Perihan Öztürk, Betül Demir
doi: 10.5505/ktd.2018.38268  Pages 77 - 82
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı cüzzam hastalarında öz bakım gücünün değerlendirilmesi ve öz bakım gücünü etkileyen faktörlerin belirlenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma, toplam 26 cüzzam hastasının dahil edildiği tanımlayıcı, kesitsel tipte bir araştırmadır. Hastaların demografik özellikleri ve öz bakım gücü ölçeğine ilişkin verileri karşılıklı görüşme yöntemi ile elde edilmiştir.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 27 cüzzam olgusunun %53,8’inin (n=14) düşük seviyede, %46,2’sinin (n=12) ise orta düzeyde öz bakım gücüne sahip olduğu tespit edildi. Cinsiyet, eğitim durumu, çalışma durumu, ekonomik düzey ve aile yapısı ile öz bakım gücü arasında anlamlı bir ilişki yoktu (sırası ile p değerleri 0,555, 0,636, 0,208, 0,340, 0,951 ). Öz bakım gücü yaş, hastalık süresi, el-ayak sakatlık evresi ve göz sakatlık evresi ile negatif yönde koreleyken; aile birey sayısıyla pozitif yönde koreleydi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Öz bakım gücü, geç tedavi edilmiş ve sekelle sonuçlanmış lepra hastalarında olumsuz etkilenmiştir. Hastaların kendi kendilerine yetebilme gücünün olumsuz etkilendiği sağlık çalışanları tarafından bilinmeli ve hastaların rehabilitasyonunda göz önünde bulundurulmalıdır.
INTRODUCTION: Aim of this study is to evaluate self-care power in leprosy patients and to determine factors that affect self-care power.
METHODS: The study was a descriptive, cross-sectional study involving a total of 26 leprosy patients. Data on demographic characteristics and self-care power of the patients were obtained by interview.
RESULTS: It was determined that 53,8% (n = 14) of the 27 leprosy cases included in the study had low self-care power and 46,2% (n = 12) had moderate self-care power. There was no significant relationship between gender, educational status, working status, economic level and family structure and self-care power (p values 0,555, 0,636, 0,208, 0,340, 0,951, respectively). Self-care power correlated negatively with age, disease duration, hand-foot disability and eye disability; correlated positively with the number of family members ( r values 0,279, 0,855, 0,619, 0,568, 0,302, respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Self-care power was negatively impacted on late-treated and disabled leprosy patients. It should be known by health care providers that self-sufficiency of patients is negatively affected and this should be taken into account in rehabilitation of patients.

CASE REPORT
20.Datura Stramonium Poisoning Case With Wernicke Aphasia-Like Symptoms: Case Report
Şehnaz Başaran, Gülmine Dündar, Muhammed Nur Öğün
doi: 10.5505/ktd.2018.36449  Pages 83 - 86
Datura stramonium, içeriğindeki atropin, skopalamin ve hiyosiyamin gibi toksik alkaloidler nedeni ile antikolinerjik zehirlenmesine sebep olabilen halüsinojenik bir bitkidir. Ülkemizin doğal bitki örtüsünde yaygın olup, alternatif tıp ve ilaç endüstrisinde de kullanılmaktadır. Bu yazıda ani gelişen anlamsız konuşma yakınması ile acil servisimize başvuran ve Datura stramonium’a bağlı zehirlenme tanısı alan 48 yaşındaki bayan olgu sunulmuştur.
Datura stramonium (DS), is a hallucinogenic plant which has an anticholinergic toxicity due to the contents of toxic alkaloids, such as atropine, hyoscyamine and scopolamine. DS, found widely in natural flora of our country and used in alternative medicines and pharmaceutical industry. In this case report, we presented an 48-year-old woman who admitted to the emergency department with the acute symptoms of meaningless conversations and diagnosed datura stramonium poisoning.

ORIGINAL ARTICLE
21.Laparoscopic and conventional incisional hernia repair: A retrospective analysis
Mustafa Celalettin Haksal, Cem Gezen, Nuri Okkabaz, Merih Yılmaz, Mustafa Öncel
doi: 10.5505/ktd.2018.30932  Pages 87 - 91
GİRİŞ ve AMAÇ: İnsizyonel herni tamirinde laparoskopik ve açık yöntemlerin kısa dönem sonuçlara etkisinin araştırılması
YÖNTEM ve GEREÇLER: İnsizyonel herni nedeniyle laparoskopik veya açık olarak opere edilen hastalar retrospektif olarak tarandı. Gruplarda demografik veriler, hastalığa ve operasyona ait veriler ile kısa dönem sonuçlar irdelendi.
BULGULAR: 33 hastanın 19 [12 kadın (%63,2), ortalama yaş: 53,5±15,1] açık yöntemle ameliyat edilirken, 14 [11 kadın (%78,5), ortalama yaş: 59,1±14,2] hasta laparoskopik yöntemle ameliyat edildi. Vücut kitle indeksi laparoskopik grupta daha yüksek görüldü (30,3±4,6 karşın 34,4±6,3, p=0,041). Herni defektlerinin büyüklüğü açık karşın laparoskopi 7,6±4,8 cm ile 8,9±3,1 cm idi, p=0.404. Operasyon süreleri açıkta 100 (40-300) dakika iken, laparoskopide 77,5 (35-150) dakika idi, p=0.071. Yatış süreleri ise her iki grupta da ortalama 2 gün idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İnsizyonel herni tamiri sonrası kısa dönemde laparoskopi yöntemi açık yönteme benzer sonuçlar vermektedir.
INTRODUCTION: To analyze the outcomes of laparoscopic and open techniques in incisional hernia repair.
METHODS: Patients’ charts with incisional hernia were retrospectively reviewed. Demographics, disease and operation related variables and short term outcomes were compared between groups.
RESULTS: Nineteen [12 female (63.2%), mean±SD age of 53.5±15.1] of 33 patients were operated on with open technique, whereas 14 [11 female (78.5%), mean±SD age of 59.1±14.2] patients with laparoscopic technique. Body mass index was bigger in laparoscopic group (30.3±4.6 vs. 34.4±6.3, p=0.041). Hernia size and operation time was not different between groups (7.6±4.8 cm vs. 8.9±3.1 cm, p=0.404) and [100(40-300) vs. 77.5(35-150) minutes, p=0.071), respectively. Length of stay was 2 days after both techniques.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Laparoscopic incisional hernia repair has similar short term outcomes with open technique.

22.Evaluation of patients treated due to burn injury in Afyonkarahisar State Hospital: a retrospective study
Hasan Ediz Sıkar, Emel Yurdakul Sıkar
doi: 10.5505/ktd.2018.68553  Pages 92 - 95
GİRİŞ ve AMAÇ: Yanık yaralanmaları toplumda sık izlenen yaralanmalardır. Çalışmamızda yanık ünitesi bulunmayan bir ilde devlet hastanesi aciline başvuran ve tedavi edilen hastaların klinik sonuçları değerlendirildi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Acil polikliniğimize Nisan 2011-Ocak 2013 tarihleri arasında başvuran hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların demografik bilgileri, yanık etiyolojileri, yanık yüzey alanları ve dereceleri, yatan hastalarda ameliyat sayıları, yatış günü, klinik takipleri ve sevk oranı not edildi.
BULGULAR: Toplam 335 hasta yanık nedeniyle acil polikliniğine başvurdu, 56 (%16.7) hasta yatırılarak tedavi edildi. En sık karşılaşılan yanık etkeni ayaktan takip edilen hastalarda 234 hasta (%83.8) ile, yatırılarak tedavi edilen hastalarda ise 34 hasta (%60.7) ile sıcak sıvı yanığıydı. Toplam 1057 defa pansuman yapıldı, 193 hasta (%57.6) tek pansumanla tedavi edildi. Yatırılarak tedavi edilen 56 hastanın yanık yüzdesi %14.8 olarak belirlendi, hastalara 68 defa ameliyat yapılırken 14 hastaya (%25) greft uygulandı. Ortalama yatış süresi 10,2 gündü. Yatırılarak tedavi edilen 4 hastanın (%7.1) 1’i tedavinin ilerleyen aşamasında serbest flep gerektirmesi nedeniyle, 3 hasta ise yoğun bakım endikasyonu bulunması nedeniyle sevk edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yanık hasta sayısı gün geçtikçe artmakla beraber yanık hastalarının tedavisi için yanık ünitesi ve merkezine sevk sayısı da artmaktadır. Hasta değerlendirmesi doğru yapıldığında sevk gerektiren hasta sayısının oldukça düşük kaldığı ve özellikle devlet hastanelerinde yanık hastalarının büyük kısmının tedavi edilebileceği düşüncesindeyiz.
INTRODUCTION: Burns remain frequent injury type within all kind of various environment. In our present study we tried to evaluate clinical results of all patients admitted to emergency department of a state hospital, due to lack of a burn unit within the city.
METHODS: All burned patients applied to emergency department between April 2011-January 2013 were retrospectively evaluated. Demographic data, burn etiologies, burn surface areas and grades, number of performed surgeries, hospitalization period, clinical follow ups and number of transfers were recorded.
RESULTS: Totally 335 patients were complaining from burns in emergency unit, 56 (16.7 %) of them was admitted. Hot water remain major cause of burns, with 234 (83.8%) outpatient and 34 (60.7 %) admitted cases. Total number of 1057 dressings were replaced. 193 patient (57.6 %) required only single dressing. Surface area of the burns was 14.8 % in patients (56) stayed overnight. 14 patients received grefts, whereas total number of surgeries was 68. Mean hospitalization period was 10.2 days. One patient (7.1 %) was transferred due to need of free flap and 3 cases were treated in intensive care unit.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Transfers to burn unit are increasing due to improved number of burned cases. We believe, through careful examination and evaluation decreased number of transfer needs could be reached. Especially state hospitals can manage to treat majority of burned patients with great success.

EDITORIAL COMMENT
23.Assessment of Pulmonary Function Before and After Mitral Valve Replacement is İmportant
Türkan Kudsioğlu
doi: 10.5505/ktd.2018.57070  Pages 96 - 97
Abstract |Full Text PDF